İnsanın Öğrenci Hâli

egitimScvv_cIACUWTRsZVA8SesQ-300x155 İnsanın Öğrenci Hâli

Öğrenci, öğretmen ve eğitim kavramları uzun bir süreci işaret ediyor. Bu süreç, okullar demek; ilkokul, ortaokul, lise, üniver­site… Zamanın ruhu içinde daha fazla enstrümana kavuşan bir şey eğitim. Mesela son yılların tartışması, bitmek bilmeyen im­tihanlar… İlkokuldan başlayan ama üniversitenin bitimiyle de bitmeyen… Okulların ve üniversitelerin sayısı artıyor, yine de talepte azalma olmuyor. Eğitim, toplumun büyük kısmını içine alıyor; anne baba, öğrenci, öğretmen… Toplumun bütünü bir şekilde zincire eklenmiş durumda.

Formel bir zincirden ibaret eğitim algısına dikkat çekiyoruz. Hayatı bütün hâlinde değil, parçalayarak karşılayan modern ta­savvurun sonucu bu. Veya tanımdan geçirilen, hız-haz-tüketim sarmalında değerlendirilen hayatın bugünkü gerçekliği bunu kaçınılmaz kılıyor. Hayatın hepsine sadece bir pencereden bak­mak, ona azıcık gitmek… Bugün disiplinlerin ve uzmanlığın aldığı renk, hayata parçacı bir bakışla gitmeyi imliyor. Dikey bir derinlik ama yatay bir körlükten bahsediliyor. İyi bir doktor var, ama bu doktor hayata diğer bölümlerinde kör topal…

İnsanın eğitiminden çok, insana meslek kazandırmak öngö­rülüyor. Bu kadar ebeveyn ve evlat, meslek edinmek kaygısıyla eğitim sürecine kaühyor. Bunca zahmet ve yarış, üniversiteye girip orada bir mesleğin formatını öğrenmek için.» Evet, modern eğitim formu, hayata doğan insana hayata ve kendisini bildirmek tanıtmak, keşfettirmek için kurgulanmamış. İnsan bu eğitim formuyla hayatın bütünlüğünü, insan denen “meçhul”u öğrenemiyor Bugünkü eğitim; mesleklere, fabrikalara eleman yetiştiren bir süreç; insanı araçsallaştıran…

Eğitimin Hakikati

Hayır, bizim Ananevi eğitim tasavvurumuz bu değil. Modern tasavvur, eğitimi hayatın bir bölümüyle sınırlarken, Ananevi düşünüş onu hayatın bütününe yayıyor, beşikten mezara kadar devam eden eğitimi öngörüyor. Hayatın bütünü eğitim konusu yapılıyor. Dolayısıyla insanın öğrencilik hayatından çok, insanın hep öğrenci olduğundan bahsediliyor. Bu anlayışa göre, insan bilmek ve keşfetmek üzere yaratılmıştır. Kendini bilecek, varlığı tanıyacak, böylelikle insan olup hakikate uyanacaktır. Hakikate uyanmak suretiyle cehalet zincirinden kurtulacaktır.

Eflatun’un mağara metaforunda olduğu gibi… İnsan ışık alan mağarada, elleri kolları zincirli ve sırtı ışığa dönük duruyor. Işık arkadan vurduğu için insanlar yüzlerinin baktığı duvarda göl­gelerini görüyor, bunları hakikat kabul ediyorlar. Aydınlanan, yani zincirlerinden kurtulan insan anlıyor ki gölge kendileriyle var, hareketlerine göre şekil alıyor. Dolayısıyla gölgenin kendi­lerine bağımlı ve ışıkla mümkün olduğunu fark ediyor. Bunu fark edenler; yüzlerini ışığa, varlığın hakikatine çeviriyorlar. Ve bunu hemen yapmıyorlar; aşamalı bir şekilde ışığa alışıyorlar. Bu metafor, aydınlanmayı işaret ederken, aydınlanmanın da bir süreç içinde olması gerektiğini vurguluyor. Hz. Mevlâna’nın, “Hamdım, piştim, yandım!” sözüne sinen merhaleli aydınlanma…

