Dilin Afetlerini Bildirir

De91Ow4XkAA3Odx-300x173 Dilin Afetlerini Bildirir

Bunda da bölümler vardır:

Birinci Bölüm

Ma lâ yani olan sözün âfet ve zararlarını bildirir. Ma lâ yani söz, onu söylemediğin zaman günâh işlemediğin ve şimdiki halde ve ileride zarar etmediğin söze denir.’Meselâ bir yere yaptığın yolculuğu, yolculukta gördüğün dağları, akarsuları ve her memlekette olan tanınmış kimseleri, onların hal ve tavırlarını anlatman, hikâye etmen bu kısımdandır. Çünkü bu anlatmada senin için ve dinleyenler için zaman harcamak vardır. Dilin her işinden sorumlusun. Hesaba çekileceksin. Eğer o anlatmada fazla veya noksan söyler, yahut nefsin tezkiyesi ile karıştırırsan, sen günâhkâr olursun, arkadaşın da. Meselâ bir kimseye sual edip, oruçlu musun? desen. O da sussa, sen alınırsın; değilim dese yalancı olur. Evet derse, gizli işini açığa vurup, işine riya karıştırmış olur.

Dilin âfetlerinden biri de fuzûlî konuşmaktır. Bu da ihtiyaç miktarından fazla olan konuşmaya denir. Mezmumdur. Evet günâh değildir ve zararı yoktur, amma boş ve lüzumsuzdur.

Biri de, bâtıla dalmak, yani günah olan şeylerde konuşmaktır. Meselâ kadınlara ait hikâyeler, içki meclisleri ve fâsıkların makam ve şöhretlerinden konuşmak gibi. Zenginlerin dünya nimetlerinden istifadelerini ve kötü hallerini anlatmak gibi.

Biri de, haram olup, helâl olmayan sözleri söylemektir. Mâ lâ yani konuşmak veya mâ lâ yaniden çok olanın terki evlâdır. Onda haram yoktur. Lâkin mekruhtur. Çünkü bâtıla girmekten emniyet yoktur. Bid’at olan hikâyeleri ve bozuk mezhepleri anlatmak gibi. Eshâb-ı kiram (aleyhimürrıdvân) arasmdaki muharebeleri, bazısına kırgınlık veya kızgınlık uyandıracak şekilde anlatmak gibi. Yahut bu fikri uyandıran söz etmek gibi.

Dilin âfetlerinden biri de, mira ve mücâdeledir. Bunlar da yasak edilmiştir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): “Bir din kardeşin ile kavga ve alay etme. Aynı şekilde söz verip, yerine getirmemezlik etme!” buyurdu. Buna benzer ifâdeler, hadîs ve haberlerde çoktur. Mira, bazı sakatlıklar göstererek, başkasının sözüne itiraz etmeğe denir. Onu terk etmek ve beğenmemek, itirazı terk etmektir. Sakatlık da, ya sözde veya manada olur. Yahut da, konuşanın kasdında olur. O halde işittiğin her sözü eğer doğru ise, tasdik et; bâtıl olup, din il ilgili değil ise, karışmayıp sus. Sözde sakatlık, bazen marifetin eksikliğinden, bazen dilin taşkınlığından olur. Hangisi olursa olsun, onu açığa vurmanın vechi yoktur. Manada sakatlık şöyledir ki, sen bunda yanıldın demelidir. Kasdında sakatlık da şöyledir: Bu söz doğrudur, amma senin kasdın doğru değildir demelidir. Bu tür itiraz, ilmi bir mesele olursa, cidâl ismine mahsûs olur. Bu da mezmûm olup, susmak vaciptir. Yahut itiraz eden, istifade için sorup, mücâdele, inad ve karşı koyma kasd etmemelidir.

Bunun alâmeti şudur ki, bir başkası tarafından hasmı, doğrusu için uyarılmış olsa, kendisi beğenmez. Belki maksadı, ancak kendisinin onu ilzâm etmesi olup, kendi üstünlüğünü meydana çıkartmaktır. Bunda vacip olan, terki günâh olmayan ve fakat izhârı kendi üstünlüğünü meydana çıkarmak olan şeyde susmaktır. Bu durum, büyüklük ve ululuk iddia etmekten ve başkasını kusurlu ve eksik görmekten meydana gelir. Bu sıfat, yırtıcı ve saldırgan hayvan sıfatlarındandır. Bunun da en kötüsü, mezhepler ve akaidde olandır. Zira o sözde, sevap düşünüp, tabiatı din ile kuvvetlenmiş olur. Lâkin bu tam bir hatâdır. Belki insan için lâzım olan kalb sahipleri için ve imân ehli için dilini tutmaktır. Hatta nasihat gerekse bile, lütfedip, yalnızken yapmalıdır. Zira kalbinde, cedel ile bid’at daha çok yerleşebilir. Ancak ona nasihat fayda vermez diye biliyorsa, o zaman kendi nefsi ile meşgul olup. Onu kendi hâline bırakmalıdır.

Afetlerden biri de, husûmettir. Bu da mezmûmdur. Bu mira ve cidalden ötededir. O halde mira, başkasının sözüne mücerred ta’n etmektir. Bu da onda bir sakatlık göstermek için olur. Amma ona bir garazı olmaz. Ancak başkasını aşağılamak, kendisinin zeki, bilgili ve akıllı olduğunu göstermek maksat olur. Cidâl ise, mezhepleri izhâr ve takrire âit olan mira’dan ibârettir. Husûmet ise, bir hak ve maksudun ifâ edilmesi için sert dilliliktir. Bu da bazen iptida, bazen itiraz olur. Mira ise, elbette, geçmiş bir söze itiraz ile olur. Ancak din ile, hakkı izhar için muhasame etmelidir. Bunda da israfa varmamak, ileri gitmemelidir. İhtiyaç miktarından çok inad ve sertlik göstermeden olmalıdır. O zaman yapması haram olmaz. Lâkin terki evlâdır. Bu da, terke imkân olduğu zamandır. Zira husûmet sudûrdaki, kalplerdeki kin ve hasedi arttır. Gadabı’ tehyiç eder. O kin, aralarında kalır. Az da olsa, hatırı teşviş ettiği, karıştırdığı zâhirdir. Hattâ namazda bile bunları gideremez. Mira ve cidâlde de böyledir. Husûmetinde vacip olan miktar üzere yetinen kimse, günâh işlemiş olmayıp vebâlden sâlim olur. Lâkin bu hâl pek zordur. Bu sebebtendir ki, terki evlâ olur.

Dilin âfetlerinden biri de, konuşurken, ağzını eğip, damağını çatlatmak, seci’ ve fesahatle kendini zorlamaktır. Burada beğenilmeyen, tekellüfle olan seci ve fesahattir. Yoksa her seci’ ve fesahat demek değildir. Teşbih de bu kabildendir. Yani şiirde kadınlara, kızlara aşk ve sevgi ilân etmek. Çünkü bunlarda da yapmacık ve tekellüf ifâdelerine çok rastlanır. Belki sözden maksat, maksadı anlatmaktır. Onun ötesindeki yapılacak ifâdeler mezmûmdur. Ancak vaaz ve kalblere tesir matlup ise, o zaman güzel söz söylemek câizdir.

Âfetlerden biri de fuhuş söylemek, sövmek, yaramaz sözler konuşmak, dokundurmaktır. Bunların hepsi de yasak edilmiştir ve mezmûmdurlar. Bunun menşei ve madeni hubs ve levmdir. O halde bu tür şeylerden sakınıp, dili bunlardan temizlemek lâzımdır. Meselâ söylenmesi çirkin olan şeylerde, kinâye ve imâ yolunu seçmek böyledir. Meselâ amâ’ yerine lems, büyük abdestin yerine kaza-ı hacet kelimelerini kullanmak gibi. Hanımından bahsetmek istediği zaman, çocuklarının annesi böyle dedi, yahut hücrede, evde olan veyâ bizdeki mestûre şöyle dedi demelidir. Bunun gibi cüzzâm ve basur hastalıklarının ismini söylemeyip, hastalık demekle yetinmelidir. Bu tür Örnekler arttırılabilir.

Dilin âfetlerinden biri de lanet etmektir. İster canlıya, ister cansıza olsun hepsi mezmûm ve kötüdür. Lanetin manası, Allahü Teâlâ’nın rahmetinden tard ve uzaklaştırmaktır. Bu ise, Allahü Teâlâ’ nın rahmetinden uzak olması gereken sıfatları kendinde bulundurandan başkasına caiz değildir. O da küfür veya zulümdür. Meselâ: Allah’ın laneti zâlimlere olsun veya Allahü Teâlâ kâfirlere lânet eylesin, demelidir. Lânet kelimesi gayet tehlikelidir.

İnceleyin:  Tekfir Meselesi

Üç derecesi vardır:

Birinci derecesi: Umûmi olarak lânettir. Kâfirlere, bid’at sâhiblerine ve fâsıklara lânet gibi.

İkinci derecesi: Ondan daha husûsi ve sıfatlarını bildirerek lânettir. Yahudiye, Hıristiyan, Mecusiye, Kaderiye, Haricîlere, Râfızilere, Zânilere faiz yiyenlere, zulüm edenlere ve bunların emsâline lânet gibi. Bunların hepsi caizdir. Lâkin bid’at sâhibine lânette zorluk vardır. Çünkü bid’atı tanımak zordur.

Üçüncü derecesi: Belli bir kimseye lânettir. Bu caiz değildir. Ancak şer’an lânet edilmesi sâbit olana lânet câizdir. Firavun ve Ebû Cehil gibi. Amma belli bir Yahudiye lânet etmek, meselâ Hakkın lâneti üzerine olsun, eğer kâfir olarak ölürse demelidir. Bu câizdir. Amma mutlaka lânet edip, böyle bir ihtimali vermemek iyi değildir. Bunda şüphe ve tehlike vardır. Zira bazen, Islâma gelip, Allahü Teâlâ’ya yakın iken, can verebilir. O zaman mel’ûn olmaz.

Bu tür lânet bir müslümana rahmetullahi aleyh, yani Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun demeğe kıyas edilmez, benzetilmez. Yani eğer sorulursa ve buna göre bir müslümana, ölmeden önce Allah’ın rahmeti üzerine olsun demek nasıl câiz olur; belki ömrünün sonunda imânı gidebilir denirse, cevabında şöyle deriz ki, bu söz, ona kıyâs edilmez. Çünkü müslümana rahmet dilemek, Allahü Teâlâ onu İslâm üzere sâbit eylesin, dinden ayırmasın demek olup, rahmet İslâm üzere olmasını istemektir. Amma kâfire lânet edilse, maksat, Allahü Teâlâ onu küfür üzere bulundursun, kâfirlikten ayırmasın demek olup câiz değildir. Birinde sebep rahmet, diğerinde lânet olduğu için. Çünkü başkasının küfrüne râzı olmaktır. Buraya kadar kâfire lânet olunmasından bahsedildi. Fâsık veya bid’at sâhibine lânet edilmesinin câiz olmaması, evleviyet iledir. Ancak özel bir şahsa lânet, Maden-i Risâlet cenâbından (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirilmiş olup, Ebû Cehil ve tâifesi gibi, bildirilmiş ise câizdir. İcmal üzere, şahıslara lânet olunmada tehlike vardır. Bundan sakınmak lâzımdır.Amma iblise lanet konusunda sukutta batar ve zarar yoktur. Nerde kaldı ki, başkasına lânet olsun.

Yezide lanet konusuna gelince, lânet etmemek daha doğru yoldur. Zira onun kendisinin öldürttüğü, yahut öldürme emri verdiği, yahut öldürülmesine razı olduğu veya sevindiği sabit değildir. Sabit olduğunu kabul etsek de, tövbesiz öldüğü sâbit değildir. Evet, eğer Hazret-i Hüseyin’in (radıyallahü anh) katili, tövbesiz vefat etti ise, ona lânet caizdir.

Dilin âfetlerinden biri de, şiir inşâ etmektir. Çünkü şiir, güzeli güzel, çirkini çirkin olan sözdür. Lâkin onun için tecerrüd mezmûmdur. Evet inşad ve nazm etmek, içinde kerih sözler ve yalanlar olmayınca, haram değildir. Amma mübâlağa şiir sanatındandır. Resûlullah’m (sallallahü aleyhi ve sellem) meclisinde, mübâlağalı şiirler inşad olunmuştur.

Afetlerden biri de, mizahtır. Aslı mezmûm ve yasaktır. Mizah şaka demektir. Ancak az ve zararsız olursa caizdir. Mezmûm olan, devamlı olandır. Çünkü o, oyun ve boş şeylerle meşgul olmaktır. Oyun ise, mubah olup, devamlı olması mezmûmdur. Bunda ifrat da mezmûmdur. Zira o, çok güldürür. Çok gülmek ise, kalbi öldürür. Bazen kin ve gareze de sebep olur. Heybet ve vakarı kırar. O halde, bu say dıklarımızın dışında olan derecesi, mezmûm olmaz. Resûlullah efendimizden vâkî olan mertebesi de budur. Buyurdu ki: ‘Ben şaka ederim, amma elbette doğrudan başkasını söylemem.” Lâkin ondan başkasına bu kapı açılabilir. Yani maksadı, insanları güldürmek olur. Ne şekilde olursa olsun, o zaman mezmûm olur.

Âfetlerden biri de maskaralık ve alay etmektir. Eziyet olduğu zaman bunlar da haramdır. Maskaralık, hakaret ve ihânettir. Ayıp ve noksanlara tenbîhdir. Fakat öyle söyler ki, insanlar güler. Bazen iş ve sözde hikâye, bazen imâ ve işâret ile olur. Bu istihza olunan, alay edilen kimsenin yanında olursa gıybet ismini almaz: amma onda da gıybet manası vardır. Bir kimsenin yazısına, sözüne, sanatına ve şekline gülmek de bu kabildendir. Amma alay edilen kimse, maskaralık edip bundan üzülmeyen kimselerden ise, belki de seviniyor, memnun oluyorsa, o zaman mizâh, yani şaka kabilinden olup, onun hükmünü alır.

Dilin âfetlerinden biri de, sır ve gizli şeyleri ifşâ etmek, açığa vurmaktır. Bu da yasak edilenlerdir. Çünkü onda tanıdıklar ve arkadaşlar hakkında ezâ ve tehâvün vardır. Bu ise haramdır. Tabiî ki zaran olduğu zaman haram olur. Yahut levmdir, ayıplamadır. Zararı olmadığı zaman böyledir.

Dilin âfetlerinden biri de, yalan yere söz vermektir. Çünkü dil, bu konuda mahirdir. Amma bazen nefsi verdiği sözü tutmaya önem vermeyip, sözünü yerine getirmez. Bu ise nifâk işâret ve alâmetleridendir.

Afetlerinden biri de, söz ve yeminde yalancı olmaktır. Bu ise çirkin günâhlardan ve fahiş ayıplardandır. Ancak iyi bir işle, yani şeriatın bu konuda müsaade ettiği yerde, o işi yapmak için olursa câizdir. Çünkü dil, maksada vesiledir. O halde bir maksada yalan konuşmakla ve doğru söylemekle erişmek mümkün ise, onda yalan söylemek haramdır. Şeriatın izin verdiği şeyde, yalnız yalan söylemekle yapılıyorsa, mubahtır. Maksat mubah ise mubah, maksat vacip ise, vaciptir. Meselâ doğru söylemekle mazlûm bir müslümanın öldürülmesi lâzım gelse, onda yalan vaciptir. İki müslümanı barıştırmak, yalan söylemeden olmuyorsa, yalan mubah olur. Lâkin bu kapı, ancak zarûret miktarınca aralanır. Ancak böylece yalana alışmamış olur. Ayrıca bunda büyük gurur, yani aldanma vardır. Çünkü bazen sebep nefsi ve maksatlı olmuş olur. O halde bilinmelidir ki, maksat olan iş ve husus şeriatta doğrudan tamam mı veya eksik mi olduğunu bilmektir. Bunu bilebilmek ise, gayet zordur. O halde terki daha evlâdır. Ancak terk edilemiyorsa istisna olur. Tergîb ve terhib, yani teşvik ve korkutma hakkında mevdu hadîslerin câiz olduğunu sananlar da bu kabildendir. Bu büyük hatâdır. Zira bu maksat, Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) yalan isnat etmek günâhından önemli olamaz. Çünkü yalan en büyük günâhlardandır.

İnceleyin:  Ahlak Estetiği

Selef âlimleri demişlerdir ki, tarizde yalandan kurtuluşa cevâz vardır. Yani bir sözün iki tarafı, yani iki manası olur ve dinleyen bir ve kolay anlaşılan manasını anlar, halbuki söyleyenin maksadı diğer manası olmak, bu ikinci manayı kastetmek câizdir. Bununla yalan söylemekten kurtulur. Bu tür tariz, Hazret-i İbni Abbâs’dan (radıyallahü anhüma) ve başkalarından bildirilmiştir. Aynı şekilde Hazret-i Ömer’den de (radıyallahü anh) bildirilmiştir. Ancak bunun da cevazı, bir zarûret olduğu zamandır. Yoksa tasrih de, ta’riz de câiz değildir. Lâkin ta’riz ehvendir. İbrâhîm-i Edhem’i (kuddise sirruh) istemediği bir kimse, evinden arasa, hizmetçisine, git, o gelene, (mescide bak) söyle derdi. Burada değildir demezdi. Deseydi o zaman yalan olurdu. Hazret-i Şa’bî (rahmetullahi aleyh) bir dâire çizdirip, hizmetçisine, parmağını bunun içerine koyup, burada değildir dersin derdi. Amma bunların hepsi ihtiyaç zamanındadır. Yoksa mekruhtur. Çünkü yalanı tefhim ve hatırlatmaktadır. Lâkin ta’riz, küçük bir maksat sebebiyle de olsa, mubah olur.

Meselâ mizâh yani şaka ile bir kimsenin gönlünü hoş etmek, gibi. Nitekim Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) bir yaşlı ihtiyar hanım, ben Cennete giremez miyim?  diye sorduğu zaman: ‘İhtiyar kadınlar Cennete girmez” buyurdu. (Çünkü kadınlar ve erkekler Cennette ihtiyar olmazlar. Otuz üç yaşında olurlar). Bir başka kadına “Senin zevcinin gözünde beyaz vardır” buyurdu. Kadın hayır dedi. Gözünde beyazı olmayan insan var mıdır? Buyurdu. Hanımın biri beni deveye bindirin deyince: “Seni deve yavrusuna bindirelim ” buyurdu. Deve yavrusu insan taşımaz deyince: “Anası olmayan, yani yavru ismi almayan deve var mı?” buyurdu. Bu şekilde şakalar Resûlullah’dan bildirilmiştir. Gönül almak, teselli etmek için olan yalan fısk değildir, lâkin terk olunur. Nitekim bazı kimseler, oyun olsun diye, bazı ahmakları kandırıp, bir kadın seninle evlenmek ister derler. Eğer onda da zarar ve eza olursa, o da haram olur. Bir kimsenin, bir başkasına, seni yüz kere aradım demesi şeklinde olan yalandan fısk icap etmez. Çünkü maksadı sayı bildirmek değil, belki çok aradığını bildirmektir. Eğer çok aradıysa günâhkâr olmaz.

Gıybet çeşitlerinden biri de kalb ile gıybettir. Bu sü-i zandır. Yani kalbiyle bir kimsenin hâlinin kötülüğüne inanmak ve hüküm etmektir. O da haramdır. Amma hâtıra ve hadîs-i nefs cinsinden olanlar, hattâ şüphe af edilmiştir. Sü-i zannın alâmeti ve onu hadîs-i nefsden ayırmanın yolu şöyledir ki, sü-i zanda kalb değişir. Bu değişme meydana gelen bir iş sebebiyle olur. O sebepten ondan nefret edip, o kimseden uzak durup, bu hal onu meşgul eder. Ona riayet ve riayetsizliğinden fütur gelir.

Sü-i zannın neticelerinden biri de, tecessüs edip, işin hakikatini incelemek ve öğrenmek için araştırmaktır. Bu da yasak edilmiştir. Nitekim Allahü Teâlâ ‘Tecessüs etmeyiniz” buyuruyor.

Gıybet için altı özür vardır. Onlar olunca gıybete ruhsat vardır:

Birincisi: Kendisine zulüm edilmiş olmaktır. Bu da, zâlimin kötülüklerini bildirmeden mümkün değildir.

İkincisi: Bir münkeri değiştirmek veya ona engel olmak veya âsiyi doğru yola getirmek için yardım istemektir.

Üçüncüsü: Filân kimse bana zulüm etti: Onun hükmü nedir diye fetva sormaktır. Lâkin burada da evlâ olan, ismini söylemeden, bir kimseye şöyle zulum edenin hakkında ne dersin diye sormaktır.

Dördüncüsü: Müslümanları bir kimsenin zararından korumaktır. Bunda ismini söylemek lâzımdır.

Beşincisi: İsmi, aybını izhâr etmektir. Topal veya gözü yaşlı demek gibi. Bunu söyleyen günahkâr olmaz. Evet, o isimden başkası ile anlatmak mümkün ise, o daha uygun olur. Belki a’maya basîr derler, noksanlık isminden kaçınmak için.

Altıncısı: Aleni fısk ve günâh işleyendir. Onun ismini bildirmekten kaçınılmaz. Mekrûh dahi değildir. Onu ismiyle söylemekte günâh yoktur.

Gıybetin kefareti, pişmanlık ve tövbedir. Ve yaptığına teessüftür. Sonra gıybet ettiği kimse ile helalleşmektir. Tâ ki o da helâl edip, hakkı kalmaz. Burada uygun olan helâl etmesini dilerken, üzüntülü, pişman ve yaptığına teessüf eder halde olmaktır. Pişman olmadan helâllik dileyen mürâidir, iki yüzlüdür. Bu ise ayrıca bir günâhtır. Bazı âlimler, ırzın, namusun, mal gibi karşılığı yoktur. Bunun için helâllik dilemek vacip değildir demişlerdir. Bu söz zayıftır. Zirâ, ırzda, kazf haddi vacip olur. Ayrıca deriz ki, gıybette helâllik dilemekten maksat, gıybet yapmakla işlediği zulmün affıdır. Helâlin harama, haramın helâle dönüşmesi değildir. Nitekim böyle sandıkları için, helâlleşmek mümkün değildir demişlerdir.

Dilin âfetlerinden biri de, medihdir, övmedir. Bunun da altı âfeti vardır. Dört âfeti metheden için, ikisi de methedilen, övülen kimse içindir.

Birinci âfet: Bazen medihte, yani övmede ifrat edip, yalan mertebesine varır.

İkinci âfet: Bazen övmede bulunur. Çünkü methettiği halde, kalbinde tersi bulunur.

Üçüncü âfet: Bazen tam anlayamayıp, esasına varamayıp, muttali olmadığı, manasını iyice bilmediği ve bundan ötürü mahzurunu anlayamadığı sözler söyler.

Dördüncü âfet: Bazen zâlim ve fâsık da medh olunur.

Beşinci âfet: övülen hakkındadır. Övme, kendisine kibir ve ucub gelmesine sebep olur. Bunların ikisi de kalbin helâkine götürür.

Altıncı âfet: Kendisini hayırla, iyilikle andıkları zaman, memnun olur, sevinir. Nefsinden kendinden razı olup, yapması gerekli işleri ve kusurlârını tedârik için olan amellerindeki kusurları tedârik etmez. Bunun için ameldeki gayreti az olur. Zira maksadına, gayesine kavuştum zan eder.

Dilin âfetlerinden biri de, konuşurken olan yanılmalardır. Kelâm ilminde, özellikle Hak Teâlâ’ya ve sıfatlarına âit olan konularda.

Dilin âfetlerinden biri de, avamın Allahü Teâlâ’nın zâtından ve sıfatlarından sormasıdır. Zirâ küfre sebeb olur. Avamın hâli, kendine uygun olan ibâdetlerle meşgul olması ve Kur’ân-ı Kerîm’de varid olanlann hepsine imân edip tasdik etmesi ve Hazret-i Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) getirdiklerinin hepsini teslim ve tahkik etmesi, yani hepsi doğrudur demesidir. Bu konuda konuşmamalı, sormamalıdırlar. Akaid ilmini dedikodu hâline getirmemelidir. Onların ibâdete ait olanlardan başka şeyler sorması, sü-i edebtendir. Çünkü onunla azab ve gazaba müstahak olur. Hattâ küfür tehlikesi ile karşı karşıya gelebilir.

Taşköprülüzade Ahmed Efendi – Mevzuatul ulum,c.2,s.1384-1392

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir