“Çocukluk anılan,’sen uyandıktan sonra seninle kalan rüyalardı.”
Julian Bames
Ev, dünyaya kök saldığımız yer. Kendimiz olarak var olabildiğimiz ve kendimiz olmaktan dolayı sorgu sual edilmediğimiz bir sığmak. Necip Mâhfuz’un harika ifadesiyle, “doğduğun yer değil, bütün kaçma çabalarının boşa çıktığı yer.”
Ev, çokları için sıcak ve mutlu bir yerdir; yaşadığın, güldüğün, öğrendiğin, kendini tanıdığın. Sevdiğin ve sevildiğin, saygı gördüğün, ihtimam gördüğün yer. Dışarıdan bakanlar
muhkem duvarlar görür ama içeride sevginin simyası işler:Madde manaya, eşya duyguya dönüşür. Kimileri, “Ev bir yer değil bir duygudur,” diyeceklerdir. Ev, sevdiklerimizin ve hatıralarımızın olduğu yerdir. Ev hatıraların mekânıdır. Hatırlamak nerede yoğunlaşıyorsa ev orasıdır. İyi ya da kötü hatıralar bizi bugün olduğumuz kişi yapar. Eğer kişisel anılarımız olmasaydı biz olmazdık. Evin bir temeli vardır; ayaklarınızı sağlam bir zemine kavuşturur. Ve bir çatısı vardır, bizi dünyanın yağmurundan, ayazından korur. Ruhumuz evin ruhu içinde yağmurda gözyaşları gibi erir gider. Ev aynı zamanda gündüz düşlerimizi de saklar, dünyanın yabancılığından ona sığınmış, geçmiş ve geleceği emniyetli bir şekilde orada tahayyül edegelmişizdir. Düşler, dışımızdaki maddi dünyadan duygusal bir iç âlem örmekte ustadır. Ev bizi saklar, onarır, dışarıdaki dünyaya karşı kuvvetlendirir.
Bir evin, bir yurdun varsa dünyaya kazan kaldırabilirsin. Ev mahrem hatıralarımızı üretip sakladığımız yerdir. Ümit ve rüyalarımızın dokunduğu tezgâh. Meskûn olduğumuz her yer, etrafımızdaki dünyayı tarif etmemizi sağlar. Bize düş kurma imkânı verir. Ve düşlerimizin içinde kendimize daima bir yurt, bir yuva bulma imkânımız vardır. Bizi biçimlendiren yerlere kuvvetli bir bağ hissederiz, anlamlı yerler bizde sükûnet ve aidiyet hissi uyandırır. Biz aslında bir aidiyete, bir hikâyeye yerleşiriz.
Ev bizi hayatın fırtınalarından korur. Güvenlik sağlar bize, sıcaklık verir, aşinalığıyla sarıp sarmalar. Ayaklarımızı sağlam basabileceğimiz bir zemin, yalpalayan ruhlarımıza bir çapa, akışkan hayatın hızından dinleneceğimiz bir yastık sunar. Dış dünyada omuzlarımız ne kadar düşse de evin hâkimiyizdir. Yorgunluğumuzu ve düş kırıklıklarımızı orada onarır, geçmişle bugün arasında orada bir bağ kurarız. Evin ruhu biraz da bu güven ve aidiyet hissindedir. Ben şahsen en çok kitap kokan evleri sever, kitapsız evleri çok can sıkıcı ve tekdüze bulurum. Düş kurmanın, hayallere dalıp gitmenin, bir kitabın koynunda uyuyakalmanın imkânlarını bize vaat etmeyen bir ev boştur. Ev geri çekilmenin, inzivanın, ses ve imgelerden ricat ederek ruha dikkat kesilmenin de yeridir. Dünyaya kapılan kapattığınız anda ruhun kapılanın açma ihtimali her an eşiktedir.
Ev, benliğimizin sır perdesinin üzerinden kalktığı, gizli benliğimizin serbestçe ortalıkta dolandığı, kendimiz olmakta zorlanmadığımız yerdir. Kucağında huzur bulduğumuz bir anne veya sevgili imgesi olarak ev, bize kuşatıcı bir içsellik, kendimizi savunmaya ihtiyaç duymayacağımız koruyucu bir ortam vaat eder. Günümüz insanının sığınacak bir mahallesi de kalmadığından olsa gerek, evine yüklediği anlam gitgide artıyor. Bir tür teşhir salonu, eğlence ve iletişim kompleksi olarak modern ev, besleyen ve uyandıran değil dikkat dağıtan ve uyuşturan bir yerdir artık. Böylece ev bir sığınak olmaktan çıkıp bizi toplumsal hayattan yalıtan bir hapishaneye dönüşüyor, ev ve sokak arasındaki gözenekler tıkanıyor. Mahalle hayatı insanlar ve yerler arasında geçişkenliğe izin veriyordu: Komşu çocukları birbirinin evine destursuz sokulabilir, kamınızı ötedeki evde teklifsizce doyurabilirdiniz. Şimdi ekran karşısında geçirilen uzun yalnızlıklar hayatla bağlarımızı koparıyor. Ev elektronik uğultunun mekânı oldukça insan seslerini duymak kadar “sessizlik” de zorlaşıyor. Oysa sessizlik mekânı genişletir ve zamanı yavaşlatır.
Ev aynı zamanda düşlerimiz için bir çatı, hayallerimiz için bir barınaktır. Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası adlı kitabında evin “insanın düşünceleri, anılan ve düşleri” için en büyük bütünleştirici güçlerden biri olduğunu gösterir. “Ev, bizim bu dünyadaki köşemiz ve ilk evrenimizdir. Gerçek anlamda bir kozmozdur. Hem beden hem de ruhtur ev,” der, “Ev, bizi insani olana taşır. İnsani değerleri sadece deneyimler ve düşünceler teyit etmez. İnsana nüfuz eden değerler düşlemeye aittir. Ev, süreklilik yönünde verdiği öğütleri çoğaltır. Ev, insanı sadece gökten inen fırtınalara karşı korumaz, yaşamdaki fırtınalara karşı da korur.” Ev ile bilinçdışı arasında ilişki kuran Bachelard’a göre ev sayesinde anılanınız yerleşecek bir yer bulur. Hele de ev biraz karmaşıksa, mahzeni ve tavan arası, köşe bucağı ve koridorları varsa anılanınız -niteliği gittikçe belirginleşen- sığmaklar edinir, ömrümüz boyunca kurduğumuz düşlerde dönüp dönüp buralara geliriz. Mekân, peteklerinin binlerce gözünde, zamanı sıkıştırılmış olarak tutar. Mekân buna yarar. Bilinçdışı orada geçirir gününü. Anılar hareketsizdir. Mekâna yerleştikleri ölçüde sağlamlaşırlar. Bilinçdışı kendi mutluluk mekânına yerleşir.
Çocukluğumuzu geçirdiğimiz eve seneler sonra yeniden gitsek bile “ilk merdiven” reflekslerine yeniden kavuşuruz, kapı eşiğine takılmayız ya da gıcırdayan tahtaya yine basmayız. Işığı nereden açacağımızı düşünmeyiz. Yıllar sonra o eve tekrar döndüğümüzde o ilk hareketlerin içimizde canlı kaldığım görmek bizi şaşırtır. Alışkanlık denemez buna; o unutulmaz evi hiç unutmayan bedenimizin tutkulu bağıdır ancak.
Modern dünya sadece aileyi ve ilişkileri dönüştürmüyor; huzur içinde düş kurmamızı sağlayan, düşlerimizi koruyan evimizi de dönüştürüyor. Modern birey gibi, evler de doğallıktan uzaklaşıyor. Modern insan, yüksek duvarlarla çevrili siteler içinde güvenlik ve konfor ararken, yitip giden komşuluk ve mahalle ilişkilerinin yerine koyacak şey bulmakta hayli zorlanıyor, özellikle büyük şehirlerde yaşayan bireylerin durumu daha karmaşık görünüyor.
Mahremiyet odaklarının kaybolduğu, yalnızlığın ve sessizliğin hor görüldüğü, çocukların tüm boş zamanlarının ev dışı sosyal/eğitsel etkinliklerle doldurulduğu günümüzde, çocukların evde sıkılması ve hayal kurması uzak bir düş artık. Ev artık sadece çocuklar için değil, yetişkinler için de bir düşleme alanı olmaktan uzaklaşıyor. Telefonlarını ellerinden bırakamayan yetişkinler, oturdukları koltuklarda düş kurmuyor. Çocuklar masanın altında oyunlara dalarak uzak âlemlere kanatlanmıyor. Bilinçdışımız keyifle yerleşeceği bir yer bulamıyor artık. Her büyük hayal, bir ruh halini açığa vurur. Ev, içselliği dile getirir. Ev bir ruh halidir. Bir çocuktan ev çizmesini istemek, mutluluğunu barındırmak istediği en derin düşünü ortaya koymasını istemek demektir. Çocuk mutluysa kapalı ve korunmalı bir ev; sağlam ve derinlere kök salmış bir ev çizecektir, bacasında dumanların oynaştığı.
Çocuk mutsuzsa eğer, çizdiği ev de onun kaygılarından izler taşıyacaktır. Harabeye dönmüş ruhlarımızı yerleştirebileceğimiz bir evimiz var mı? Belki de ruhlarımızın evsizliğidir, evlerimizi ruhsuz kılan.
Hatıralar
İnsan kimliği hatıralarla oluşur. Aile bu bakımdan hatıraların evidir. Aile, bugünün küçük anlarını yarının paha biçilmez hatıraları kılan simyadır. O anlar, hatıralar haline gelmeden kıymetlerini bilmeyiz. Çocukluğumun evinde kurduğum düşleri bugün bile hatırlıyorum. Annemin şefkatli yüzünü, leyli meccani oğlunu evden her uğurlayışında gözünde biriken yaşı ve ruhumu dualarla sarmalayışını. Babama, on bir yaşında bir hazırlık öğrencisi olarak öğrendiğim İngilizce kelimeleri tekrar ederken onun omzunda uyuyakalışımı. Babamla her vedalaşmamızda ağlayışımı ve annemin her sınav öncesi Yasinler okuyarak melekleri imdada çağırışını. Ev benim için merhamet ve şefkattir. Gözetildiğini, ihtimam gördüğünü bilmenin o yumuşak iklimi.
Sokağın san sıcak harareti çocuğun yanaklarıyla boynunu tere batırdığında kavuşulan gölgeli, serin taş basamaklar, evlerin hep açık kapısından girilen loş odalar, pencerelerin önünde usul usul şişip alçalan güneşlik ve tül perdeler, serinlik, ferahlık, aşudelik. Sümerbank pijamalar. Çocuğun çırpınan güvercin kalbinin de usul usul sakinleşmesi; kıpırdayan gün ışığının ayakuçlarında, halıda dolaşan ılık parmaklan; yansımaların camda, metalde kırılması ve çocuğu büyülemesi. Ya da kışlan soğuktan uyuşmuş ağırlaşmış ıslak parmakların sobayı arayan sabırsızlığıyla eve kavuşmak. Ve sobanın desenli ağır demir kapağının açıklığından tavana vuran gül rengi şulenin raksıyla bir daha, hep yeniden büyülenmek. Sobanın diğer vaatleriyle, çıtırtılarıyla, sıcaklığıyla, kokulanyla düşe gömülmek. Akşam soğuktan çıkıp gelen babanın yün paltosundaki dünya kokusu; annenin yumuşak ellerindeki sebze kokusu, evlerin arapsabunuyla pir ü pak edildiği temizliğin kokusu… “Kokular, resimler, sesler, duyduklarımız bizim yeniden hatırlamamızı sağlar ve tüm bunlar sadece bellek değil insanı insan yapan değerlerin de toplamıdır,” demişti Leyla Neyzi. Her bir neslin zahmetle ve çileyle dengini aldığı inançlar, çağrışımlar, değerler, davranış-söyleyiş edaları, sonraki nesillere sirayet eder ve işte budur toplumsal bellek. Hatıralar unutulmasın ve başka insanlar da öğrensin diye satırlarda, sayfalarda saklanıp okunarak da açığa vurulabilir. Ancak bellek insanda yer tutsun ve ruhun karanlık zamanlarında bir “Kutupyıldızı” gibi yolunu ışıtsın istiyorsak, çocukluğunda bir insanı efsunlamak gerekiyor. Haber kipinde sıkışık nizam cümlelerle değil; nemlenen gözlerle, titreyen ve cıvıldayan bir sesle, sevgi dolu dokunuşlarla, koku ve lezzetlerle çocuğun teninin altına nakşedilecek bir mesaj bu bellek. İnsanın anayurdu, buhurdan gibi tüten çocukluğudur.
Ev, tıpkı dünyanın güneşin altında her kıpırtısında aldığı ışığın gölgesinin değişmesi gibi, her an için yeniden başladığı fısıltılarıyla, çocuğun benliğini günbegün, anbean dokuyor. Belleği, yaşantının olgularında, sözlerin metninde aramak nafile; Geçmişimiz, onlar bozulmaya, tağyire, takılıp çıkarılıp değiştirilmeye karşı savunmasızlar. Geçmişimiz, yorumlarken gördüğümüz bir düş. Ama çocukluğun ihsasları; keder,hüzün makamındaki buhuru veya sevinç, neşe tınısındaki itin; o duyguların eşlik ettiği tepkinin ruhun diplerinde saklı damgası, ânın çarpıntısı içinde gelip buluyor bilincimizi. Evin muazzez hatırasını içimizde dolaştırıyoruz. Ya da yoksun bırakılmış, görülmemiş, sevilmemiş bir çocuksanız, evsiz bırakılmanın ıssızlığını.
Chloe Zao’nun filmi Nomadland, “Göçüp gitmek zorunda kalmışlara adanmış bir film”, bir modern göçerlik hikâyesi: Bir çatı altında, yumuşak bir yastığa baş koyarak uyumaktan ürken, evin şefkatine gönül indiremeyenlerin yol destanı. Ev duygusunun kök salmadığı veya hayatının bir döneminde onu yitirmiş insanların zorlu, bağsız ve kestirilemez hayatının panoraması. Çocukluğun evine bağlanamayan, o evin mekan hafızasını kokularla, seslerle, duygularla edinemeyen, o evin harap olduğunu gören ve ev hikâyeleriyle onu yeniden kuramayan insanlar, kendilerini aidiyet ve güvenlik hissinin yörüngesinde tutan ince ibrişimlere sahip olmuyor. Savruluyorlar. Hikâyesiz kalmak, insan benliği için ölüme eşdeğer. Ev hatıra ve hikâye demektir, anlar hatıra olur, hikâye edilir.
İnsan en çok “iyi bir hikâyeyle” ısınır.
Kemal Sayar – Hatıraların Evi
Günümüzde Aile,syf:15-23
0 Yorumlar