Eğitimde maksadın, temel felsefî bir referansın olması gerek­tiğine vurgudur bu. Çünkü eğitim teknik bir şey olmaktan çok, ontolojik bir mesele; insanla, insamn doğduğu varlığın hakikatiyle ilgili bir durum… Bugün eksikliği hissedilen temel şey bu; eğitimin meslekî kaygıyla sınırlanması… Çocuk üniversiteye girmek üzere konumlanıyor, eğitim bu istikamette şekilleniyor. Liseden sonra üniversiteye giremeyen hem eğitimden hem de hayattan düşüyor gibi. Bu büyük bir hata! Eğitim, bir şekilde olmak zorunda değil ki! Üniversiteye giremeyenler başka türlü bir eğitime dâhil olabilir. Eğitimin okullarda öğretilenlerle sınırlanması da yanlış; okullar­da matematiği ve fiziği verebilirsiniz; peki cesaret, fedakârlık, adalet, muhabbet, hürmet nereden öğrenilecek? Hayat bir bütün; matematik ve fiziği içerdiği gibi, daha birçok şeyi de içine alıyor. Hayatın bir kısmı öğrenilerek bütünlüğü karşılanabilir mi?

Bir Başka Türlü Eğitim

Ananevi olanın inşâ ettiği toplumda eğitim bütün fikriyle görülüyordu. Medrese vardı, tekke vardı, orada kimi bilgiler alınıyordu, ama sokakta ve mahallede başka türlü bir eğitim de mümkündü. Sokağın kendisi, sokağın vazgeçilmezi kimi insanlar; kıraathane, dergâh, okullarda verilemeyeni veriyordu. Çocuk so­kağa çıktığında, sokaktan ana caddelere açılarak hayata gittiğinde birçok adres bulabiliyordu. Anne ve babasından, evinden, gittiği okullardan alamadığını bu adreslerden ediniyordu. Cami çıkıyor­du karşısına; kıraathane, tekke ve dergâh… Sokağın, mahallenin ve şehrin tümü, okul oluyordu insana.

İnsanın bütünlüğünü esas alan ve hayatın hepsini eğitim yeri gören böylesi bir model, rehberlik etmelidir. İnsanın sadece akli zekâsına değil, duygusal zekâsına da dikkat eden bir yaklaşım… Modernleşme tecrübemiz daha çok mantıksal zekâyı öne çıkar­dı, bu sebeple uzunca bir dönem mühendislikten gelen insan­lar idareci konumuna yükseldi. Şimdilerde ise duygusal zekâya dikkat çeken yaklaşımlar, insanın bütünlüğünü kavramak adına geliştirilen kimi uygulamalar var. Selçuklu-Osmanlı deneyimini mümkün kılmış unsurları keşfetmek lazım. Hem formu hem de forma ruh vermiş dinamikleri.

Eğitimi veren öznenin durumu önemli! Muallim denirdi, bir de talebe… ifade sadece ifade değil; bir ruha da işaret ediyor dil farklılığı… “Öğretmenini söyle sana kim olduğunu söyleye­yim” demek mümkün. Hz. Peygamber, “Beni Rabbim en güzel şekilde terbiye etti” der. Eğitimi, bir insan-ı kâmil örneğinden almak; verdiği ilmin mücessem hâli olmuş birinden… Eğitimi, hayatın bütünlüğüne yaymak ve hep üç şeyden biri olmak esas; öğrenci, öğretmen veya dinleyici… Hayatın bir kısmıyla değil, bütünlüğüyle ilgiliyiz çünkü. Bütünlük ise acı ve mutluluğun iç içe geçişinden oluşuyor. Ama insanın yüzü daha çok mutluluğa dönük; acısız bir mutluluk düşü peşinde… Ananevi kültürümüzün ana damarını oluşturan irfana bakıldığında derdin önemsendiği görülür. “Derdim bana derman imiş!” denir.

İnceleyin:  İslamcılık:Tercihi Olmayan Bir İmtihan Hasılası-2

Modern eğitim tasavvurunun ezberini bozan filozofik bir soru. Çünkü modern eğitim, acılardan soyutlanmış bir hayat öngörüyor. Varlığın, dolayısıyla hayatın bütünlüğüyle barışık değil, onunla kavgalı. Hastalığı, yaşlılığı, hatta ölümü ortadan kaldırmak istiyor; hayat anlaşılacak ve yaşanacak değil; kavga edilecek, üstesinden gelinecek bir şey. Hayatın acı, ağrı, hastalık tarafı bir günah gibi karşılanıyor. Acının, ağrının, hastalığın hayata ne söylediği, da­hası ne kattığı önemsenmediğinden, bunlardan uzak bir hayat inşasına gidiliyor. Modern eğitime dâhil olanlar da bu şekilde görme ve yaşamaya alışıyor. Ama acı, ağrı, hastalık, yaşlılık ve ölüm var olmaya devam ediyor. Hayatın bu tarafının eğitimini alamayan “nahoş” bir şeyle karşılaştığında öylece kalıyor, hayat kendisine zehir oluyor. Bunalım, depresyon, bir yığın psikolojik tedavi seansı, ilaç, hap…

Modern algının tersine irfani bakış başka bir yerden bakıyor; kahrı ve lütfü bir görüyor. Yunus, Niyazî-i Mısrî, “Kahrın da lütfün de hoş!” diyor. Kahrı ve lütfü bir görmeyenin mutlu olma şansı yok. Fatih’in türbedan Amiş Efendi, “Bir şeyin olup olma­ması senin nezdinde müsavi (eşit) değilse nâkıssın evladım!” der. Peşinde koşulan mutluluk inşam kendinden dışarıya çıkarırken, bir anlamda insana kendini unuttururken, acı ve ağrı insanın yüzünü kendisine çevirmesini, üzerinde düşünmesini mümkün kılar. Hastalık bir anlamda uyan işareti; bu sayede vücut bütün­lüğünü koruma yollarına gidiliyor. Felaketlerden geçerek hayati dersler çıkarılıyor.

Eğitimin Bütünlüğü

Tıp fakültesini kazanmakla sınırlı bir hekimlik eğitimi olamaz. Ve tıb eğitimi, sadece meslek edinmek için düşünülemez. Olay esasta manevidir. Büyük hekim îbn Sina; “Cerrahlık dediğiniz ilmi üç ayda öğrendim, ama otuz yıldır hekimlik eğitimim devam ediyor” diyor. Tıp eğitimini Allah’ın Şafi, mimarlığı Musavvir ismiyle karşılamanın inceliğini fark etmek lazım. Eğitimin hep­sini Cemal içinde görmek, böyle karşılamak ve sonuç itibarıyla Cemal’e dönüşmek… Mimar Sinan’ın mimarisi, Itri’nin müziği biraz böyledir.

Fiziğe indirgeyerek teknikleştirilen eğitim beraberinde yoksul­laşmayı getirmiş. Çünkü fizik ve metafiziğin iç içe geçtiği bir haya­ta/ varlığa doğuyoruz. Dolayısıyla metafiziğin, fiziğin, felsefenin dâhil olduğu, iç içe geçtiği bir eğitim formu gerekiyor. Ananevi eğitimimizde bu vardı; başta, insanın kendisi, dolayısıyla varlığın hakikati esastı. Bu eğitimle kendini keşfeden insan, doğduğu varlığın tümüyle de yakınlık kuruyordu. Batı da disiplinlerarasılıktan bahsediliyor. Oradaki üniversitelerin hazırlık sınıflarında genel ve ansiklopedik bilgiler veriliyor. Tıp öğrencisi sosyoloji, tarih, felsefe, teoloji de okuyor. Hayır, üçüncü dünya ülkelerin­de görüldüğü gibi ilim, dinî ve dinî olmayan ilimler şeklinde bölünemez. Bunu yaparak ilmi, teknik bir seviyeye indirgemek hakikatin ruhuna zarar verir. Ve eğitim sadece ansiklopedik bir veriyi edinmek de değildir; o verinin hayatın içinde görülmesi de esastır. Yaşayarak öğrenme yani… Nasreddin Hoca’nın fıkrasında geçtiği gibi, eşekten düşmenin bilgisine sahip olmak, o deneyimi yaşamak anlamına gelmiyor, eşekten düşmüş olmak da lazım Evet; dinleyerek, gözlemleyerek ve yaşayarak öğrenmek…

Peygamber, haber getiren demektir. Haber, haberi getiren var, bir de habere kulak olan lazım. Habere kulak olan, habercinin hâllerine bakar ve gözlemler. Kulak olduğu haberin habercinin şahsında hâlleştiğini gözlemler. Duyan ve gözlemleyen şahıs, haberi, hakikati/hayatı yapar. Ananevi eğitim üç aşamalıdır: ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn.

Evet, insan, Rabb’in öğretmenliğinde öğrenciliğini yaşadığın­da kâmil olur. Kulağına ve gözüne düşeni, kalbine indirir. Kalbi bir rahme dönüşür; orada bir doğum gerçekleşir. Duyulan, göz­lemlenen ve üzerinde düşünülen şey marifetullaha inkılap eder; marifetullahtan muhabbetullah hâsıl olur.

Sağlıksız Sağlık

Sağlığın fotoğrafına bakıldığında burada yaşananın da “değer- içi” olmadığı görülecektir. Oysa sağlığın, sağlık etrafında oluşan hâl ve kuramların karşılığı böyle değildi; sağlık hizmeti, hasta veya doktor, daha yüce anlamlar içinde karşılanıyordu. Hemen bütün dinlerde, Ananevi toplumların hepsinde, hasta ve hastane seküler olmayan karşılıklara sahiptir. Doktor, tedavi sürecinde -evet, daha çok bedende bir şeyler yapılmakta, ama o beden bir ruhu misafir etmektedir- ruha elbise olan bedeni iyileştirmeye çalışıyor. Doktor, ruhun elbisesinden ayrılma ihtimalinin olduğu bir noktada hareket ediyor. Dolayısıyla önemli bir şahsiyet ve doktorun vazifesi de büsbütün seküler değil.

Mesela Batı’da “Hipokrat Yemini” vardır; İslam’da ve Doğu metinlerinde bu yemine karşılık gelen hassasiyetlere vurgu yapılır. Bir “Hospitalyan tarikatı” olmuştur, biz Darüşşifa merkezlerini kurmuşuzdur. Hospitalyan tarikatı kurucuları -ki daha sonra hastane müessesesine dönüşecektir-, “Haçlı Seferleri’nde Anadolu üzerinden Kudüs’e giderken, Müslümanların darüşşifalarındaki anlayıştan etkilendik” demişlerdir. Öyledir; hasta, hastalık ve hastane, Allah’ın Şafi isminin tecelli ettiği durumlardır. Böyle olduğu için, tarihte bir “Cüzzamlılar Tekkesi”ni görebiliyoruz.

İnceleyin:  Adem İnce - Eğitilmiş İnsanın İmali. -Alıntılar-

Hayır, bu konuda da artık buralarda değiliz; sağlık meselesi de paranın konusu olmuş. Tıp, daha çok kazanmanın enstrümanla­rından biri şimdi. Doğumların çoğunun sezaryenle olması tesadüfi değil! Hasta sadece bir müşteri şimdilerde; ölümcül hastalıklar, daha çok kazanmanın imkânı olarak görülüyor. Hastalık, sonra bu hastalığa ilaç üreten bir endüstriden bahsediliyor. Patolojinin sürekliliğinden nemalanan hâller… Ivan Illich’in, Sağlığın Gaspı kitabında uzun uzadıya anlattığı durumlar…

Neticede az önce söylediğimiz öğretmen-öğrenci irtibatının zedelenmesi durumunun bir benzerini doktor-hasta irtibatında da görürüz. Hastane görüntülerinde doktor kovalayan hasta ya­kınlarının böyle bir arka planı var. Sağlık kuramlarındaki dok­torlarının tümünü, hastalıklı görmek insafsızlık olur. Eleştirinin hepsini sağlık kuramlarına ve doktorlara yapmak adalete sığ­maz. Hürmeti ve saygıyı hak eden, mesuliyetlerinin idrakinde olan doktor sayısı az değildir. Sağlık konusunda yaşanan değer kaybına da işaret etmek durumundayız. Hasta yakını, doktoran da bir insan olduğu hakikatini unutmuş durumda. Gerçekleşen vefat vakasında mesuliyetin hepsini doktora vermek, bu sebeple doktora şiddet uygulamak, bir şuur kaybını, algı bozukluğunu gösteriyor. Sadece hissiyatla açıklayamayız bunu; hayata bakışta, kader anlayışında, tevekkülde ciddi bir arıza var. Çiğ bir dinî cehalet sırıtıyor bu fotoğraflarda.

Bu, Anane’den kopuk bakış açısını bir şekilde kürtaj bahsinde de görüyoruz. Çocuğun doğumu, sezaryen ve kürtaj tartışmaları felsefi ve manevi bağlamından kopartılarak yapılıyor. Çocuğun anne rahmine düşmesi, oradaki teşekkülü büsbütün biyolojik açıdan ele almıyor. Orada can değil de, sadece beden oluyormuş gibi… Doktorların kaçınılmaz gördüğü kürtaj vakaları tartışma­mızın dışında. Ticarileşen bir tıp endüstrisini, doğacak çocuğu şahsiliğe fazlalık ve estetiğe atılmış çizik gören bir bireyciliği konuşuyoruz. Kürtaj bahsinin fotoğrafı o kadar çok şey söylüyor ki… Kadın karnındakini değil kendini merkeze koyuyor. “Nasıl bakarım buçocuğa?” diyor; veya “Bu çocuğu doğurmak yüzde yüz daha kötü! diyerek, çok ihtimalli bir geleceği zihnindekine kurban ediyor. Kürtaj bahsinde beliren dil sıkıntılı. Hayır, beden büsbütün bizim değildir; bedenimiz üzerinde istediğimizi yap­makta serbest olmamalıyız.

Kürtajda sırıtan bencillikle birlikte, kürtajı doğuran zemine de işaret var. Tecavüz sonucu gerçekleşen trajik hamilelikler mesela… Tecavüz, soğuk bir ölüm gibi!… Tecavüz ederek kadını öldüren bir erkek var karşımızda; bedenen değil, ruhen öldüren… Bir de “evlilik dışı” olarak tammlanan ve şimdilerde hiçbir ölçüyü kabullenmeyen cinsel özgürlük tahayyülü… Bu da kürtaj bahsiyle gündemimize gelen bir konu. Evlilik yaşının artması, evliliğin zorlaşması… Dahası cinsellik konusunda kimi eksiklikler karşımıza ciddi problemler çıkarıyor. Ticarileşen tıbbın sorunlarından biri olmakla birlikte kürtajın bir de böyle bir arka planı var. Toplum baskısının daha yoğun olduğu bölgelerde yaşanan cinsellik, kür­tajm kaynaklarından biri olurken, trajik kadın cinayetlerine de sebep olabiliyor.

Manevi Eğitim

Modern insana, “Küçük savaştan büyük savaşa dönüyoruz şimdi” diyen Hz. Peygamber(sav) lazım. Hz. Peygamberle buluş­malı ki, içine/kendine dönebilsin; böylelikle, nefs-i emmareden nefs-i levvameye çıksın.

Manevi eğitim belirli bir yaşta başlayıp bitmez. Bu eğitim insanın özüne yönelir, aslım inşa eder. İnsan, her şeyden evvel manevi bir varlıktır; önce ruhu, sonra bedeni yaratılır. Beden, bir ruha elbise olmak üzere var olur. Ölümlü olan da bedendir, ruh değil. Beden yaşlanmaya, ölmeye yazgılıdır. Sağlık teknolojileri ne kadar gelişirse gelişsin, modern tıp ne ederse etsin, bunun önüne geçilemeyecektir. Yaşlılık durdurulamayacak, ölüm hü­kümsüz kılınamayacaktır. Doğar doğmaz yaşlanmaya başlarız; yaşlandığımız için değil, doğduğumuz için ölürüz. Modern algı,yaşlanmayı bir kayıp görüyor. Hâlbuki yaşlandıkça, bedenin te­siri azaldıkça ruh açığa çıkar. Bu bir paradoks; insanda, bedenin güçten düşmesi nispetinde manevi taraf belirgin oluyor.

Bütün zahir oluşlar, “iç”ten “dış”a doğrudur. İçte olan dışı etki­ler; dışta olan da içi… Dolayısıyla ne içi ne de dışı ihmal edebiliriz. İç ve dışa kıymetleri nispetinde değer vermek önemli. İçe daha çok vurgu yapmamız, modernizmle yaşanan ihmalin sonuçlarını gidermek içindir. Bugün “iç”in inşası gibi bir önceliğimiz var. Günlük hayat pratikleri bu ihtiyacın ne kadar elzem olduğunu gösteriyor. Ticarette, kültürde, siyasette olmayan bir “iç”in boş­luğuyla dövünüyoruz. Yasalarla, polisiye tedbirlerle kapatmaya çalıştığımız ama kapatamadığımız boşluklar… Hayır, sadece kanunlarla buradan çıkamayız. Mayasız bir insan var karşımızda; mayasız, dolayısıyla olmayan… İnsan olmayınca yasa ne yapsın!? Hem yasa da var, daha iyi bir anayasa arayışı bitmiyor. Temel so­run bu değil ki? Yasa dışı fiil, kötü olarak görülmediğinden yasa çiğnenebiliyor veya yasadaki boşluklardan yararlanılıyor. Bir de Hz. Peygamber(sav)‘in hayatından şu sahneye bakın! Bir hanıme­fendi Hz. Peygamber’e gelir, “Efendim, büyük günahlardan birini işledim, cezamı istiyorum” der. “Git, tövbe et!” denir kendisine. Kadının hassasiyeti ve Efendimizin inceliği çok şey söylüyor. Yasa karşısında teslimiyet ve yasanın uygulanmasındaki hassasiyet…

Mahmut Erol Kılıç – Hayatın Satır Araları,syf:23-32

 

 

 

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir