“Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleşin, orada olandan istediğiniz şeyi bol bol yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz” dedik. (Kur’an, 2/35).
İnsanı başka canlılardan ayıran özelliklerden biri de, kendisinin ne olduğunu merak etmesidir. İnsan, kendisinin ne olduğunu, nerden gelip nereye gittiğini merak ediyor. Böylece kendisini çeşitli görüngülere göre çeşitli biçimlerde sınıflıyor, kendini bir yerlere yerleştiriyor ve kendisine bir de o yerden bakmayı deniyor. Ama her seferinde, insan, kendini, son tahlilde eyleyen bir varlık olarak belirliyor. Kuşkusuz başka canlılar da hareket ediyor, hayvan kısmı da, uçsuz bucaksız bozkırların ortasında bir o yana, bir bu yana koşup durur; otobur türünden olanlar otlanır, etobur olanlar avlanır ve böylece hayatlarını sürdürürler. Ama bir hayvan için yiyeceğini bilinçli biçimde seçmesi diye bir olay söz konusu değildir. Hayvan, fıtartının gerektirdiği şey her ne ise onu yemekten başka bir seçeneği kullanma yetisiyle donatılmış değildir. Kendisine zarar verecek bir yiyeceğe o kendiliğinden yaklaşmaz. Ama insan, yalnızca kendisine yaraya olanla değil, her şeyle ilgilenir, her şeyi merak eder.
Bir rivayete göre, Âdem aleyhisselam, Cennette bir uykudan sonra uyandığında Hz. Havva’yı görünce: “Sen kimsin? Niçin geldin?” diye sordu. Hz. Havva: “Ben sana zevce olarak yaratıldım.” dedi. Âdem aleyhisselam, Hak Teala’ya: “Bu ne cinstir ki, onu sevdim ve ona bağlandım?” diye sordu. Hak Teala şöyle buyurdu: “Sen benim kulumsun, seni topraktan yarattım. Adım Âdem koydum. O da benim kulumdur. Admı Havva koydum.” Âdem aleyhisselam: “Ya Rabbim, kalbim ona meyletti, sanki ciğerimden bir parçadır.” dedi. Hak Teala da: “Onu senin için yarattım. Benden onun için bir şey iste.” dedi. Âdem aleyhisselam: “Ya Rabbi, ne isteyeyim?” dedi. Hak Teala: ‘Takva ve salih amel iste.” buyurdu. Hak Teala hazretleri, Adem aleyhisselam ile Hazreti Havva’nın nikâhlarını kıydı ve onlara: “Ey Âdem ve Havva! Cennetimde oturun, meyvelerimden yiyin. Şu ağaca yaklaşmayın. İkinize de selam ve rahmetim olsun.” dedi.
Allah’ın, insana yönelik “şu ağaca yaklaşmayın” tembihi, insanı tam da onun varlık yapısından kavrayan bir uyarıdır. İnsan, aslında, özgür olarak yaratılmıştır. Yaklaşılmaması istenen ağaç kendiliğinden kötü değildir. 0 ağacın buğday olduğu söyleniyor. Buğday, insanın bu dünyadaki başlıca gıdasıdır. O ağaca yaklaşılmamasıdaki hikmeti, insanın bazı şeylerden yasaklanabilmesi’nin sembolü olarak açıklamak gerekiyor. İnsanın özgür bir varlık yapısıyla donatılmış olması keyfiyeti de ancak bu suretle ortaya çıkıyor. O ağaca yaklaşılmaması hususundaki tembih, insanın, bilkuvve o ağaca yaklaşabilecek bir eğilim içinde bulunmasıyla anlam taşımaktadır. Yani insanın fıtratında zaten o ağaca yaklaşma hususunda bir eğilim bulunmasaydı, ona, o ağaca yaklaşmaması gerektiği yolundaki tembihin de anlamı kalmazdı.
Konu, aslında, insanın özgürlüğüyle, onun özgür yaratılmış fıtratıyla ilgilidir. İnsan, o ağaca yaklaşmaktan men edilmiş olmasaydı, kendisinin özgür olduğunu anlaması da mümkün bulunmayacaktı. Nitekim melekler ve hayvanlar, her ne yapacaklarsa onu ve yalnızca onu yapabilirler. İnsansa, başka şeyleri ve mesela o yasak ağaca yaklaşma imkânı ile de donatılmışken onu yapmaktan men edilmektedir. Çünkü o özgür yaradılıştadır. Gerçi hayvana da yemesi ve yememesi gereken şeyler vah- yedilmiştir: o da ancak yemesi gereken şeyleri yer. Ancak hayvan yememesi gereken yiyeceğe yönelme yetisinden mahrumdur. Hayvan yememesi gereken şeye zaten meyletmez. İnsansa, yapması ve yapmaması gereken şeylerin tümüne meyillidir. Onu, bu meylinden alıkoyansa iradesidir. Yani bir şeyi isteme ve istememe hususundaki karar verme yetisi.
Bu durum, insanın maceracı tavrının da kökenini oluşturuyor. Nitekim Kuran’dan insanın şu özelliğini de öğreniyoruz: “Bundan evvel biz, Âdem ile ahd etmiştik. O bunu unuttu. Biz onda bir azim bulamadık./Meleklere: ‘Âdem’e secde edin’ dediğimizde hepsi secde etti. Ancak İblis secdeden çekindi./Biz de: ‘Ey Âdem! Bu, sana da, zevcene de düşmandır. Sakın sizi Cennetten çıkarmasın, sonra meşakkate düşersiniz’ demiştik./Çünkü sana orada ne acıkma ne de çıplaklık vardır. /Ve sen orada susamazsın ve güneş sıcaklığı da çekmezsin./Şeytan ona vesvese verdi ve: ‘Ey Âdem! Seni ebedîlik ağacına ve son bulmayacak bir devlete delalet edeyim mi?’ dedi./Bunun üzerine ikisi de ondan yediler…” (XX/115-121).
İnsanda bir azim bulunmaması, onun özgür varlık yapısıyla doğrudan ilişkilidir. Hayvan ve melek taifesi, yaratılmış oldukları günden bu yana, kendi varlık yapıları üzerinde sabit biçimde duruyorlar. Çünkü onların bu yapılarının dışına çıkabilecek özellikleri yoktur. Onların yaptıkları amelin dışında başka bir ameli seçme imkânları da yoktur. Onlar her ne iseler öyle kalmaya ve her ne yapıyorlarsa onu yapmaya zorunludurlar. Böyle olduğu için onların sorgulanması da söz konusu değil. Sorgulandıklarında ise (faraza) diyecekleri, onların, yaptıklarından başka bir şeyi yapmaya muktedir olmadıkları biçimindeki cevaplan olacaktır. Oysa insan için yaptığından başka yapabileceği daha çok sayıda bir imkânlar spektrumu bulunmaktadır. İnsanın, şeytana karşı uyarılmasının sebebi de, onun, bu husustaki eğiliminden başka ne olabilir? Hayvan veya melek taifesinin varlık yapısında şeytana uymalarını sağlayacak bir yetileri ve yetenekleri mevcut değildir.
Hayvan ve melek için “her şey” mubahtır. Çünkü onlar yalnızca kendilerine mubah olanları yapabilirler. Yapabileceklerinden başkasını yapmaya muktedir olmadıkları için yaptıkları şeylerin tümü onlara mubahtır. Oysa insan, potansiyel olarak her şeyi yapabilir; her şeyi yapmaya muktedir olduğu için de, ona “yapmaması gerekenler” hususunda sınırlar belirlenmiştir. İnsanın insan olarak tecelli edebilmesi de, onun bu sınırlara uymasıyla ortaya çıkar, çıkıyor. Nitekim örtünmek de insana mahsus bir eyleme türüdür ve şeytana uymakla çirkin yer’ leri kendilerine açıldı ve onlar yeniden örtünmeleri gerektiği hissini duydular. Fakat bir imkân olarak düşünüldüğünde insan için örtünmemek de mümkün kılınmıştır. Fakat bütün bu kısıtlamalar, insanın özgür yaratılmış olan varlık yapısının sonuçları olarak ortaya çıkmaktadır. İnsanın, Cennette, Cennetin tanımı gereği, kaideten her şeyi yapabilme ve her zevki tadabilme imkânı varken, onun şeytana ve yasak ağaca karşı uyarılmış olması (bunlarla sınırlanmış olması) anlam taşıyor. Dos- toyevski’nin Tanrı yoksa her şey mubahtır” sözü, bu bağlamda, aslında bir bakıma insanın varoluşsal (ontik) yapısıyla ilişkilidir. Tanrı demek, bu bağlamda, sınır koyucu demek olur. Sınır koyucu, insana, temel olarak iki belirlemede bulunuyor: biri şeytan, öteki yasak ağaç.
Yasak ağaç sınırı, insanın bizzat nefsanî eğilimleriyle ilintilidir. Şeytansa ruhanî sferdeki eğilimleri hususunda bir işarettir, insanın yasak ağaca doğru eğilimi bulunmasaydı şeytanın iğvası da saçma kalırdı. Öte yandan, insanın, şeytanın iğvasına kapılması, onun aynı zamanda ebedî kalmak, çökmez bir mülk ve saltanat sahibi olmak kabilinden ruhi eğilimlerinin de bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Bunu böyle de söylememiz mümkündür: insanın özgürlük alam içinde yapabileceklerinin sınırı hem şeytanın, hem de kendi nefsinin taleplerini içine alıyor. Öyleyse, insanın, insan olarak tecelli etmesini bu iki sınırla kısıtlamak ve bu kısıtlama içinde onun insan olarak tecelli edebileceğini söylemek de mümkün hale geliyor. Özgürlük de, bu çerçeve içinde kendi tanımını bulabilir. Şöyle ki, özgürlüğü, yalnızca bir şeyi ifa etmekle mukayyet kılmayıp, onu aynı zamanda bir şeyi yapmaktan vazgeçme olarak da tanımlayabilmeliyiz. Bu durumda, özgürlük, insanın, bir imkân olarak yapmaya muktedir olduğuyla değil, bunu da içine alarak bir şeyi yapabilecekken ondan içtinap etmeyi de tanımına dâhil eder. Bu da, sınırlara riayeti, yasa (veya sınır) koyucunun getirdiği sınırlara insanın özgür iradesiyle teslim olabileceği hususundaki bir özelliğini belirler. Bu özellik, insandan başka mahlûkta bulunmuyor: teslimiyete özgürlükle ulaşmak veya teslimiyeti özgürlüğünü kullanarak elde etmek yalnızca insana mahsus bir haslet olarak görünüyor.
Rasim Özdenören-Eşikte Duran İnsan
0 Yorumlar