Resulullah’ın (a.s) Sünneti Hakkında
BİRİNCİ MESELE:
Sünnetin mânâsı: Sünnet kelimesi bir ıstılah olarak çeşitli anlamlarda kullanılır:
Sünnetin birinci mânâsı: Sadece Hz. Peygaraber’den nakle-dilegelen, bizzat Kur’ân tarafından ele alınmayan, aksine Hz. Peygamber tarafından beyan edilen şeylerdir. Bunların Kur’-ân’m genel olarak getirdiği esasların beyanı mahiyetinde olup olmaması arasında fark yoktur.[1]
Sünnetin ikinci mânâsı: “Bid’at” m karşıtı anlamındadır. Meselâ bir kimse Hz. Peygamber’in davranışına uygun harekette bulunduğu zaman “Falan kişi sünnet üzeredir” denilir. Burada söz konusu davranış şeklinin Kur’ân’da açıklanmış olup olmaması[2] arasında fark yoktur. Aksi şekilde harekette bulunduğu zaman ise “Falan kişi bid’at üzeredir.” denilir. Öyle gözüküyor ki, sünnetin bu kullanılış şeklinde dikkate alınan husus sadece şeriat sahibinin yani Hz. Peygamber’in ameli[3] olmakta ve “sünnet” tabiri işte bu açıdan kullanılmakta; yapılan fiilin Kitab’m bir gereği olup olmadığı noktasına bakılmamaktadır.
Üçüncü anlamı: Sünnet sözcüğü, sahabenin işleye-geldikleri şeyler anlamında da kullanılmaktadır. Sünnet diye isimlendirilen bu şeylerin Kitap’ta veya sünnette olup olmamasına[4]da bakılmamaktadır. Çünkü bu halleriyle onlar:
a) Ya kendilerince sabit olan fakat bize kadar ulaşmayan bir sünnete tâbi olmuşlardır.
b) Ya da üzerinde tümünün veya halifelerinin icmâ ettiği bir içtihada[5]dayanmışlardır.
Onların bir konuda görüş birliği etmeleri, (serî delillerden biri olan) icmâ olmaktadır. Halifelerinin icmâı ise, aslında tüm sahabenin icmâı anlamına gelir.[6] Çünkü maslahat gereği tüm insanları o şey ile amel etmeye sevketmeleri ve bu arada sahabenin böyle bir davranışa karşı herhangi bir tepki göstermemesi, onların da o hükme katıldıklarını gösterir.[7]
Bu durumda mürsel maslahatlar[8] ve istihsân(a dayalı uygulamalar) sünnetin bu sonuncu kullanılış şekli altına girer. Nitekim sahabe devrinde gerçekleştirilen içki cezasının seksen sopaya çıkarılması[9], zenâatkârların tazminle sorumlu tutulması[10], Kur’ân’-ın bir mushaf halinde toplanılması[11], bütün insanların Kur’ân’ı yedi çeşit okuma şekli içerisinden (ahruf-ı seb’a) tek bir şekil üzere okumalarının sağlanması,[12] divanların kurulması[13] ve benzeri[14] uygulamalar bu kabildendir. Sünnetin sahabe uygulaması anlamında kullanılışının doğruluğuna şu hadis de delâlet eder: “Sünnetime ve hidayete erdirilmiş râşid halifelerin sünnetine yapışın”[15]
Buraya kadar anlatılanları topladığımızda, sünnet sözcüğünün kullanılışının şu dört yönü içerdiği ortaya çıkmaktadır:
1) Hz. Peygamberin sözleri,
2) Fiilleri,
3) Tasvipleri (ikrar, onay).[16] Hz. Peygamber’den sâdır olan bütün bu söz, fiil ve tasvipler ya vahye dayalıdır, ya da—Hz. Peygamber hakkında içtihadın sahihliği görüşüne göre— içtihada dayalıdır.
4) Sahabe ve halifelerden nakledilen uygulamalar. Bu türden olanlar da, her ne kadar söz, fiil ve tasvip (ikrar) gibi üçe ayrılabilirse de, tek bir tür olarak kabul edilmektedir. Zira sahabeden nakledilen şeyler, aynen Hz. Peygamber’den nakledilenler gibi detaylı bir şekilde ele alınmamaktadır.[17]
İKİNCİ MESELE:
Sünnetin Yeri: Sünnet, dikkate alınma bakımından Kitap’tan sonra gelir.[18] Buna şu hususlar delalet eder:
(1)
Kitap kat’î, sünnet ise zannîdir. Sünnette kat’îlik ancak, kısmen söz konusu olabilir; tafsilâtta kat’îlikten söz edilemez. Kitap ise hem genel hem de tafsil üzere kafidir. Kat’î olan, zannî üzerine takdim olunacağından, Kitab’ın sünnet üzerine takdimi lâzım gelir.
(2)
Sünnet, ya Kitab’ı beyan etmektedir ya da ona ilave bir hüküm getirmektedir. Eğer Kitab’ın içeriğini beyan mahiyetinde ise, o zaman sünnet, dikkate alınma bakımından beyan edilene nisbetle ikinci derecede bir yere sahip olacaktır. Şöyle ki, beyan edilecek olan şeyin düşmesi durumunda, beyanın da düşmesi lâzım gelir; bunun aksine beyanın düşmesi halinde ise beyan edilecek olan şey düşmez. Durumu böyle olan birşeyin (yani Kitab’ın) tâbi durumda olana takdimi gerekir. Eğer sünnet, beyan edici mahiyette değil de Kitab’a ilave birşey getiriyorsa, o zaman ona itibar Kitab’a bakıldıktan ve aranılanın onda bulunamamasından sonra olacaktır. Bu da Kitab’ın mertebece sünnetten önde geldiğinin delilidir.
(3)
Bu.konuda gelen naklî deliller vardır. Muâz hadisi bunlardandır: Bu hadise göre, Hz. Peygamber ile, Yemen’e vali gönderdiği Muâz (r.a.) arasında şöyle bir konuşma cereyan eder:
— Ne ile hükmedeceksin?
— Allah’ın kitabıyla.
— Ya onda bulamazsan?
— Rasûhıllah’m sünnetiyle.
—Onda da bulamazsan?
—Reyimle ictihad ederim..[19]
Hz. Ömer, kadı Şureyh’e yazdığı mektubunda ise şöyle demiştir: “Sana bir durum geldiği zaman, Allah’ın kitabına göre hükmet. Eğer Allah’ın kitabında hükmü olmayan bir durum karşına çıkarsa, Rasûlullah’ın verdiği hükümle hükmet…” Başka bir rivayette ise şöyle demiştir: “Eğer Allah’ın kitabında bir şey bulursan onunla hükmet ve başka hiçbir şeye iltifat etme.” Hz. Ömer, bu sözün mânâsını bir başka rivayette şöyle açıklamıştır: “Allah’ın kitabında gördüğün şeyi bak al ve o konuda başka hiçbir kimseye bir-şey sorma. Allah’ın kitabında bulamadığın şey hakkında ise, Rasûlullah’m sünnetine tâbi ol!” Buna benzer bir söz İbn Me-sûd’dan da nakledilmiştir. O şöyle demiştir: “Sizden birinize bir dava arzedildiği zaman, Allah’ın kitabı üzere hükmetsin. Eğer Allah’ın kitabında hükmü bulunmayan bir mesele ile karşı karşıya gelirse, o zaman da Rasûlullah’m sünneti üzere hükmetsin.”İbn Abbâs ise, kendisine birşey sorulduğu zaman, eğer o meselenin hükmü Allah’ın kitabında varsa, onunla hükmederdi. Eğer Allah’ın kitabında hükmü yoksa ve o konuda Rasûlullah’tan bir hüküm varsa onunla hükmederdi. Selef ve ulemâ sözlerinde, sünnetin Kur’ân’dan sonra geldiğini gösteren benzeri sözler pek çoktur.
Hanefî usûlcülerin taksiminde yer alan farz ve vacip ayırımı da, Kitâb’m sünnet üzerine takdimi, Kitab’a itibarın sünnetten daha güçlü olduğu esasından kaynaklanır. Bu ayırımın mânâsı konusunda diğerlerinin de farklı düşünmediğini söyleyebiliriz. Bu durumda herkes tarafından kesin olarak kabul edilen sonuç şudur: Sünnet, değerlendirme bakımından Kitap mertebesinde değildir.
İtiraz: Bu sonuç, tahkikçi âlimlerin görüşlerine aykırıdır. Şöyle ki:
(1)
Alimlere göre sünnet, Kitap üzerinde hâkim konumda iken, Kitap sünnet üzerinde hâkim değildir.[20] Çünkü Kitab’ın iki ya da daha fazla durumlara ihtimali olabilir, sonra sünnet gelerek bu ihtimallerden maksûd olanı belirler. Bu durumda sünnete dönülmüş ve Kitab’ın gereği terkedilmiş olur. Keza bazen Kitab’ın zahiri emir olur, sonra sünnet gelir ve onu zahir mânâsından çıkarır. Bu ise sünnetin takdim edildiğinin bir delilidir. Bu konuda şunu belirtmek dahi yeterlidir: Sünnet Kitab’ın mutlakını takyit, umûmunu tahsîs eder ve onu zahiri dışında başka mânâlara yorar. Nitekim bu konular usûl kitaplarında zikredilmiştir. Meselâ Kur’ân, her hırsızın elinin kesilmesi hükmünü getirmiştir. Sünnet ise, koruma (hırz) altında bulunan ve nisap miktarına ulaşan malı çalan kimsenin elinin kesileceğini belirtmek suretiyle Kur’ân’ın getirdiği hükmü tahsis etmiştir. Yine Kur’ân, zahir olan her maldan zekât alınması hükmünü getirirken, sünnet bunu belirli mallara tahsis etmiştir. Allah Teâlâ, kendileriyle evlenmeleri haram olan kadınları saydıktan sonra: “Bunların dışında kalanlar size helâl kılındı”[21]buyurur. Sünnet ise, bu genellemeden bir kadının halası ve teyzesi ile bir arada nikâh edilmesi hükmünü dışarı çıkarır. Bütün bunlar Kur’ân’ın zahirinin bırakıldığını ve sünnete itibar edildiğini gösteren örneklerdir. Bu tür örnekler sayılamayacak kadar çoktur.
(2)
Bir diğer nokta şudur: Kitap ve sünnetin tearuz etmesi (çelişmesi) durumunda usûlcüler, Kitab’ın mı yoksa sünnetin mi takdim edileceği, ya da gerçekten tearuzun söz konusu olup olmayacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir.[22]
Bazıları Muâz hadisi üzerinde eleştiride bulunmuşlar ve aslında onun delil olamayacağını söylemişlerdir. Çünkü gerçekte Ki-tap’ta olanın tümü, sünnetin tümü üzerine takdim olunmaz.[23]Zira (sübût bakımından kat’î olan) mütevâtir sünnet, delâlet bakımından Kur’ân nasslarından geri değildir.[24] Kitab’ın zahiri karşısında vâhid haberlerin durumu ise ictihad mahalli olup tartışmaya açıktır. Bu yüzden de söz konusu olan görüş ayrılıkları[25] meydana gelmiştir. Bunlara göre Muâz hadisinde sözü edilen takdim, daha ko-lay ve kendisine ulaşılması daha yakın olan (Kitap) ile işe başlamaya yorulur. Durum böyle olunca da, mutlak surette Kitab’ın sünnete takdim edileceğini söylemenin bir anlamı kalmaz; aksine hangisinin takdim edilip esas alınacağını delil belirler.[26]
Cevap: Sünnetin, Kitap üzerinde hâkim konumda olmasından maksat, onun öne alınması ve Kitab’ın atılması mânâsına değildir. Aksine bu söz, sünnette ifade edilenin, bizzat Kitap’ta murad olunan mânâ olduğu anlamına gelir. Bu durumda sanki sünnet, Kitab’ın getirmiş olduğu hükümlerin şerh ve tefsiri mertebesinde oiuf. Nitekim: “İnsanlara indirileni açıklayasın diye[27] âyeti de bunun böyle olduğunu gösterir. Meselâ: “Erkek ve kadın hırsızın ellerini kesin”[28]âyetini sünnet açıklayarak, elin bilekten kesileceğini, çalman malın koruma altında ve en az nisap[29]miktarı kadar olacağını belirtmişse, bu haddizatında âyetten murad olan mânâ olmaktadır; bu durumda bu hükümlerin Kitapla değil de sünnetle sabit olduğunu söylememiz doğru olmaz. Aynı şekilde meselâ imam Mâlik ya da bir başka müfessir bize bir âyet ya da hadisin mânâsını açıklasa ve biz de onun gereği ile amel etsek, şimdi bizim “Biz Allah’ın (c.c.) ya da Rasûlullah’ın buyruğu ile amel ediyoruz” demek yerine “Biz falanca müfessirin sözü ile amel ediyoruz” dememiz doğru olmaz. Sünnetin, Kitab’ın getirdiği diğer hükümleri beyanı da aynı şekildedir. Şu halde “sünnetin Kitap üzerinde hâkim konumda olması” ifadesinden maksat, “onun açıklayıcısı olması” demektir. Sünnet tarafından maksat açıklanmışken hâlâ mücmel ve çeşitli mânâlara muhtemel Kur’ân nassları yanında durulmaz; sünnetin gereği alınır. Ancak bu, hiçbir zaman sünnetin Kur’ân üzerine takdimi anlamına gelmez.
Tearuz konusundaki usûlcülerin ihtilafına[30] gelince, Deliller bölümünün başında[31] da geçtiği gibi vâhid haber kesin olan bir kâideye dayandığı zaman, amel konusunda makbuldür; aksi takdirde durup beklemek (tevakkuf) gerekir. Vâhid haberin kesin bir kaideye dayanmış olması demek, Kur’ânî küllî bir mânânın altına girmesi demektir. Nitekim bu sözün mânâsı orada açıklanmıştı. Bu durumda biz, buradaki ile orada açıklanan hususları birlikte ele aldığımız zaman, âyet İle vâhid haber arasındaki tearuzun, aslında iki Kur’ânî asıl arasında meydana gelen tearuz olduğunu görürüz. Bu durumda konu Kitabın sünnetle muârazası olmaktan çıkar ve Kitabın Kitap’la tearuzu halini alır. Dolayısıyla da zannînin kafiye tearuzundan değil; iki kafinin birbiri ile tearuzundan söz edilir.[32] Ancak vâhid haber herhangi bir kat’î esasa dayanmıyorsa, o zaman mutlak surette Kur’ân’ın takdimi gerekecektir.[33]
Üçüncü noktaya[34]şu şekilde cevap verilir: Mütevâtir olarak zikredilen haberlerin hemen büyük çoğunluğu, caiz olan bir işin varsayımı şeklindedir ve sünnet-i nebevîyye içerisinde, olayın vuku bulduğu zamânâ kadar mütevâtir olduğuna hükmedilebilecek hadisler bulmak hemen hemen imkânsızdır. Dolayısıyla konu ile ilgili ileri sürülen itiraz noktası ya vakıada olmayan ya da vukuu çok nâdir bulunan bir hususla ilgilidir; fazla bir önemi yoktur.[35] Allah’u alem! [36]
ÜÇÜNCÜ MESELE:
Sünnet, mânâ bakımından sonuçta Kitâb’a çıkar ve ona dayanır. Dolayısıyla sünnet: Kitab’ın, ya mücmelinin tafsîl edilmesi[37], ya müşkil olanının açıklanması[38] ya da muhtasar olanının izah edilmesidir.[39] Çünkü sünnet, Kur’ân’ın beyanıdır. “İnsanlara indirileni açıklayasın diye sana Kur’ân’ı indirdik”[40] âyetinin delalet ettiği mânâ da bu olmaktadır. Sünnette yer alıp da, Kur’ân’da genel ya da detaylı olarak temas edilmeyen hiçbir şey yoktur.
Keza Kur’ân nasslarının, şerîatın küllî esasları ve kaynağı olduğunu gösteren bütün deliller[41]bu konu hakkında da delil olur. Yüce Allan, Hz. Peygamber hakkında: “Şüphesiz ki sen, yüce bir ahlâk üzeresin”[42] buyurmuş, Hz. Aişe ise bunu, onun ahlâkının Kur’ân olduğunu[43] belirterek açıklamış ve onun ahlâkını[44] beyan konusunda bu ifadeyle yetinmiştir. Bu da gösterir ki, Hz. Peygamber’in bütün sözleri, fiilleri ve tasvipleri Kur’ân’a dayanır ve sonuçta ona çıkar. Çünkü ahlâk nihayet bu şeylerden ibarettir. Sonra Yüce Allah, Kur’ân’ı “herşeyin açıklayıcısı”[45] kılmıştır. Bundan da, sünnetin Kur’ân içerisinde genel olarak mündemiç olması lâzım gelir. Çünkü emir ve nehiy, Kitap’ta yer alan şeylerin başında gelir.[46] “Kitap’ta biz hiçbir şeyi eksik bırakmadik ,[47] “Bugün size dininizi tamamladım”[48]âyetleri de aynı mânâyı verir. Dinin tamamlanmasının, Kur’ân’ın indirilmesi ile olduğu[49] murad olunmaktadır. Şu halde sünnet, sonuç itibarıyla Kur’ân’da olanın açıklanması olmaktadır. Sünnetin, Kur’ân’a dayalı ve sonuç itibarıyla ona çıkmasının mânâsı da işte budur.
Diğer taraftan eksiksiz yapılan istikra da, bunun böyle olduğunu göstermektedir. Nitekim birazdan[50] —Allah’ın izniyle— ele alınacaktır. Deliller bölümünün başında da geçtiği üzere, sünnet sonuç itibarıyla Kitâb’a çıkmakta ve ona dayanmakta; aksi takdirde[51] kabulü konusunda duraksamak gerekmekteydi. Bu, konu ile ilgili yeterli bir esastır.
İtiraz: Bu husus birkaç noktadan dolayı doğru değildir:
(1)
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Hayır; Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar.[52] Bu âyet, Hz. Peygamber’in Bistui Zübeyir lehine Ensârî’den önce bahçesini sulaması hakkında verdiği hüküm sebebiyle inmiştir. Hadis Muvatta (ve diğer muteber hadis kitaplarında) yer almaktadır.[53] Oysa ki bu hüküm, Allah’ın kitabında yoktur. Sonra bu âyet, onun hükmün ağır bir Yine Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey inananlar! Allah’a itaat idin, peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin. Eğer birşeyde çekişirseniz —Allah’a ve âhiret gününe inanmışsa İmlini Allah’a ve peygambere bırakın. Bu, hayırlı ve netice itibarıyla en güzeldir. [54]Meselenin çözümünü Allah’a bırakmak, Resulullah’a bırakmaktır; Rasûlullah’a bırakmak ise, ölümünden sonra onun sünnetine müracaat etmektir.[55]
Allah Teala yine şöyle buyurmaktadır: “Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin, karşı gelmekten çekinin.[56] Daha başka buna benzer, Allah’a itaat ile Rasûlullah’a itaati ayrı ayrı zikreden nasslar vardır. Bunlar, Allah’a itaatin konusunun, Kitabında .emredip yasakladığı şeyler olduğunu, Rasûlullah’a itaatinde Kuranda yer almayan ve bizzat kendisinden gelen emir ve nehiylere tabi olmak suretiyle olacağını gösterir. Çünkü, sünnet eger kuranda mündemiç bulunsaydı, o zaman o da Allah’a itaatten sayılırdı.”O’nun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir bela gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.”[57] buyurur. Bu Ilı, Paygumlmr’i) ait ayrıca itaata mahal bir konu olduğunu gösterir ki, bu da Kur’ân’da yer almayan sünnet olur. Allah buyurur: “Kim peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.[58]Peygamber size neyi getirmişse onu alın ,size neyi yasakladıysa ondan kaçının.[59]Kuranda yer alan deliller göstermektedir ki ,peygamberin getirdiği emir ve yasak ettiği herşey ,hüküm itibarıyla Kurannın getirdiklerine ek olarak katılmaktadır;bu durum onun ayrı bir şey olması,ona ilave birşeyler getirmesi gerekir.
(2)
Sünnetin terk edilerek sadece Kur’ân’a uyulmasını yeren hadisler vardır. Eğer sünnetin içeriği, Kitap’ta bulunsaydı, o takdirde Kitap ile amel halinde sünnet hiçbir şekilde terkedilmiş olmazdı. Bu konuda gelen hadislerden bazıları şöyledir: “Yakında sizden biri çıkar ve şöyle der: ‘İşte Allah’ın kitabı. Onun içerisinde bulunan helalleri helâl kabul ederiz, onda yer alan haramları da haram sayarız.’ Haberiniz olsun! Kime benden bir hadis ulaşır da onu yalanlarsa, bu haliyle o Allah’ı, Rasûlünü ve o hadisi kendisine ulaştıranı yalanlamış olur.” Hz. Peygamber (s.a.) bir başka hadisinde de şöyle buyurmuştur: “Çok geçmez sizden biri koltuğuna kurulur; kendisine benden bir hadis rivayet edildiği zaman şöyle der: “Aramızda ve aranızda Allah’ın kitabı var. Onda helâl olarak bulduğumuzu helâl kabul eder, onda haram olarak bulduğumuz şeyi de haram sayarız.” Dikkat edin! Allah’ın Rasûlünün (s.a.) haram kıldığı da aynen Allah’ın haram kıldığı gibidir. (Tirmizi, İlim 10; İbni Hanbel,2/367, 4/132) Başka bir rivayet de şöyledir: “Sakın ola sizden birinizi koltuğuna kurulmuş (şöyle bir tavır sergilerken) görmeyeyim: Ona emrettiğim ya da yasakladığım şeylerden bir şey gelir de şöyle der: Bilmiyorum (böyle bir şey yok). Biz Allah’ın kitabında bulduğumuz şeye uyarız.” (Ebu Davud, Sünen 5(4/200)
Bu hadisler, sünette, Kur’ân’da olmayan bazı şeylerin bulunduğunu gösteren bir delil olmaktadır.
…Kur’ân tarafından temas edilmeyen sayılamayacak kadar çok şey vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Kadının halası ya da teyzesi ile bir arada nikahlanmasının, ehlî eşeklerin yenilmesinin,dişli yırtıcı hayvanların yenilmesinin haram kılınması[63], diyet, esirlerin fidye karşılığı kurtarılması, müslümanın kâfir karşılığında kısas yoluyla öldürülmemesi… gibi.
Bunlardan bazıları şunlardır:
Kadının halası ya da teyzesi ile bir arada nikahlanmasının, ehlî eşeklerin yenilmesinin, dişli yırtıcı hayvanların yenilmesinin haram kılınması[64], diyet, esirlerin fidye karşılığı kurtarılması, müslümanın kâfir karşılığında kısas yoluyla öldürülmemesi… gibi.
Hz. Ali’nin rivayet ettiği hadiste işaret etmek istediği şeyler de bunlar[65] olmaktadır:
O şöyle demişti: “Yanımızda şunlardan başka birşey yoktur: ALLAH’ın kitabı, müslüman bir kişiye lütfedilen anlayış, bir de şu sahifede bulunanlar[66] Başka bir hadiste de şöyle gelmiştir: Hz. Ali (r.a.) bir hutbe îrad etti. Yanında, üzerinde bir sahife asılı bulunan bir kılıç Vardı. Şöyle dedi: ALLAH’a yemin ederim ki, bizim yanımızda Allah’ın kitabından, bir de şu sahifede bulunandan başka okumakta uldııftumuz başka bir yazılı metin yoktur.” Sonra sahifeyi açtı. Onda (zekât ya da diyetle ilgili olarak) develerin yaşlan vardı. Yine onda şöyle deniyordu: “Medine, Ayr’dan filan yere (Sevr’e) kadar haramdır. Kim orada bir bid’at çıkarırsa ALLAH’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun! ALLAH ondan, ne bir tevbe ne bir fidye kabul etmesin[67]
Ayrıca şu ifadeler vardı:
“Bü-tün müslümanların zimmetleri birdir; bu itibarla en alt mertebede olanları, (eman vermek gibi) onların tümünü bağlayacak sorumluluklar altına girebilir. Kim bir müslümânâ hıyanet ederse ALLAH’ın meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun! ALLAH ondan ne bir tevbe ne bir fidye kabul etmesin!” Sahifede şunlar d^ vardı: “Kim müntesip olduğu kimselerin izni olmadan başka bit-kavme intisap ederse ALLAH’ın, meleklerin ve bütün insanları^ laneti onun üzerine olsun! ALLAH ondan ne bir tevbe ne bir fidye kabul etmesin![68]
Hz. Peygamber e Yemen’e vali gönderdiği Muâz sında geçen konuşma da şöyle olmuştu:
— Ne ile hükmedeceksin?
— ALLAH’ın kitabıyla.
—Ya onda bulamazsan?
—Rasülullahın sünnetiyle.[69]
Daha başka bu mftnfida hadiulur de vardır. Bütün bunlar açıkca göstermektidir ki, sünnette Kur’ân’da olmayan şeyler de vardır.
Bazı âlimlerin: “Kitap, -sünnet için; sünnet de Kitap için bir alan bırakmıştır” şeklindeki sözleri de bu mânâyı ifade etmektedir
(4)
Sadece Kitap ile yetinme düşüncesi, ehl-i sünnetten olmayan nasipsiz kimselere aittir. Çünkü bunlar, bu aşırı düşüncelerini “Kitâb’ın herşeyi beyân etmiş olduğu” esası üzerine kurmakta ve sünnetin getirdiği hükümleri bir tarafa atmaktadırlar. Bu da onların, ehl-i sünnet yolundan ayrılmaları ve Kur’ân’ı, iniş amacına uymayacak şekilde tevil etmeleri gibi bir tutuma girme sonucunu doğurmuştur. Bu konuda Hz. Peygamber’den [a.s] şöyle bir rivayet gelmektedir: “Ümmetim hakkında en çok korktuğum iki şey vardır: Kur’ân ve süt. Kur’ân’dan korkum, mü’minlerle tartışmak için onu münafıkların öğrenmiş olmasıdır. Sütten korkuma gelince, (onu üretmek için) kırsal kesimlere giderler (cami ve cemaati bırakırlar) şehvetlerine uyarlar ve sonunda namazı terkederler[69]
Bazı haberlerde ise şöyle gelmiştir: Hz. Ömer şöyle demiştir: “Bir kavim gelecek ve Kur’ân’m müteşâbihâtı ile sizinle tartışmaya gireceklerdir. Siz, onlara hadislerle mukabele edin. Çünkü hadislere vâkıf olanlar, Allah’ın kitabını daha iyi bilenlerdir.”
Ebû’d-Derdâ ise: “Sizin hakkınızda endişe ettiklerimden biri de âlimin sürçmesi ve münâfıkm Kur’ân ile tartışmaya girmesidir” demiştir.
Yine Hz. Ömer’den şöyle söylediği nakledilmiştir: “Üç şey vardır ki dini yıkar: âlimin sürçmesi, münâfıkın Kur’ân ile tartışmaya girmesi ve saptırıcı imamlar.”
İbn Mesûd ise: “Öyle kavimler göreceksiniz ki, kendileri arkalarına atmış oldukları halde sizi Allah’ın kitabına çağıracaklardır. O zamanda siz ilme sarılın ve bid’at çıkarmaktan sakının, ifrata düşmekten kaçının, köklü ve güzel olana yapışın” demiştir.
Hz. Ömer: “Sizin hakkınızda iki tip insandan korkuyorum: Biri, uygun olmayacak şekilde Kur’ân’ı tevile kalkışan kimsedir. Diğeri de kardeşiyle mülk yarışma girendir” demiştir. Bu mânâda daha başka sözler de vardır ki âlimler onları hUıuımü bir tarih iterek Kur’ân’ı tovil etme ve reye başvurma konumum yormuşlardır. Alimlerden birçoğu, Hz. Peygamber’in şu buyruğunu ve hadisleri bu mânâya anlamışlardır:
“Yüce Allah ilmi, insanların arasından bir çırpıda çekip çıkararak almaz; aksine ilmi, âlimleri alarak alır. Sonunda hiçbir âlim bırakmayınca insanlar kendilerine câhil başlar edinirler, onlara sorular yöneltilir, onlar da bilgisizce fetva verirler; böylece hem kendileri sapar, hem de başkalarını saptırırlar.”[70]Hakikaten bid’at nah ipi erinin pek çoğu bu şekilde davranmışlar, hadisleri bir tarafa atmışlar ve Kur’ân’ı yersiz bir şekilde tevile yeltenmişler ve sonun-dtı da hem kendileri sapmış, hem de başkalarını saptırmışlardır.
Burada, hadise ancak Allah’ın kitabına uygun düşmesi halinde edileceğini ifade eden bir hadis de zikretmiş olabilirler. Buna göre (güya) Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Benden size ulaşan hadisleri Allah’ın kitabına vurunuz; eğer Allah’ın kitabına uygun düşerse; onu ben söylemişimdir, eğer Allah’ın kitabına uygun düşmezse, onu asla ben söylememişimdir. Allah beni ‘la hidayete ulaştırmış iken, ben nasıl olur da ona (Kitab’a) muhalefet edebilirim.” Abdurrahman b. el-Mehdî, bu hadisi zındıkların ve Haricîlerin uydurmuş olduğunu söylemiştir. Bazıları şöyle demişlerdir: Nakledilegelen haberlerin sağlamlarını sakatlarından ayırmada mahir olan ilim erbabınca bu sözlerin Hz. Peygamber’den sâdır olması mümkün olamaz.[71]
Bazıları bu hadisi, yine kendi yöntemiyle reddederek şöyle demişlerdir: Biz herşeyden önce bu hadisi Allah’ın kitabına arzederiz ve ona itimat ederiz. Biz bu hadisi vakıa Kitab’a arzettiğimizde, onun Allah’ın kitabına muhalif olduğunu görmekteyiz. Çünkü biz Kitap’ta, Rasûlullah’ın hadisleri içerisinde sadece Kitab’a uygun olanların alınmasını gerekli kılan bir esas görmemekteyiz; aksine Allah’ın kitabı bize mutlak surette ona uymamızı istemekte ve ona itaat etmemizi emretmekte, her hal ve durumda ona muhalefet etmekten kesin olarak sakındırmaktadır. Bu, sünnetin, sonuç itibarıyla Kur’ân’a çıktığı ve ona dayandığı görüşünde olanları ilzam edecek delillerdendir. Bu noktada hem önceki nesillerden hem de sonraki gelenlerden bazı gruplar doğru yoldan ayrılmışlardır. Dolayısıyla böylesi bir görüşe sahip olmak ve ona meyletmek, dosdoğru yoldan ayrılmak anlamına gelmektedir. Allah Teâlâ, lütfü ile bizi böyle bir sonuçtan korusun!
(1)
Biz sünnetin Kitab’ın beyan» olduğu esası üzerinden yürüdüğümüz zaman, bundan mutlaka onun, Kitab’ın içinde bulunan ve buna ya da şuna ihtimali bulunan şeylerin beyanı olması lâzım gelir. Bu durumda sünnet, bu ihtimallerden birini belirler. Şimdi mükellef bu beyan doğrultusunda amel ettiği zaman hem kelâmıyla emretmiş olduğu konuda Allah’a, hem de beyanın gereği olarak Rasûlullah’a itaat etmiş olur. Eğer yapılan beyanın aksine hareket edecek olursa, o takdirde, beyana muhalif olan bu amelinde Allah’a isyan etmiş olur. Zira onun bu ameli, Allah Teâlâ’nın kelamından muradının aksine işlenmiş olur. Bu haliyle o, aynı zamanda yapılan beyanın aksine hareket etmiş olacağından Rasûlullah’a da isyan etmiş olur.
Bu iki itaatin ayrı ayrı zikredilmiş olmasından, itaat konusu olan şeyin ayrı ayrı olmaları gibi bir sonuç lâzım gelmez. Bu lâzım gelmeyince de, itiraz sadedinde zikredilen âyetler, sünnette zikredilen şeylerin Kitap’ta bulunmadığını gösterecek bir delil olmaz. Aksine her ikisi de bir mânâda birleşebi-lirler ve bu durumda (biri Allah’a diğeri de Rasûlullah’a [yönelik olmak üzere) iki ayrı cihetten iki isyan, ya da iki ayrı itaat vuku bulur. Bunda olmayacak birşey de yoktur. Geriye Hz. Peygamber’in verdiği hükmün Kur’ân’da bulunup bulunmaması kalmaktadır.[72]Bu da Allah’ın izniyle birazdan ele alınacaktır. İtiraz sırasında “Kur’ân’da yer alan deliller göstermektedir ki, peygamberin getirdiği, emir ve yasak ettiği herşey, hüküm itibarıyla Kur’ân’m getirdiklerine katılmaktadır; bu durumda onun ayrı birşey olması, ona ilave birşeyler getirmesi gerekir” sözü doğrudur.Ancak bu ziyadelik, acaba bir şerhin getirdiği ilave mahiyetinde midir? Zira elbette şerhte, şerhedilende olmayan bazı unsurlar bulunacaktır; aksi takdirde ona şerh denmez. Yoksa gerçekten Kitap’ta bulunmayan ilave bir mânânın getirilmesi kabilinden midir? İşte asıl tartışma noktası burasıdır.
İkinci itiraz[73] sadedinde ileri sürülen hususlar da işte bu nokta göz önüne alınarak değerlendirilir (ve şöyle denilir: “Eğer sünnetin içeriği, Kitap’ta bulunsaydı, o takdirde Kitap ile amel halinde sünnet hiçbir şekilde terkedilmiş olmazdı” sözünüz kabul edilemez; aksine böyle bir durumda sünnet terkedilmiş olur. Çünkü bu durumda, Kitab’ın içerdiği mânâya sünnet tarafından getirilen beyana iltifat edilmemiş olmaktadır.)
Sonra hüküm Kur’ân’da icmâlî olur, sünnette ona detaylar getirilirse, bunlar hüküm itibarıyla birbirinin aynı olmaz.[74] Meselâ “Namazı kılınız” emri namaz yükümlülüğünü mücmel olarak getirmiştir. Sünnet ise ona açıklık getirmiştir. Böylece, beyanda, beyan edilen şeyde bulunmayan mânâlar ortaya çıkmıştır. Nihâî olarak beyanın mânâsı ile beyan edilenin mânâsı aynı olsa bile bunlar hükümde farklıdırlar. Dikkat edilirse görülecektir ki, beyandan önce mücmelin hükmü durup beklemek (tevakkuf) iken; beyanın hükmü, gereği ile amel etmektir. Bu ikisi madem ki hüküm itibarıyla birbirinden farklıdırlar, öyle ise mânâ itibarı ile de farklı gibi kabul edilirler. Dolayısıyla bu açıdan sünnet, Kitap’tan ayrı (müstakil) gibi mütalaa edilir. (Hadislerde, sünnet hakkında “Kitabın benzeri” şeklinde geçen ifadeler, işte bu noktadan hareketle kullanılmıştır.)
Üçüncü itiraz noktası ise, bundan sonra gelecek olan Dördüncü Mesele’de —inşallah— ele alınacaktır.
Dördüncü itiraz noktasına gelince, sözü edilen kimselerin sünnet yolundan uzaklaşmış olmalarının sebebi, tamamen reye tâbi olup sünneti bir tarafa atmaları yüzündendir; başka bir sebepten dolayı değildir.[75]Şöyle ki: Bilindiği gibi sünnet Kur’ân’m mücmelini açıklamakta, mutlakını kayıtlamakta, umûmunu tahsis etmekte ve pek çok Kur’ânî ifadeyi ilk bakışta anlaşılan zahirî sözlük mânâsından çıkarmaktadır. Böylece sünnetin açıklık getirmiş olduğu şeyin, bizzat o ifadeden murâd-ı ilâhî olduğu da anlaşılmaktadır. Hal böyle iken sünnet bir tarafa atılır, arzu ve heveslerin peşine uyularak Kur’ânî ifadelerin mücerred zahirlerine tâbi olunursa, bu yaklaşımın sahibi değerlendirmesinde sapıtmış, Kitap hakkında cehaletini ortaya koymuş olur ve körü körüne hareket etmekte olduğu için hiçbir zaman doğruya ulaşamaz. Zira aklın dünyevî işlerle ilgili olarak çıkar ve zararları isabetli bir şekilde kavrayabilmesi çoğu kez nâdirattan olmaktadır. Âhiret konularıyla ilgili konularda ise hem genel esaslarda hem de detaylarda asla söz söyleyebilecek bir salâhiyeti yoktur.
Hadisten delil[76] olarak kullandıkları şeylere gelince, eğer nakil açısından sahih değilse, onu her iki grubun da delil olarak kullanması mümkün olmaz. Eğer sahihliği sabitse veya kabul edilebilecek bir yol ile gelmişse, o takdirde onun üzerinde durmak gerekecektir. Çünkü hadis; ya katkısız Allah’tan gelen bir vahiydir, ya da Hz. Peygamber tarafından yapılmış bir ictihaddır; ancak bu durumda o Kitap ya da sünnetten sahih bir vahye dayandırılmış ve onun kontrolünden geçmiştir. Her iki takdire göre de hadisin Allah’ın kitabı ile çelişki halinde olması mümkün değildir.[77] Çünkü Hz. Peygamber kendi heva ve heveslerinden esinlenerek konuşmaz; onun konuşması ancak kendisine ilkâ edilen bir vahiydir. Hz. Peygamber’in hata etmesini caiz gören görüş üzerinden yürünse bile, o asla hatası üzerinde devamlı bırakılmaz, derhal tashih edilir ve sonunda o mutlaka doğruya döner. (Dolayısıyla ondan sâdır olan hadisler içerisinden hiçbirinde hata ihtimali bulunmamaktadır.) Hiç hata etmeyeceği görüşünden hareket edildiği zaman ise, onun ictihad ederek Allah’ın kitabıyla çelişen ve ona ters düşen bir hükümde bulunması öncelikli olarak düşünülemez. Evet, sünnetin Kur’ân’a ters de düşmeyen, uygun da düşmeyen, aksine Kur’ân’da sükût geçilen hükümler getirmesi caizdir. Ancak bu câizliğin aksine delil bulunacak olursa —ki bu meselede tartışılan nokta burasıdır— o zaman her hadis hakkında mutlaka Allah’ın kitabına uygun düşme[78] şartı aranır. Nitekim zikredilen hadis de bu hususu ortaya koymuştur. îtiraz sadedinde tenkit edilen hadisin mânâsı —senedi sahih olsun olmasın— doğrudur.
Tahâvî, kitabında hadisin müşkil yönünün beyanı hakkında bu mânâda bir hadis tahric etmiştir: Abdülmelik b. Saîd b. Süveyd el-Ensârî — Ebû Hu-meyd ve Ebû Esîd senediyle Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Benden bir hadis duyduğunuz zaman, onu kalpleriniz tanır, tüyleriniz ve tenleriniz ona yatışır ve onu kendinize yakın görürsünüz. İşte ben o hadise hepinizden yakınım. Yine benden bir hadis duyduğunuz zaman, kalpleriniz onu yadırgar, tüyleriniz ve tenleriniz ondan ürperir, onun bir münker olduğunu görürsünüz, işte o hadise ben hepinizden daha uzağım.'[79]
Yine sözü edilen Abdülme-lik’ten, o da Abbâs b. Sehl’den olmak üzere şu rivayeti yapmıştır: Übeyy b. Ka’b bir mecliste bulunuyordu. Oradakiler, kimisi zorlaştırıcı, kimisi kolaylaştırıcı olmak üzere Rasûlullah’tan çeşitli rivayetlerde bulunuyorlardı. Übeyy b. Ka’b ise susmaktaydı. Onlar rivayetlerini bitirince şöyle dedi: “Bre adamlar! Rasûlullah’-tan size ulaşan hadis karşısında, kalp onu tanır, ten ona yatışır ve onu duyduğunuzda ümitvar olursanız, (bilin ki o Rasûlul-lah’tandır Rasûlullah’ın sözü olmak üzere onu tasdik edin. Çünkü Rasûlullah hayırdan başka birşey söylemez.” Tahâvî, bunun böyle olduğuna şu âyetleri delil getirmiştir: “İnananlar ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer[80]”Rablerinden korkanların bu kitaptan tüyleri ürperir, sonra hem derileri hem de kalpleri Allah’ın zikrine yumuşar ve yatışır[81]”Peygambere indirilen Kur’ân’ı işittiklerinde gerçeği Öğrenmelerinden gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün[82]
Bu âyetler, Allah’ın kelâmını dinleyen ehl-i imanın tepkisini göstermektedir. Rasûlullah’tan rivayet edilen sözler de (vahye dayanması sebebiyle) onun cinsindendir. Çünkü hepsi de Allah katından olmaktadır. Hadis dinlerken, aynen Kur’ân dinlerkenki ruh haletine girmeleri, o hadisin doğruluğuna bir delil olur. Eğer hadisi dinlerken böyle bir ruh haletine girmiyorlarsa, o zaman o hadis karşısında durmak ve araştırmak gerekir; çünkü diğer hadislere benzememektedir. Onun söylediğinden, hadisin mânâ bakımından muhalif değil, muvafık olması lâzım gelir. Çünkü eğer hadis Kur’ân’a muhalif olsaydı, o zaman dinlenirken deriler ürpermez, kalpler yatışmaz-dı. Çünkü zıddın zıdda[83] yatkınlığı ve ona uygun düşmesi mümkün değildir. Yine et-Tahâvî, Ebû Hureyre’den şu rivayeti yapmıştır: Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Size benden tanıdığınız ve yadırgamadığınız bir hadis rivayet edildiği zaman, ben onu desem de demesem de siz onu tasdik edin. Çünkü ben iyi olup kötü olmayanı emrederim. Eğer size benden yadırgadığınız ve tanımadığınız bir rivayette bulunulursa, onu yalanlayınız; çünkü yadırganan ve tanınmayan birşeyi ben söylemem.[84]
Bunun izahı şöyle: Rivayet, eğer Allah’ın kitabına ve Rasûlünün sünnetine[85]—içerdiği mânânın onlarda bulunması suretiyle— uygun düşerse, kabul edilir. Çünkü Rasûlullah onu o lafızla söylememişse bile, mânâsını başka bir lafızla söylemiş olmaktadır. Kaldı ki Arap olmayan kimseler için Rasûlullah’m sözlerini, onların kendi dilleriyle açıklamak caizdir. (Bu da mânânın başka lafızlarla ifade edilmesinin caizliğini gösterir.) Eğer rivayet muhalif düşüyor, Kur’ân ve sünnet tarafından tekzip ediliyorsa, o zaman onun atılması gerekir ve o rivayetin Rasûlullah tarafından söylenmemiş olduğu anlaşılır. Bu da aynen öncekisi gibidir. Bütün bunlardan, hadis değerlendirilirken Kur’ân’a uygun düşüp, ona ters düşmemesi noktasının göz önünde bulundurulmasının doğru olacağı sonucu ortaya çıkar. Yapılan rivayetlerin şahinliği esas alındığı zaman onlardan maksat işte bu olur. Eğer sahih değillerse aleyhimize yine bir şey gerekmez; çünkü kastedilen mânâ doğrudur. Deliller Kitâbi’nın Birinci Tarafının İkinci Mesele’sinde verilen izahat da bunun böyle olduğunu ortaya koymaktadır. O bahiste uygunluk ve ters düşme konularında yeteri kadar örnek verilmiştir. Tevfîk ancak Allah’tandır.
Bu nokta anlaşıldıktan sonra şimdi şu noktanın ele alınmasına geçebiliriz: Kitabın sünnete delâlet yönü nasıldır? Sünnet, detaylar getirmek suretiyle Kitab’m bir açıklayıcısıdır. Hal böyle iken Kitap, sünneti kül halinde nasıl kapsar? İşte bu sorunun cevabı dördüncü meselenin konusunu teşkil edecektir: [86]
DÖRDÜNCÜ MESELE:
Allah’a dayanarak diyoruz ki: Bu konuda insanların farklı yaklaşımları vardır:
a) Bunlardan biri gerçekten çok geneldir ve sanki o, Kitap’tan, sünnet ile amel etmenin sıhhati ve ona tâbi olmanın gerekliliği üzerine delil getirme mecrasına kaymıştır. Bu, “Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız”[87] âyetinden icmâın alınması gibi birşeydir. Bu yaklaşımda olanlardan biri Abdullah b. Mesûd’dur. Rivayete göre Esed oğullarından bir kadın kendisine gelir ve ona: “Bana ulaştığına göre sen falana, falana, dövme yapana ve dövme yaptırana lanet ediyormuşsun. Ben Kur’ân’ın iki kapağı arasında ne varsa hepsini okudum, fakat senin dediğin şeyi görmedim?!” dedi. Abdullah ona: “Peki, ‘Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun, Allah’tan sakının'[88] âyetini okumadın mı?” diye sordu. Kadın: “Evet okudum” dedi. İbn Mesûd: “İşte o, odur” dedi.
Bir başka rivayette Abdullah b. Mesûd: “Allah, dövme yapana, dövme yaptırana, kaşlarını aldırtana, Allah’ın yarattığını değiştirerek güzellik için dişlerini seyreltenlere lanet etsin!” dedi. Onun bu sözü, Esedoğullarından bir kadına ulaştı ve (o gelerek) İbn Me-sûd’a şöyle dedi: “Ey Ebû Abdurrahmân! Bana senin falan falan kimselere lanet ettiğin haberi ulaştı.” İbn Mesûd ona: “Allah Rasûlüniin lanet ettiğine ben niye lanet etmeyecekmişim. O Allah’ın kitabında var” dedi. Kadın: “Ben Kur’ân’ın iki kapağı arasında ne varsa hepsini okudum, fakat onu görmedim?!” dedi. İbn Mesûd: “Eğer onu gerçekten okumuş olsaydın elbette görürdün. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: ‘Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun, Allah’tan sakının.'[89] dedi.”[90]İbn Mesûd’un kadına “O Allah’ın kitabında var” deyip arkasından bu sözünü, “Elbet ben (şeytan) onlara emredeceğim de onlar muhakkak Allah’ın yarattığım değiştirecekler”[91]âyeti yerine ‘Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun, Allah’tan sakının[92] âyeti ile açıklaması, bu âyetin sünnette yer alan herşeyi içermekte olduğunun İfadesidir.
Aynı yaklaşım şu olayda da gözükmektedir: Abdurrahmân b. Yezîd, üzerinde elbisesi bulunan ihramlı bir kimse görür ve onu bu halden menetmek ister. Ancak o: “Bana, elbisemi çıkarttıracak Kur’ân’dan bir âyet getir” diye tutturur. Abdurrahmân da ona:”Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun. Allah’tan sakının”[93] âyetini okur.
Yine rivayet edildiğine göre, Tâvûs ikindi namazından sonra iki rekat nafile kılardı. îbn Abbâs ona: “Onu bırak!” dedi. Ancak o: “Ra-sûlullah onu sadece sünnet edinilmesin diye yasaklamıştır” diye karşılık verdi. İbn Abbâs: “Şüphesiz ki Rasûlullah ikindi namazından sonra namaz kılınmasını yasaklamıştır.[94] Bu durumda senin kılmakta olduğun bu namazdan dolayı azaba mı maruz kalacaksın, yoksa sevap mı alacaksın, bilemem. Çünkü Yüce Allah: “Allah ve Peygamberi birşeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz'[95] buyurmaktadır” dedi.
Rivayete göre, el-Hakem b. Ebân, İkrime’ye ümmüveledlerin[96]durumu hakkında sorar. İkrime, onların hür olduklarını söyler. el-Hakem: “Ne ile?” diye sorar. O da: “Kur’ân ile” diye cevap verir. Bu kez: “Kur’ân’da ne ile?” diye sorar. İkrime: “Allah Teâlâ: ‘Ey inananlar! Allah’a itaat edin, Peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin…[97] buyurmaktadır. Hz. Ömer, buyruk sahibi olanlardandı ve o, bu tür kadınların, düşükle de olsa âzâd olacaklarını söylemişti” şeklinde cevap verir.
Bu yaklaşım, sünnet ile amel etme konusunun deliliendirilme-sine benzemekte hatta bizzat kendisi olmaktadır. Şu kadar var ki, bu uğraşıda deliller, Kitab’ın, sünnette yer alan tafsîlî mânâlara delâleti mecrasına kaydırılmıştır.
b) Bir diğer yaklaşım ulemâca meşhur olanıdır. Mücmel olarak zikredilen hükümlerin beyanı sadedinde gelen aşağıdaki türden olan hadisler gibi. Bu beyan, ya amelin nasıl yapılacağının belirlenmesi, ya da sebeplerinin veya şartlarının veya mânilerinin veyahut da sonuçlarının vb. açıklanması şeklinde olur.Meselâ Kur’ân’da nassla belirtilmemiş bulunan namazların vakitlerinin, rükû ve secdelerinin, diğer hükümlerinin açıklanması, zekâta nisbetle oranların, zekât vaktinin, zekâta tâbi malların nisaplarının, zekâta tâbi olup olmayan malların belirlenmesi, oruçla ilgili hükümlerin beyan edilmesi gibi. Hadesten ve necasetten taharet, hacc, usûlüne uygun boğazlama (tezkiye), av, yenmesi helâl olanların, haram olanlardan ayrılması, nikâh hükümleri ve buna bağlı olarak talâk, ric’at, zıhâr, liân gibi diğer konular, alış-veriş ve ilgili hükümler, ceza hukuku ile ilgili kısas vb. hükümler… evet bütün bunlar Kur’ân’da mücmel olarak gelen esasların beyanı olmaktadır. “İnsanlara indirileni açıklayasın diye sana Kitab’ı indirdik[98] âyet-i kerîmesinde ifade edilen husus da bu olmaktadır.
Rivayete göre Imrân b. Husayn bir adama şöyle demiştir: “Sen ahmak birisin! Sen Allah’ın kitabında öğle namazının dört olduğunu ve kıraat esnasında açıktan okunmayacağını bulabilir misin?” Sonra o, namaz, zekât ve benzeri yükümlülükleri saydı ve şöyle dedi: “Bütün bunları Allah’ın kitabında açıklanmış buluyor musun? Allah’ın kitabı bunları müphem bırakmıştır, sünnet ise onları açıklamaktadır.”
Mutarrif b. Abdillah b. eş-Şıhhîr’e: “Bize sadece Kur’ân’dan bahsedin” dendiği zaman şöyle demiştir: “Vallahi biz (hadis rivayeti ile) Kur’ân’a bir alternatif getirme arzusunda değiliz. Ancak bu halimizle biz, Kur’ân’ı bizden daha iyi bilen birinin[99] olduğunu göstermek istiyoruz.”
el-Evzâî, Hassan b. Atıyye’den şöyle dediğini nakleder: “Vahiy Rasûlullah’a [fll^Su] inerdi. Onu tefsir eden sünneti de ona Cibril getirirdi.”
el-Evzâî ise: “Kitab’ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kitab’a olan ihtiyacından daha çoktur” derdi. İbn Abdilberr de: “O bu sözüyle, sünnet Kitap üzerine hükmeder ve ondan muradın ne olduğunu açıklar, demeyi kastetmiştir” demiştir.
Ahmed b. Hanbel’e: “Sünnet, Kitap üzerine hâkim konumdadır” şeklindeki söz hakkında sorulduğu zaman: “Ben bu konuda bu sözü söyleme cesaretini gösteremem. Ancak ben şunu derim: Sünnet Kitab’ı tefsir eder ve onu açıklar.”
Bu yaklaşım, tafsil konusunda maksadı ifadeye en yakın ve bu mânâda ulemânın kullanışında en yaygın olanıdır.
c) Bir diğer yaklaşım Kitab’ın muhtevasını genel olarak tesbit edip, ilave beyan ve şerhleriyle birlikte aynısının sünnette de mevcut olduğunu görmek şeklindedir. Şöyle ki: Kur’ân-ı Kerîm, hem dünya hem de âhiretle ilgili tüm maslahatların temini, mefsedetle-rin de defi amacıyla belirlenmesini esas almıştır. Daha önce de geçtiği gibi maslahatlar üç kısımdan oluşur:
1) Zarûriyyât ve tamamlayıcı unsurları.
2) Hâciyyât ve tamamlayıcı unsurları.
3) Tahsîniyyât ve tamamlayıcı unsurları. Daha önce Makâsıd bölümünde de ortaya konduğu gibi bunların bir dördüncüsü yoktur. Sünnete baktığımız zaman onun muhtevasının da aynı şekilde bu üç kısmın ötesine taş-madığmı görürüz. Kitap, maslahatın bu üç türünü başvurulacak genel esaslar olarak getirmiş, sünnet ise, Kitapta yer alan bu genel esaslara detaylar getirmiş ve açıklamalarda bulunmuştur. Sünnetin muhtevası içerisinde sonuç itibarıyla bu üç türe çıkmayan hiçbir şey bulunmamaktadır.
Nasıl ki beş zarurî esas Kitap’ta genel ilkeler halinde yer almışsa, sünnette de detaylarıyla açıklanmıştır:
Meselâ dinin korunması esasını ele aldığımızda bunun özünü üç şeyin oluşturduğunu görürürüz: İslâm, iman ve ihsan (ihlâs). Şu halde bunların esası Kur’ân’da, beyanı ise sünnettedir.[100]Tamamlayıcı unsurları da üç şeydir:
1) Terğîb ve terhîb yoluyla yani kâh öğütle ve müjdeleyerek, kâh sert sözle ve korkutarak dine davette bulunmak,
2) Karşı tavır alanlara ya da onu ifsad etmek isteyenlere karşı cihâd etmek,
3) Onun esasına arız olabilecek noksanlıkları telafi etmek.[101] Bu üç şeyin aslı Kitap’ta, detaylı olarak açıklanması ise sünnette yer almaktadır.
Nefsin (can) korunması ilkesini üç esas oluşturur:
1) Türemenin (tenasül) meşru kılınması suretiyle aslının ikâmesi yani nefse vücut verilmesi.
2) Yokluktan varlık âlemine çıktıktan sonra onun yaşantısının sürdürülmesi. Bu da ona gıda veren ve böylece onu içeriden koruyacak olan yiyecek ve içeceklerle, onu dışarıdan koruyacak olan giyecek ve barınma yoluyla olur.[102] Bütün bunlar ilke olarak Kur’ân’da mevcuttur, sünnet ise onlara açıklık getirmiştir.
Bunların tamamlayıcı unsurları da üçtür:
1) Onu, zina gibi haram yollarla vücuda getirmeden koruma. Bu türemenin sahih nikâh yoluyla olması suretiyle temin edilmiştir. Nikâhla ilgili olan talâk, hulu’, liân vb. gibi hükümler de bu kısma katılır.
2) Gıda olarak kullanacağı şeylerin zararsız olmasını, öldürücü ve ifsad edici olmamasını temin ve bunun için gerekli olan tezkiye (boğazlama) ve av hükümlerinin konması.
3) Had ve kısas cezalarının konması, cana arız olabilecek durumların dikkate alınması ve benzeri durumlar[103]
Neslin korunması esası da bu kısma[104] girmektedir. Esasları Kur’ân’dadır ve sünnet onları açıklamıştır.
Malın korunması, esasen onun mülkiyete konu olması[105] ve tükenmemesi[106] için (ya da yeterli olmaz korkusuyla[107]) üretilip ne-malandırılması ilkelerinin dikkate alınması demektir. Bu esasın tamamlayıcı unsurları ise ona arız olabilecek durumların[108] bertaraf edilmesi ve aslın[109] maruz kalabileceği tecavüzlerin tazir (zecr), had ve tazminat hükümleriyle telafi edilmesidir.[110] Bunlar hem Kitap’ta hem de sünnette yer almıştır.
Aklın korunması, onu bozmayacak şeylerin alınması yoluyla olur. Bu esas da Kur’ân’da[111] bulunmaktadır. Tamamlayıcı unsuru ise, (içkide) had, (diğer uyuşturucu vb. şeylerde ise) tazir cezalarının konulmasıdır. Bunun için Kur’ân’da belirlenmiş özel bir esas yoktur. Durum sünnette de aynı şekildedir ve konuyla ilgili özel bir hüküm yoktur. Dolayısıyla hüküm ümmetin içtihadına bırakılmıştır.[112]
Eğer ırzın korunması, muhafazası zarurî olanlara katılacak olursa (ki öyledir) onun da Kur’ân’da yer alan ilkeleri bulunmaktadır ve sünnet tarafından açıklanmıştır: Liân ve kazf (iftira) hakkındaki hükümlerde olduğu gibi.
Buraya kadar anlattıklarımız, zarûriyyâtm dikkate alınması konusunda bir yaklaşım olmaktadır. Makâsıd bölümünün baş tara-finda geçen yaklaşımı da esas almak mümkündür ve o zaman da maksat yine hasıl olacaktır.
Hâciyyât konusuna baktığımız zaman, orada da durumun aynı ya da yakın bir tertip üzere bidüziyelik arzettiğini göreceğiz. Çünkü hâciyyât, zarûriyyât etrafında dönmektedir.
Tahsîniyyât hakkında söylenecek söz de aynıdır.
Kur’ân ve sünnette yer alan şeriatın temel ilke ve kaideleri tamamlanmış ve bu konuda eksik hiçbir şey bırakılmamıştır. İstikra (kapsamlı araştırma) da bunu ortaya koymaktadır ve bu durum Kitap ve sünneti bilen kimseler için hiç de zor değildir. Selefi sâlih öyle oldukları için bu durumu açıkça belirtmişlerdir. Nitekim konu ile ilgili bazılarından nakiller yapılmıştı.
Daha fazla bilgi edinmek isteyen kimse şunu göz önünde bulundurmalıdır: Hâciyyâttan olan hükümler hep bir tür genişlik getirmek, kolaylaştırmak, güçlüğü kaldırmak ve rıfkla muamelede bulunmak esası etrafında döner.
Meselâ dine nisbetle hâciyyât, ruhsatların konulması konusunda kendisini gösterir. Meselâ taharette teyemmümün getirilmesi ve giderilmesi güç olan pisliğin hükmünün kaldırılması[113]gibi. Namazda, yolculuk esnasında kısaltılarak kılınması, baygın halde geçirilen zamanlara ait namazın kaza edilmemesi, cem yani iki vaktin birleştirilerek kılınması, oturarak ve yan üzere kılınması ruhsat hükümleri gibi. Oruçta, yolculuk ve hastalık anında tutmama ruhsatı gibi. Diğer ibadetlerde de durum aynıdır. Bu gibi konularda eğer Kur’ân meselâ teyemmüm, namazın kısaltılması ve orucun tutulmaması gibi konularda olduğu gibi bazı detaylara temas ediyorsa ne âlâ, yok böyle bir temas yoksa, sıkıntı, meşakkat ve güçlüğün (harec) kaldırıldığına dair nasslar bu konuda yeterlidir.[114]Dolayısıyla müctehid bu kaideyi işletebilecek ve ona göre kolaylıklar getirebilecektir. Sünnet ise, bu işi ilk yapandır.
Hâciyyât, nefsi korumaya nisbetle de çeşitli yer ve şekillerde tezahür eder. Bunlardan biri ruhsat mahalleridir: Çaresiz kalan kimsenin lâşe yemesi, zekât vb. yollarla yardımlaşılması, avın -haramlığı gerektiren kanın akıtılması, normal boğazlama ameliyesin-deki gibi gerçekleştirilmiş olmasa bile- mubah kılınması[115] gibi.
Neslin yani türemenin korunmasına nisbetle nikâh akdinde, diğer akitlerde müsamaha edilmeyen bazı durumlara müsaade e-dilmiştir: mehir belirlemeden akitte bulunma gibi. Çünkü nikâh konusunda insanlar ahş-verişte olduğu gibi davranmazlar ve burada, diğer akitlerde dikkate alınan bilinmezliklerin dikkate alınması çeşitli sıkıntılar doğurur. Talâkın sayısının en fazla üçle sınırlandırılması[116], esasen talâkın (bir çözüm-olarak) benimsenmiş olması[117] hul'[118] ve benzeri hükümler de aile hukuku ile ilgili getirilen ruhsatlardandır.
Malın korunmasına nisbetle ise, az kabul edilebilecek aldanmalar (garar) ile genelde kaçınılması mümkün olmayan bilinmezliklerin dikkate alınmaması şeklinde bir ruhsat getirilmiştir. Keza selem, arâyâ, karz, şuf a, kırâz, müsâkât vb. ruhsatlar getirilmiştir. Malların biriktirilmesi konusunda genişlik gösterilmesi ve ihtiyaç miktarından daha fazla malın tutulmasının meşru görülmesi, helâl olmak kaydı ile güzel olan şeylerden israfa kaçmadan, pintiliğe düşmeden itidalli bir şekilde istifadenin caiz görülmesi[119] de bu kabildendir.
Akla nisbetle mükreh yani tehdit altında olan kimse hakkında içinde bulunduğu sıkıntı sebebiyle ruhsatlar getirilmiş ve tehdidin hükmü kaldırılmıştır. Yine bazılarına göre çaresiz durumda kalan (muztar) için de durum aynıdır; açlık, susuzluk ve hastalık durumunda nefsinin telef olacağından korkarsa akim korunması esasına illâ da riayet etmesi gerekmez; çünkü nefsin korunması akıldan daha önce gelir.[120]
Bütün bunlar, “Harec yani sıkıntı ve güçlük kaldırılmıştır” ilkesinin birer tezahürüdür.[121] Çünkü bunların çoğu ictihâdîdir[122]ve sünnet onlardan Kur’ân’da yer alan küllî esasla aynı durumda olanları belirlemiştir[123] ve bunlar Kur’ân’da mücmel olarak belirlenmiş olan genel esasın açıklaması durumundadır. Bu kabilden olup da Kur’ân’da açıklanan şeylere gelince, sünnet onların çizmiş olduğu sınırın ötesine geçmez ve çerçevesi dışına çıkmaz.
Tahsîniyyâttan olanlar hakkında da, hâciyyât hakkında geçerli olan durumlar aynen geçerlidir. Çünkü bunlarla ilgili hükümler üstün ahlâk telakkisine ve geçerli olan güzel âdetlere dayanırlar. Namaza nisbetle temizlik şartı gibi. Tabiî bu, taharetin tahsîniyyâttan olduğunu savunanlara göre böyledir. Keza namaz için en güzel elbiselerin giyilmesi, üste başa çeki düzen verilmesi, güzel koku alınması vb. durumlar da bu kabildendir. Zekât verirken ve infakta bulunurken en kaliteli ve güzel olanların verilmesi, oruçta yumuşaklıkla muamele edilmesi böyledir. Nefsin korunmasına nisbetle rıfk ve ihsan, yeme ve içme âdabı vb. gibi şeyler gibi. Nesle nisbetle eşi ya güzellikle tutma ya da iyilikle salıverme, ona karşı baskıcı ve sıkıcı olmama, iyi davranma vb. gibi.
Mala nisbetle onu nefsânî arzulardan uzak olarak elde etme ve hem kazanırken hem de kullanırken takva prensibine riayetkar olma, ihtiyaç sahiplerine ondan harcamada bulunma gibi. Akla nisbetle içkiden uzak durma ve içme kasdı olmasa bile ondan kaçınma gibi. Çünkü Allah Teâlâ, “Ondan kaçının!” buyurmakta, ondan mutlak surette kaçınılmasını ve uzak durulmasını istemektedir. Bütün bunlar esas olarak Kur’ân’-da mevcuttur. Bunlar, Kitap’ta mücmel veya mufassal olarak ya da her iki biçimde de beyan edilmiş, arkasından sünnet gelerek bütün bu esaslar üzerinde hakimane bir şekilde durmuş ve anlaşılmasını daha kolay kılacak, başka şerhe ihtiyaç bırakmayacak şekilde beyan etmiştir. Burada gözetilen maksat sadece buna dikkat çekmekten ibarettir. Aklı başında olan kimse, işaret edilen şeylerden hareketle sözü edilmeyenleri de kavrayabilir ve onların künhüne vakıf olabilir. Tevfîk ancak Allah’tandır.
d) Bir diğer yaklaşım, hükmü gayet açık olan her iki uç tarafın arasında kalan ictihâd alanıyla —ki bu “İctihâd” bölümünde ortaya konan husus olmaktadır— usûl ile furû arasında dönen kıyas sahasına —ki bu da “Kıyas Delili ” bahsinde açıklanmıştır— bakmadır.
Söze birincisi ile başlayalım:
Şöyle ki: Kitap’ta ya da sünnette iki uç hakkında hükmü belirleyici nass bulunur. Bu iki uç arası ise, her iki tarafın da ona asılması ve kendi hükmüne katma eğiliminde olması hasebiyle ortada ve içtihada mahal olarak kalır. Bazen bu gibi meselelerde değerlendirme yapma ve bir sonuca ulaşma açık ve kolay olur ve o zaman konu müctehidlerin değerlendirmelerine havale edilir. Nitekim “İctihâd” bölümünde ortaya konulmuştur. Bazen de değerlendiricinin idrakinden uzak ya da illetin belirlenmesi imkânı bulunmayan taabbudî bir konu olur. İşte böyle bir durumda Rasûlullah’-tan onun hakkında bir beyan gelir ve onun iki uçtan falancaya katılacağını ya da ihtiyat tedbiri olmak üzere ya da başka birşey sebebiyle her iki ucun da hükmünü alacağım belirler. Burada kastedilen mânâ işte budur.
Bu noktayı örneklerle açıklamak istiyoruz:
(1)
Allah Teâlâ temiz olan şeyleri (tayyibât) helâl, pis ve iğrenç olan şeyleri de (habâis) haram kılmıştır. Bu iki ucun arasında bunlardan her birine katılması mümkün olan pek çok şey bulunmaktadır. İşte Rasûlullah [a.s] bu konuda gerekli açıklamalarda bulunmuş ve köpek dişli olan yırtıcı hayvanlar ile pençeli kuşları yemeyi yasaklamıştır.[124] Yine ehlî eşeklerin etlerinin yenilmesini yasaklamış ve onlar hakkında, “O necistir” buyurmuştur. İbn Ömer’e kirpinin yenilip yenilmeyeceği hakkında sorarlar. O da: Ye!” diye cevap verir ve: “De ki: Bana vahyolunanda onu yiyecek kimse için,lâşe veya akıtılmış kan, yahut domuz eti—ki pisliğin kendisidir.
ya da Allah’tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka haram edilmiş birşey bulamıyorum[125] âyetini okur. Bunun üzerine birisi: “Şüphesiz Ebû Hureyre bu konuda Rasûlullah’tan onun iğrenç yaratıklardan biri olduğuna dair rivayette bulunmaktadır” deyince İbn Ömer şöyle der: “Eğer onu Rasûlullah söylemişse, elbette ki durum onun söylediği gibidir.” Ebû Davud’un kitabında rivayet ettiği bir hadiste de, “Rasûlullah cellâ-lenin[126] yenilmesini ve sütünü yasakladı[127] denilmektedir. Bu, öylesi bir hayvanın etinde pisliğin etkisinin olması sebebiyledir. Bütün bunlar pis ve iğrenç olan şeylerin haram olması esasına katılması anlamına gelir. Öbür taraftan Rasûlullah keleri, toy kuşunu, tavşanı ve benzeri şeyleri[128]de temiz ve güzel olan şeylerin helâl olması esasına katmıştır.
(2)
Allah Teâlâ, içeceklerden su, süt, bal vb. gibi sarhoşluk verici olmayanları helâl kılmış, içkiyi ise haram kılmıştır. Çünkü o, insanlar arasında kin ve düşmanlığa sebep olan aklın izalesi sonucunu doğurmakta, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymaktadır. Bu hükmü belli iki esas arasında ise, aslında sarhoşluk verici olmayan fakat sarhoş etmeye ramak kalan içecekler bulunmaktadır. Bunlar “Dubbâ”[129]”Müzeffet”[130] ve “Nakîr”[131]vb. denilen kaplarda tutulan şıralardır.[132] Rasûlullah [ a.s] bunları önce, sedd-i zerîa ilkesinden hareketle sarhoş edici içkilere katmış ve içilmesini yasaklamıştır. Sonra mesele üzerinde tekrar durarak “eşyada asıl olan ibâhadır” prensibinden hareketle bunlarda da aslî hükmün su ve balda olduğu gibi mübahlık olduğu noktasından hareketle şöyle buyurmuştur: “Ben size daha önce şıra (nebîz) edinmenizi yasaklamıştım. Şimdi ise şıra edinebilirsiniz. Her sarhoşluk verici nesne haramdı?.”[133] Bu durumda azıcık sarhoşluk veren şeyin durumu aslî haramlık (ile mübahlık) arasında kalmıştı. Bunu açıklamak üzere de: “Azı sarhoşluk verenin çoğu da haramdır”[134] buyurmuştur. (Üzüm ile hurma, ya da kuru üzüm ile yaş üzüm veya kuru hurma ile yaş hurma gibi) iki ayrı maddeden elde edilen şıranın yasaklanışı da, “Dubbâ” ve “Müzeffet” gibi kaplarda şıra tutulması yasağının gerekçesine bağlıdır.[135] Bu ve benzeri meseleler, hükmü belli olan iki esas arasında dönüp dolaşmaktadır. Bu durumda Rasûlullah’tan gelen beyan, onların iki esastan hangisine dahil olduklarını göstermekten ibaret olmaktadır.
(3)
Allah Teâlâ, eğitilmiş av hayvanının sahibi için tuttuğu avı helâl kılmıştır. Bundan eğitilmiş olmayan hayvanın tuttuğu avın helâl olmayacağı hükmü de bilinir. Çünkü eğitilmemiş bir hayvan avı sırf kendisi için tutar. Şimdi hükmü belli olan bu iki esas arasında eğitilmiş olan bir av hayvanının tuttuğu ve birazını da yediği avın hükmü kalmaktadır. Hayvanın eğitilmiş olması, avı sahibi için tutmuş olmasını gerektirir. Yemesi ise, onu sahibi için değil kendisi için tutmuş olduğu anlamına gelir. Bu durumda iki esas tearuz eder. İşte bu anda sünnet gelerek hükmü beyan eder: Rasûhıllah bu konuda şöyle buyurur: “Eğer yerse, sen yeme; çünkü ben onu sadece kendisi için tutmuş olmasından korkarım.”[136] Başka bir hadiste: “Eğer avı öldürür ve ondan birşey yemezse, onu mutlaka senin için tutmuş demektir”[137] buyurur. Bir başka hadiste ise: “Köpeğini gönderdin ve besmele de çektiysen, ondan yese bile tuttuğu avı ye.'[138] buyurmuştur. Bütün bunlar hükmü belli olan iki uç asla dönmekten başka birşey değildir.
(4)
İhramlı bir kimseye mutlak surette av hayvanı öldürmesi yasaklanmıştır. Kasıtlı öldüren ihramlı bir kimseye ceza gerekeceği hükmü de getirilmiştir. İhramlı olmayan bir kimse için de mutlak surette helâllik hükmü konulmuştur; dolayısıyla ihramlı olmayan bir kimsenin av hayvanı öldürmesi halinde birşey (ceza) gerekmemektedir. Bu iki belli hüküm arasında ihramlı bir kimsenin hata yoluyla av hayvanı öldürmesi durumunun hükmü meçhul kalmaktadır. İşte bu konuda sünnet gelerek, hata ile kasıtlı Öldürmenin arasında bir fark olmadığını belirtmiştir. Zührî şöyle demiştir: “Kur’ân, kasten öldüren kimseye ceza hükmünü getirmiştir. Ceza, hata yolu ile Öldürmede de sünnetin hükmü olmaktadır.” Zührî, âlimler içerisinde sünneti en iyi bilenlerden biridir.
(5)
Her türden olan helâl ve haramı Kur’ân beyan etmiştir. Bu ikisi arasında ise durumları belli olmayan şeyler vardır ve bunlar hem helâl hem de haram tarafının hükmünü alabilir. İşte bu konuda Rasûlullah devreye girerek durumu hem icmâlî olarak hem de detaylı bir biçimde açıklamıştır. İcmâlî olarak şöyle açıklamıştır: “Haram bellidir, helâl bellidir; bu ikisi arasında ise durumları belli olmayan şüpheli şeyler vardır… “[139] İkinci kısımdan açıklamasına ise şunları örnek gösterebiliriz: Abdullah b. Zem’a hadisinde, (yargı yoluyla Zem’a’ya ait olduğuna hükmettiği çocuk hakkında) (Zem’a’nın kızı olan) Şevde validemize (ki hükme göre kardeş oluyorlar): “Ey Şevde! Onun yanında Örtün!” buyurmuştur. Çünkü her ne kadar çocuğun Zem’a’ya ait olduğuna hükmetmişse de, (onun kendisinden olduğunu iddia eden) Utbe’ye benzer olduğunu görmüştü.[140]Av konusunda Adiy b. Hatim hadisinde ise Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Köpeklerine başka bir köpek karışırsa, tutulan avı yeme! Bilemezsin belki de senin olmayan köpek tutmuştur.”[141] İçerisine çeşitli hayız bezi, pislik vb. şeyler atılan Bidâ’a kuyusu hakkında da: “Allah Teâlâ, suyu temiz olarak yaratmıştır; onu hiçbir şey pis kılamaz”[142] buyurmuş ve onun hükmünü iki taraftan birine yani temizlik hükmüne katmıştır.[143] Av hakkında: “Gözünün önünde öleni ye[144], yaralanıp kaçan ve daha sonra Öleni bırak![145]buyurmuştur.
Süt haramlığı konusundaki Ukbe b.. Haris hadisinde şöyle anlatılır.Bu zat evlenmek istediği zaman siyah bir kadın gelerek hem kendisini hem de evlenmek istediği kadını emzirdiğini söyler. Bunun üzerine bu sahâbî doğru Medine’ye hareket eder ve olanları Rasûlullah’a anlatır. Bunun üzerine Rasûlullaht’: “Nasıl olabilir?! Kadın her i-kinizi de emzirdiğini iddia etmektedir. Onu bırak!” buyurur.[146] Buna benzer daha pek çok örnek vardır.
(6)
Allah Teâlâ zinayı haram kılmış, evlenmeyi ve cariyelerle ilişkide bulunmayı helâl kılmıştır. Meşru şekle muhalif aktedilen nikâh hakkında ise sükût geçmiştir. Çünkü böylesi bir akit, ne gerçek bir nikahtır, ne de tam bir zina ilişkisidir. İşte bu gibi konularda, bazı uygulamaların hükmünü bildirmek üzere sünnet gelmiş, sünnetin açıklık getirmediği diğer şekiller ise[147] ya mutlak surette, ya da bazı hallerde iki asıldan birine katılması, veya başka bir durumda diğer asla katılması konusunda içtihada mahal olmak üzere kalmıştır. Hadiste şöyle gelmiştir: “Hangi kadın velisinin izni olmadan nikâhlanırsa, onun nikâhı bâtıldır, onun nikâhı bâtıldır, onun nikâhı bâtıldır. Eğer zifaf gerçekleşmişse, kocanın kadından istifadesi karşılığında ona mehir vermesi gerekir.[148] Fâsid diğer nikâhlarla ilgili olarak sünnette yer alan diğer hadisler için de edilecek söz aynıdır.
(7)
Allah Teâlâ, deniz hayvanlarını temiz olan şeyler arasında olmak üzere helâl kılmış, İaşeyi de haram olan iğrenç şeyler arasında saymıştır. Bu iki ucun arasında deniz ölüsünün hükmü belirsiz kalmıştır. Acaba denizde kendiliğinden ölen bir hayvanın hükmü nedir? İşte bu konuya sünnet ışık tutmuş ve Rasûlullah konuyla ilgili olarak: “Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir”[149]buyurmuştur. Bazı hadislerde de şöyle buyrulmuştur: “İki ölü helâl kilınmıştır: balık ve çekirge.”[150] Öbür taraftan Rasûlullah , deniz tarafından karaya vuran ve Ebû Ubeyde tarafından getirilen (balık)tan da yemiştir.
(8)
Allah Teâlâ taammüden işlenen cinayetlerde cana can, dişe diş olmak üzere hem canlar hem de organlar için kısas hükmünü koymuş ve bu meyanda şöyle buyurmuştur: “Orada onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe dişle ve yaralara karşılıklı ödeşme (kısas) yazdık.”[151] Hata yoluyla işlenen cinayetler hakkında ise: “Mü’min bir köle azadı ve ailesine ödenecek diyet gerekir”[152] buyruğu ile diyet hükmünü getirmiştir. Rasûlullah da inşallah ileride gelecek[153] olan şekil üzere organ diyetlerini belirlemiştir. Bu durumda her iki ucun hükmü belirlenmiş, bu ikisi ortasında anne karnından bir darbe vb. sonucunda düşürülen ceninin hükmü müşkil bir hal almıştır. Çünkü bir taraftan diğer organlar gibi annesinin bir parçası durumundadır; öbür taraftan bakıldığı zaman hilkat itibarıyla tam bir insan sayılabilmektedir. İşte bu müşkil durumun hükmünü sünnet açıklamış ve hükmün “gurre”[154] olduğunu ve tam olarak her iki tarafa da benzemediği için nevi şahsına münhasır bir hükmü bulunduğunu belirtmiştir.
(9)
Allah Teâlâ meyteyi yani usûlüne göre boğazlanmadan ölmüş hayvanı haram, usûlüne göre boğazlanmış hayvanı da helâl kılmıştır. Boğazlanmış bir hayvan karnından ölü olarak çıkan yavrunun hükmü, bu iki esas arasında kalmakta ve her iki tarafın da hükmünü alabilecek durumdadır. Vaziyet böyle iken Rasûlullah [a.s] : “Yavrunun boğazlanması, annesinin boğazlanmasıdır”[155] buyurmuş ve yavrunun annesinin bir parçası sayılması tarafını, onun müstakil bir varlık olduğu tarafına tercih etmiştir.
(10)
Allah Teâlâ miras âyetinde: “Eğer kadınlar ikinin üzerinde ise, bırakılanın üçte ikisi onlarındır. Şayet bir ise yarısı onundur”[156] buyurmaktadır. Bu âyete göre iki kızın durumu beyan edilmiş olmamaktadır (r.a). Onlarla ilgili hükmün belirlenmesi sünnete kalmış ve onlar da, ikiden fazla kızın hükmüne katılmışlardır. [157]Nitekim el-Kâdî İsmail böyle zikretmiştir.
Buraya kadar verilenler konu ile ilgili örneklerdir ve bunlar değerlendirilmek suretiyle diğerleri hakkında da bir hükme ulaşmak mümkündür. Çünkü konu düşünen kimse için gayet açıktır ve sonuçta bunlar, hükmü nasslarla belirlenmiş olan iki uçtan birine ya da aynı anda her ikisine de birden katmak demektir ve hiçbir zaman bu iki uç esasın dışına çıkılması söz konusu değildir.[158]Şimdi de kıyas alanına giren hadisler üzerinde duralım: Kur’-ân-ı Kerîm’de bazı esaslar vardır ki bunlar, benzeri durumların hükmünün de kendi hükümleri gibi olduğuna işarette bulunur ve bunların mutlak olarak zikredilmeleri bazı kayıtlı olanların da onlar gibi olduğunun anlaşılmasını sağlarlar. Bu durumda sünnetin konu ile ilgili beyanına dayanılarak fer’î meselelerin tefrîine gidilmeksizin bu esaslarla yetinilir. Bu yaklaşım, makîsun aleyhin —her ne kadar hâss olsa da— mânâ bakımından âmm olması esasından hareketle olmaktadır. Bu konunun izahı Deliller bahsinde geçmişti.[159] Durum böyle olunca konuyu şöylece özetlememiz mümkün olacaktır: Kur’ân’da bir asıl bulunduğu zaman, sünnet ya onun mânâsında olanı, ya ona katılacak olanı veya ona benzer olanı ya da ona yakın olam getirmiş olacaktır. İfade edilmek istenen mânâ işte budur. Burada Rasûlullah’ın söz konusu hadisi kıyas yoluyla[160] ya da vahye müsteniden söylemiş olması arasında bir fark yoktur. Her halükârda o söz, bizim zihinlerimizde makîs (kıyas yapılan) mecrasında algılanacak, Kitap aslı —Deliller bölümünün başında[161]zikredilen mânâ itibarıyla— onu da kapsamış olacaktır. Konu ile ilgili, çeşitli örnekler verilecektir:
1.
Allah Teâlâ, ribâyı[162] ve hakkında, “Elbette alış veriş de ribâ gibidir”[163] dedikleri cahiliye ribasını haram kılmıştır. Cahiliye ri-basından maksat, alacaklının borçluya: “Ya borcunu ödersin ya da arttırırsın” demesi ve onun da kabul etmesi suretiyle borcun yeni bir borç karşılığında feshedilmesidir. “Eğer tevbe ederseniz ana paranız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş, ne de haksızlığı uğratılmış olursunuz”[164] âyeti de buna delâlet etmektedir. Rasûlullah Söyle buyurmuştur: “Cahiliye ribâsı kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk ribâ da Abdulmuttalip oğlu Abbâs’ın ribâsıdır; onun hepsi kaldırılmıştır.”[165]Durum böyledir ve bu nasslarda söz konusu olan yasak, karşılıksız olan bir fazlalık yüzündendir. Sünnet işte bu noktayı göz önünde tutarak, karşılıksız fazlalığın her türlüsünü yasağın kapsamına sokmuştur.
Bu meyanda olmak üzere Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Altın altın ile, gümüş gümüş ile, buğday buğday ile, arpa arpa ile, hurma hurma İle, tuz tuz ile (mübadele edildiğinde) misli misline, dengi dengine ve elden ele olacaktır. Kim artırır veya fazla alırsa şüphesiz o ribâ almış vermiş olur. Bu sınıflar muhtelif olduğu zaman, elden ele olmak kaydı ile istediğiniz gibi alıp satın!” Hadisin son cümlesinde sınıfların muhtelif olması halinde söz konusu olan nesî’e ribası[166] da yasak kapsamına eklenmiştir. Çünkü bedellerden birinin ertelenmesi, (genelde) karşılıksız bir fazlalık anlamı taşır. Menfaat celbeden her türlü selef yani borç ilişkileri de yine bu mânâ içine girmektedir. Şöyle ki: Nesîede yani bedellerden birinin veresiye olması halinde cinsin kendi cinsi karşılığında satılması, birşeyin kendisini yine kendine bedel tutma kabilindendir. Çünkü her ikisinden elde edilecek fayda birbirine yakındır.
Bu durumda bedellerden birinin fazla olması, karşılıksız bir ziyadelik anlamına gelir.[167] Bu ise yasaktır.iki bedelden birinin veresiye olması, âdeten ancak kıymette bir zi-yadeliğin olması halinde olur. Zira elde peşin olan birşeyin, kendi cinsinden veresiye bir şey ile mübadelesi, ancak elde peşin olandan veresiye olanın daha kıymetli ve üstün olması halinde söz konusu olur. Dolayısıyla bu, akdin yasaklanmasını gerektiren bir fazlalıktır. Geriye şu soru kalıyor: Peki, nakdeyn yani altın ve gümüş ile gıda maddeleri dışında kalan diğer malların bu tür satışı niçin caizdir de bunlarınki caiz değildir?! İşte bu nokta, müctehidlerce ayırımı zor ve kapalı olan bir konudur ve bu şimdiye kadar mânâsı[168] henüz açıklık kazanamamış en kapalı meselelerden biri olma özelliğini hâlâ korumaktadır. Bu yüzden sünnet konuya müdahale ederek müctehidlerce bulunup ortaya çıkarılması ve diğerlerinden ayrılması imkânsız olan bu meseleye açıklık getirmiştir.[169] Eğer bu konu da, diğer konular gibi açık olsaydı, diğerleri gibi bu da mücte-hidlerin görüş ve değerlendirmelerine havale edilirdi.İşte böyle bir konu, kıyastaki asıl ile fer’ mecrasında câri[170] olmaktadır. Düşün!
2.
Allah Teâlâ, nikâhta ana ile kızın[171] ve iki kızkardeşin bir arada tutulmasını haram kılmış ve: “Bunların dışında kalanlar size helâl kılındı”[172] buyurmuştur. Rasûlullah da, kıyas kabilinden olmak üzere bir kadın ile teyzesinin ya da halasının aynı nikâh altında bir arada (cem) tutulmasının haram olacağı hükmünü getirmiştir. Zira Allah Teâlâ’nın, sözü edilen kadınların aynı nikâh altında cem edilmesini haram kılmasını gerektiren illet bura-da da mevcuttur. Bu hükmü getiren hadiste Rasulullah”Çünkü eğer siz bunu yaparsanız, akrabalık ilişkilerini koparmış olursunuz”[173] buyurmuştur. Bilindiği gibi hükmün ta’lîli, kıyasın yönüne işaret eder.
Allah Teâlâ, temiz suyu belirlerken, onun gökten indirip yeryüzüne yerleştirdiği su olduğunu ifade buyurur. Böyle bir niteleme, deniz suyu hakkında gelmemiştir. İşte bu konuda sünnet gelerek, onun da diğer sular gibi olduğunu belirtmiş ve: “Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir”[174] buyurarak onun hükmünü diğer suların hükmüne katmıştır.v
4.
Can diyetini Allah Teâlâ Kur’ân’da zikretmiştir. Organların diyetinden ise söz etmemiştir. Bu konuda aklen kıyas yürütülmesi zordur. İşte bu yüzden hadis devreye girerek konuyu aydınlatacak şekilde organ diyetlerini açıklamıştır. Bu durumda hadis, bir nevi durumu müşkil olan kıyas mahiyetindedir. Dolayısıyla mutlaka ona başvurmak ve onun parelelinde yürümek gerekecektir.
5.
Allah Teâlâ, miktarları belli olan miras paylarını açıklamıştır. Bunlar: Yarım, dörtte bir, sekizde bir, üçte bir, altıda bir olarak belirlenen paylardır. Asabenin mirasını ise sadece işaret yoluyla zikretmiştir. Bu meyanda ana babadan bahsederken: “Çocuğu yoksa, anası babası ona varis olur; anasına üçte bir düşer”[175] çocuklardan bahsederken: “Erkeğe iki dişinin hissesi vardır”[176] buyurur. Kelâle âyetinde de: “(Ölen) kızkardeşin çocuğu yoksa, (erkek kardeş) ona tamamen vâris olur… Eğer mirasçılar erkek ve kadın kar-deşlerse, erkeğe iki dişinin hissesi kadar vardır”[177] buyurur. Bu âyetler, belirlenmiş miras payları alındıktan sonra geri kalan kısmın asabeye ait olacağını gerektirir. Geriye mesele olarak burada ismi geçmeyen dede, amca, amca oğlu vb. gibi erkek akrabaların durumu kalmaktadır. İşte bu konuda Rasûlullah devreye girerek: “Belirlenmiş payları sahiplerine verin! Geriye kalan kısım ise, en yakın erkeğe aittir”; bir başka rivayette: “En yakın erkek asabeye aittir”[178] buyurarak onların durumunu da Kur’ân’da zikri geçen erkeklerin hükmüne katmıştır. Böylece Rasûlullah , bizzat Kur’ân’da belirtilmiş olan asla, ihtiyaç duyulan (ve muhtemelen ictihâd ile de ulaşılamayacak olan) diğer erkek akrabaların durumunu da katmıştır.
6.
Allah Teâlâ, süt haramlığı ile ilgili olarak: “Sizi emziren anneleriniz ve süt kızkardeşleriniz size haram kılındı”[179] buyurmuştur. Rasûlullah ise, nesep dikkate alındığı zaman kimler haram oluyorsa, süt yoluyla onların da haram olacağını belirtmiş ve böylece hala, teyze, erkek kardeş kızı, kız kardeş kızı vb. kimselerin hükmünü, Kur’ân’da geçen iki grubun hükmüne katmıştır. Bu katma yolu, kıyas ile katma yolu olmaktadır. Zira burada söz konusu olan, (asıl ile fer’) arasında fark olmadığı belirtilerek yapılan kıyas kabilinden olmaktadır ve buna bizzat sünnet de değinmiştir.[180]Zira bu konu Rasûlullah’ın dışında kalan müctehidler için tereddüde mahal olacak ve “Acaba bu konu taabbudî midir? Yoksa içtihadı midir?” tartışması hep açık kalacak ve bir çözüme ulaşılamayacaktı. İşte Rasûlullah bunu öngörmüş ve konu ile ilgili olarak: “Şüphesiz ki Allah Teâlâ, nesepten dolayı haram kıldığını sütten dolayı da haram kılmıştır”[181]buyurmuştur. Bu mânâda daha başka hadisleri de vardır. Sonra haramlık hükmünde kadınlara erkekleri de katmıştır. Çünkü haramlığı doğuran süt, kadında kocasının ilişkisi sonucunda oluşmaktadır. Süt sebebiyle kadın anne olduğuna göre, sütün sahibi olan erkeğin de hiç şüphesiz baba olması gerekecektir.
7.
Allah Teâlâ, Mekke’yi Hz. İbrahim’in”Rabbim!Burayı güvenli bir belde kıl!”[182] şeklindeki duası sebebiyle kutsal (haram) kılmış ve: “Bizim Mekke’yi güvenli ve kutsal bir belde kıldığımızı görmediler mi?”[183] buyurmuştur. Böylece Allah Teâlâ, Mekke’yi kutsal belde kılmıştır. Rasûlullah da, aynen Hz. İbrahim’in Mekke için yaptığı duasını bir misli fazlasıyla beraber[184]Medine için yapmıştır. Allah Teâlâ da onun bu duasını kabul ederek Medine’nin iki taşlığı arasındaki alanı kutsal belde (harem) kılmıştır. (Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Ben Medine’nin iki taşlığı arasını ağacı kesilmemek, avı öldürülmemek ‘ üzere kutsal belde ilân ediyorum.[185] Bir başka rivayette de: “Eğer Medinelilere biri bir kötülük etmek isterse Allah onu cehennemde kurşun eritir gibi yahut suda tuz eritir gibi eritir[186] buyurmuştur.
Başka bir rivayette de şöyle buyurur: “Medine kutsaldır; dolayısıyla orada kim bir bidat çıkarır veya bir bidatçiyi barındırırsa, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerinedir. Kıyamet gününde onun ne farzı ne de nafilesi (veya onun ne tevbesi ne de fidyesi) kabul edilmez.”[187]Aynı ibare Hz. Ali’nin sahifesinde de yer almaktadır.[188] Burada görülen şey, Medine’nin kutsallık bakımından Mekke’ye katılmasıdır. Âyette Mekke hakkında şöyle buyu-rulur: “Doğrusu inkâr edenleri, Allah’ın yolundan, yerli ve yolcu bütün insanlar için eşit kılınan Mescid-i Haram’dan alıkoyanları ve orada zulüm ile yanlış yola saptırmak (ilhâd) isteyeni, can yakıcı bir azaba uğratırız.”[189] Bu âyette geçen “ilhâd” kelimesi, haktan zulme doğru meylin her türlüsünü ve bütün türleriyle yasak olan şeylerin işlenmesini içine alır. Nitekim sünnet âyeti bu şekilde tefsir etmiştir. Bu mânâda Medine de onun hükmüne katılmış olmaktadır.
8.
Allah Teâlâ, “Erkeklerinizden iki şahit tutun; eğer iki erkek bulunmazsa, şahitlerden razı olacağınız bir erkek, —biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatacak— iki kadın olabilir”[190] buyurmakta ve mâlî konularda bir erkeğin yanında iki kadının şahitliğini kabul etmektedir. Bundan kadınların şahitliklerinin zayıflığı ortaya çıkmaktadır. “Akıl ve dini noksan olanlardan hiç birinin akıllı bir kimseye sizin kadar galebe çaldığını görmedim”[191]sözünde de bu noktaya işarette bulunmuştur. Akıl noksanlığını, iki kadının şahitliginin bir erkeğin şahitliğine denk sayılması şeklinde izah etmiştir. Bu husus Kur’ân’la sabit olmuş ve “biri unuttuğunda diğeri o-na hatırlatacak” buyurulmdda da onların şahitlik konusunda erkeğin derecesinden daha aşağı bir mertebede olduğu ortaya çıkmıştır. İşte bu noktadan hareketle Rasûlullah bir şahitle birlikte yemini de âyette zikre dil enla*in hükmüne katmış ve bu yolla hükim-de bulunmuştur.[192] Çünkü insanların haklarının yenmesinde ve yerine getirilmesinde yeminin de bir yeri vardır ve Allah Teâ-lâ bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın ahdini ve yeminlerinizi az bir değere değişenlerin, işte onların, âhirette bir payları yoktur..”[193]Böylece bir şahit ile yemin, kıyasta iki erkek şahit ya da bir erkek ile iki kadın şahit yerine geçmiştir. Ancak bu herkesin kavrayama-yacağı bir kapalılıkta olduğu için sünnet onu açıklamıştır.
9.
Allah Teâlâ, rakabe mülkiyetinin satışını Kur’ân’da zikretmiş ve onu helâl kılmıştır. Bazı şeyler hakkında olmak üzere icâreden de bahsetmiştir. Meselâ: “Onu getirene bir deve yükü (ödül) vardır”[194] âyetinde “cuTdan[195]”Kim fakir ise uygun bir şekilde yesin”[196] âyetinde yetim malının idaresi hakkında icâreden, “Zekât işlerinde çalışanlara…”[197]âyetinde zekât memurluğundan ve daha başka menfaatler[198] üzerine yapılan icâreden söz etmiş, diğer menfaatler hakkında bir hüküm getirmemiştir. Sünnet ise, bu konuda mutlak cevaz hükmünü getirmiş ve insan, hayvan, ev ve arazi gibi her türlü rakabe menfaatlerinin icareye konu olabileceğini belirtmiştir. Rasûlullah, bu konuda birçoğunun durumunu beyan buyurmuş, diğerlerini de ictihâd müessesesine havale etmiştir. Bu ise, şeriatta muteber olan kıyas alanı olmaktadır. Bu konuda Rasûlullah’ın özel olarak kıyasta bulunmayı kastetmiş o-lup olmaması bizim açımızdan önemli değildir. Çünkü bunların hepsi sonuç itibarıyla hangi şekilde olursa olsun Allah’ın kendisine indirmiş olduğu şeylerin açıklanması amacına çıkmaktadır.
10.
Allah Teâlâ, Hz. İbrahim ile ilgili olarak onun rüyasından bahsetmiş ve buna istinaden oğlunu boğazlamaya giriştiğinden söz etmiştir. Keza Hz. Yûsufun ve iki gencin rüyalarından bahsetmiştir. Bunlar doğru (sâdık) rüyalardı; ancak bütün rüyaların doğru olduğuna dair bunda bir delalet yoktu. Rasûlullah ile bu konunun hükmünü beyanla her sâlih kimsenin göreceği sâdık rüyanın, nübüvvetin (kırk altı) cüzündün bir cüz olduğunu ifade etti.[199] Yine o, rüyaların birer müjde (mübeşşir) olduklarını ve kısımları olduğunu[200] ve buna benzer diğer hükümlerini beyan buyurdu. Böylece rüyaların onun tarafından bu şekilde değerlendirilmesi, diğer rüyaların da Kur’ân’da zikredilenlerin rüyalarına katıldığı anlamını içermiş olmaktadır. Kıyasta yapılan şey de işte budur. Bu konuda örnek pek çoktur. Bu kadarla yetiniyoruz.
e) Bir diğer yaklaşım da, Kur’ân’m çeşitli delillerinden ortaya çıkan toplu mânâların dikkate alınmasıdır. Deliller çeşitli mânâlar hakkında gelmiş olabilir; ancak onların hepsini —mesâlih-i mürse-le ya da istihsândakine benzer— bir mânâ kapsar halde bulunur.Sünnet de işte bu kapsamlı mânânın bir gereği olarak gelir. Böylece bilinir ya da zannedilir ki, söz konusu kapsamlı mânâ o cüzlerin toplamından çıkarılmıştır. Tabiî bu, sünnetin sadece Kitab’ın açıklanması için geldiğini gösteren delilin sıhhati üzerine bina edilmiş olmaktadır. Bu yaklaşımın örneği, “Serî Deliller” bölümünün başında “Zarar vermek ve zarara zararla mukabele etmek yoktur[201] hadisinin mânâsının Kitap’tan çıkarılması sırasında geçmişti.[202] Bu mânâda bulunan diğer hadisler de bu kısma girer. Burada tekrara gerek görmüyoruz.
f) Bir diğer yaklaşım da, hadislerin detaylarının —her ne kadar ilave beyanlar içerse de— Kur’ân’ın tafsilatı içerisinde bulunduğu yaklaşımıdır.[203] Ancak bu yaklaşım sahiplerinin her halükâr- [49] da sünnette yer alan her mânânın —bir başka açıdan[204]değil de sadece lügavî vaz’ açısından— bizzat Kur’ân’da işaret edilmiş ya da açıkça değinilmiş olduğunu isbat etmesi gerekir. Bu yaklaşımla ilgili önce örnekler verelim, sonra da doğru olup olmadığına bakalım:
Konu ile ilgili çeşitli örnekler vardır:
1) Bid’î talâkla ilgili İbn Ömer hadisi: İbn Ömer, hayız halinde iken karısını boşamıştı. Rasûlullah Hz. Ömer’e: “Ona emret, karısına dönsün, sonra temizleninceye kadar bıraksın, sonra hayız görsün, sonra temizlensin, sonra isterse tutsun, isterse ona yanaşmadan Önce boşasın. Allah Teâlâ’nın kadınların boşanma-
sında dikkate alınmasını emrettiği iddet işte budur” buyurdu.[205]Rasûlullah bu sözüyle Allah Teâlâ’nın: “Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda, onları iddetlerini gözeterek boşayın![206] emrini kastetmektedir.
2) Fâtıma bt. Kays hadisi: Rasûlullah bu kadın (kocası Ebû Amr b. Hafs tarafından) bâin talâk ile boşandığı zaman kendisine ne mesken ne de nafaka bağladı.[207] Halbuki bâin talâk ile boşanmış kadınların, nafaka hakları yoksa da mesken hakları bulunmaktaydı. Çünkü bu kadın kötü huylu biriydi ve dili ile ailesine ezâ veriyordu. Rasûlullah’m Du uygulaması,”Apaçık bir hayasızlık yapmaları hali hariç evlerinden çıkarmayın”[208] âyetinin tefsiri olmaktadır.
3) Sübey’a el-Eslemî hadisi: Bu kadın, kocasının vefatından on beş gün sonra doğurdu ve Rasûlullah kendisine artık evlenebileceğini bildirdi. Böylece bu hadis, “İçinizden ölenlerin geride bırakmış olduğu eşler, ‘kendi kendilerine dört ay on gün beklerler”[209] âyetinin, hamile olmayan kadınlara mahsus olduğunu açıklamış oldu. “Hamile olanların iddeti, doğurmaları ile tamam-lanır”[210] âyeti ise, hem boşanmış hem de kocası ölmüş kadınlar için genel (âmm) olmaktadır.
4) Ebû Hureyre hadisi: “Ama zulmedenler, kendilerine söylenmiş olan sözü başka sözle değiştirdiler”[211]âyeti hakkında Ebû Hureyre: “İsrailoğulları ‘Hıtta’ sözcüğü yerine ‘Habbe fi şa’re’ demişlerdir” der.[212]
5) Câbir hadisi: Rasûlullah Mekke’ye geldiği zaman Kabe’yi yedi defa tavaf etmiş, “İbrahim’in makamını namaz kılma yeri edinin”[213] âyetini okuyarak, Makam’ın arkasında namaz kılmış, sonra Hacerü’1-Es-ved’e gelerek onu selâmlamış; daha sonra da (sa’ye başlamak üzere) “Allah’ın başladığı (Safa) ile başlarız” buyurarak: “Şüphesiz ki Safa ve Merue, Allah’ın nişanele-rindendir”[214] âyetini okumuştur.[215]
6) Nu’mân b. Beşîr hadisi: Rasûlullah “Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin, size icabette bulunayım…”[216] âyeti hakkında: “Dua, ibadettir” buyurmuş ve âyeti sonuna kadar okumuştur.[217]
7) Adiyy b. Hatem hadisi: Bu zat şöyle demiştir: “Tan yerinde[218], beyaz iplik, siyah iplikten sizce ayırd edilinceye kadar yiyin, için[219]âyeti inince Rasûlullah bana: “Şüphesiz (âyetteki ipliklerden) maksat gündüzün aydınlığı ile, gecenin karanlığıdır” dedi.[220]
8) Semüre b. Cündüb hadisi: Rasûlullah: “Salû-tu’l-vustâ” ikindi namazıdır” buyurmuştur. Keza Hendek savaşı sırasında: “Allah’ım! Onların kabirlerini ve evlerini ateş doldur; çünkü onlar bizi güneş batıncaya kadar ‘salâtu’l-vustâ’dan (yani ikindi namazından) alıkoydular” buyurmuştur.[221]
9) Ebû Hureyre hadisi: Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Cennette bir kamçı kadarcık yer, elbette dünyadan ve dünyada olan her şeyden daha hayırlıdır. İsterseniz: ‘Ateşten uzaklaştırılıp, cennete sokulan kimse artık kurtulmuştur[222]âyetini okuyun.”[223]
10) Kebâir yani büyük günahlar hakkındaki Enes hadisi: Rasûlullah bu konuda şöyle buyurmuştur: “Allah’a şirk koşmak, ana babaya isyan etmek, cana kıymak ve yalan söylemek.'[224] Bu konuda daha başka hadisler vardır ve onlarda da büyük günahların zikri geçmektedir. Hepsi de sonuç itibarıyla: “Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız.[225] âyetinin tefsiri mahiyetindedir.Bu türden olan sünnet çoktur.
Ancak Kur’ân, bu yaklaşımı destekleyecek gibi değildir. Hadislerde geçen her konuya Kur’ân’ın doğrudan değinmesi veya Arab’ın kullandığı lügavî vaz’ açısından onlara işarette bulunması mümkün değildir. Bu konuda ilk şahit namaz, hacc, zekât, hayız, nifas, luka-ta, kırâz, müsâkât, diyet, kasâme ve benzeri sayılamayacak kadar çok olan durumlardır (ve bütün bunlar, bu yaklaşım sahiplerinin iddia ettiği gibi sünnetin, Kur’ân nasslarını husûsî beyan tarzında geldiği konular olmaktan uzaktır). Bu itibarla bu yaklaşımın taraftarları iddialarını isbat edecek durumda değillerdir. Bunların yapacakları şey, olsa olsa Arap dilinin kabul etmeyeceği zorlamalara girerek iddialarına mesnet aramaya çalışmak olacaktır.
Böyle bir çabaya ne selef-i sâlihin ve ne de ilimde yüksek payeye ulaşmış âlimlerin katılması mümkün değildir. Birileri, üzerine dikkat çektiği bu kapının aralanmasına merak sarmış, fakat başaramamıştır. Zira iddiasını ancak sözü edilen zorlamalara girerek ve sünnetin getirdiği şey hakkında Kur’ân’da husûsî surette nass ya da işaret bulunmayan pek çok yerde de ilk yaklaşıma başvurmak yoluyla ispata çalışmıştır. Bu ise onun iddiasının boşa çıkması anlamına gelir. Üstelik böylesi bir tekellüfe girişen kişi, sadece Müslim b. Haccâc’ın kitabında yer alan müsned hadislerin mânâlarının Kur’ân’dan çıkarılmasına çalışmıştır. Diğer imamların telif ettikleri hadis kitaplarına bakmamıştır. Bu yeltenme, Kur’ân ve Hadis ilimleri içerisinde vücuda getirilen en garip çalışmalardan biri olmaktadır.
Burada zikrettiğimiz yaklaşımların[226]konu ile ilgili tezi ortaya koymaya yeterli olacağını umuyoruz. Doğruya muvaffak kılan ancak Allah’tır.
———————————–
[1] Mînhâc’da şöyle tarif edililir: Sünnet, Hz. Peygamber’den (s.a.) sâdır olan ve i’câz niteliği taşımayan, yani Kur’ân’dan bulunmayan söz ve fiillerdir. Sünnet, bazen Kur’ân’ın getirmiş olduğu mânâ içerisinde mündemiç bulunur. Müellifin “bizzat Kur’ân tarafından ele alınmayan, aksine Hz. Peygamber (s.a.) tarafından beyan edilen” sözü, Sünnet tabirinin kullanılması için, onun Kitap’ta mevcut bulunan mânâ içerisinde mündemiç bulunmaması gibi bir şartı gerektirmez. Aksine bu sözden maksat, Hz. Peygamber’den (s.a.) sâdır olan sözün aynen Kur’ân’da bulunmaması demektir. Arkadan gelen “Bunların Kur’ân’ın genel olarak getirdiği esasların beyanı mahiyetinde olup olmaması arasında fark yoktur” şeklindeki ifade de tarifin bu şekilde anlaşılması gerektiğini gösterir. Çünkü sünnetin Kitab’ın beyanı olabilme-siu için, beyan edilecek mânânın esas itibarıyla kitap tarafından içerilmesi gerekir ki, sünnet de işte o mânâyı beyan ve şerh etmiş olsun.
Bazı âlimler sünnetin tarifini yaparken, “tabiî amellerden olmayan” kaydını eklemişlerdir. Diğer âlimler ise, durumun açık olması sebebiyle böyle bir kayda gerek duymamışlardır.
[2] Yani sadece Kur’ân’da veya Kur’ân ile birlikte sünnette ya da sadece sünnette açıklanmış olması arasında fark yoktur.
[3] Buna göre bu kullanış şeklinde sünnet kapsamına sadece Hz. Peygamber’in (s.a.) fiilleri girmekte, ondan başkalarına yönelik olarak sadır olan emir ya da nehiy yollu sözlü tasarrufları —kendince fiile dönüştüriümedikçe— tarif kapsamına girmemektedir. Minhâc’da yapılan tarif, sünnet sözcüğünün genel kullanılış şekliyle ilgili olmaktadır. Müellifin her iki tarifi de, sünnet sözcüğünün özel anlamına yöneliktir. Onun maksadının bu olduğunu çıkarmamıza daha sonra söyleyeceği “Buraya kadar anlatılanları topladığımızda, sünnet sözcüğünün kullanılışının şu dört yönü içerdiği ortaya çıkmaktadır:…” şeklindeki sözü de yardımcı olacaktır. Zira müellif—bu kullanış şekillerinin ayrıntıları sırasında açıklamamasına rağmen— tasvipleri (ikrar) de bu dört yönden biri olmak üzere saymıştır. Ancak müellifin daha önce tasvipleri fiillerden saydığı da bilinmektedir.
[4] Yani bizce bilinir olup olmamasına bakılmaz. Yoksa gerçek anlamda sünnette öyle bir şeyin bulunmaması anlamına değildir. Aksi takdirde bu ifade, sözün gerisi ile çelişir.
[5] Burada içtihada, Kitap ve sünnetten olan deliller üzerinde değerlendirme yapmak anlamı verdiğimiz zaman, sözün baş tarafa karşı tutulması anlaşılmaz. Çünkü biz diyoruz ki, sünnete tabi olunması şekli ancak, delilin doğrudan sünnet olması durumunda tasavvur edilebilir. Ondan sonrası ise kıyas vb. yollarla olur.
[6] Müellif, bu ifade yerine belki de “aslında bize ulaşmayan bir sünnete tâbi ol-
ma anlamına gelir” gibi bir ifade kullanmalıydı. Nitekim bir önceki şikda öyle söylemişti. Ancak burada sadece icmâ ve içtihada atıfla yetindi. Burada şöyle denilebilir: Aslında birincisi, yaygın olan kullanılış şeklinde sünnet kapsamı içerisine zaten girmektedir. Dolayısıyla onu tasrih etmeye aslında ihtiyaç yoktu, buna rağmen sırf girmemiş olabileceği gibi yanlış bir anlayışa dikkat çekmiş olmak için zikredilmiştir. Müellife göre önemli olan icmâ, istihsân ve mürsel maslahatlar gibi diğer delillere dayalı olan uygulamaların sünnnet kapsamına sokulmuş olmasıdır. Ancak müellif bu delilleri sayarken kıyası da zikretmeliydi.
[7] Bu sükuti icmâdan kabule daha şayandır; çünkü tepki gösterilmemesi yanında tüm sahabe tarafından işlenir olması, ona ayrı bir güç katar.
[8] Yani sahabe döneminde mürsel maslahatlar dikkate alınarak gerçekleştirilmiş olan uygulamalar, bu anlamda sünnet kapsamına girer.
[9] Tazîr şeklinde verilen içki cezası Hz. Peygamber (s.a.) zamanında miktarı belirli olmaksızın duruma göre uygulanmış ve içki içene bazen kırk sopa vurulmuş, bazen şöyle ya da böyle hırpalanmış, bazen de bu ceza seksen sopaya çıkarılmıştı. Hz. Ebû Bekir zamanında da durum aynı idi. Hz. Ömer’in halifeliğinin son yıllarında içki içme eğilimi bir hayli artmıştı. Çünkü insanlar bolluk içerisine girmişlerdi ve içki üretilen meyve ve üzüm çoğalmıştı. Hz. Ömer, içkinin önünü alabilecek bir ceza verilmesi konusunda sahabe ile istişarede bulundu. Hz. Ali şöyle dedi: “İçki içenlere seksen sopa vurmanı uygun görüyoruz. Çünkü kişi içtiği zaman sarhoş olur, sarhoş olunca hezeyanda bulunur, hezeyanda bulununca iftira eder; iftira eden kimseye ise ceza olarak seksen sopa vurmak gerekir.” Abdurrahman b. Avf ise: “En hafif had cezasını (yani seksen sopa) uygulamanı münasip görürüm” dedi. Böylece içki cezası bundan böyle seksen sopa olarak uygulandı. Sahabenin bu şekilde içki cezasını seksen sopa olarak belirlemesi içtihada ve arkasından oluşan icmâa dayalı bir sünnet (uygulama) olmaktadır. Mirkâtta, bu uygulamanın gerekçesinin siyâset olduğu söylenir.
[10] Terzi, demirci, marangoz gibi zenâatkârlar, kendilerine sipariş olarak bir şey yaptırmak üzere yanlarına bırakılan mallar hakkında aslında yed-i emin (emanetçi) hükmünde olmaları, dolayısıyla ihmal ve kusurları olmadan bu malların kendi yanlarında iken telef olması durumunda tazminle sorumlu tutulmamaları gerekir. Genel kural bunu gerektirir. Ancak ahlâkın bozulması ve bu hükmün kötüye kullanılması endişesi sonucunda sahabe onları tazminle sorumlu tutmuşlardır. Dolayısıyla meselâ elbise dikmek üzere bir terziye teslim edilen bir kumaşın kaybolması vb. gibi durumlarda, terzinin o kumaşı tazmin etmesi ilke olarak benimsenmiştir. Râşid halifeler bu şekilde hükmetmişler ve konuyla ilgili olmak üzere Hz. Ali: “İnsanları ancak bu hüküm yola getirir” demiştir. Bu hükmün mesnedi maslahattır. Çünkü insanların bu gibi zenâatkârlara sipariş şeklinde iş yaptırmaları kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Eğer onlar, kendi yanlarına bırakılan mallan zayii durumunda tazminle sorumlu tutulmayacak olsalardı, ihmal ve kusur gösterecekler, pek çok hak zayi olacaktı. Üstelik birçok zenâatkâr bu hükmü kötüye kullanacaklar, insanların mallarını kendi zimmetlerine geçirecekler ve sonra da onların kaybolduğunu vb. söyleyeceklerdi
[11] Hz. Ebû Bekir zamanına kadar Kur’ân, çeşitli sayfalar, deri, yassı taş vb. gibi diğer yazılı malzemelerde dağınık bir halde duruyordu. Gerçi insanların hafızalarında ezber olarak muhafaza ediliyordu ama, yapılan savaşlarda birçok Kur’ân hafızı ölüyordu. Hz. Ömer’in de teklif ve ısrarıyla Hz. Ebû Bekir zamanında Kur’ân mushaf halinde bir araya toplandı.
[12] Hz. Ebû Bekir zamanında Kur’ân’ın mushaf halinde bir araya getirilmesi, onun zayi olması endişesini ortadan kaldırmıştı. Ancak Hz. Osman zamanında İslâm ülkesinin iyice genişlemesi ve yeni unsurların müslüman olması sonucunda yeni bir problem ortaya çıkmıştı: Kur’ân’ın okunmasında farklılıklar. Bilindiği gibi Kur’ân kolaylık olsun için yedi harf yani yedi ayrı okunuş şekli üzere inmişti. Hepsi de doğru olan bu okunuş şekli, uygulamada ihtilaflara yol açıyor ve bazıları kendi okuyuş şeklinin doğru olan tek şekil olduğunu iddia ediyordu. Bunun önüne geçmek için Hz. Osman, Kur’ân’ın ilk inmiş olduğu Kureyş lehçesini esas alarak Kur’ân nüshalarını beş adet çoğaltarak her merkeze birer tane gönderdi ve bundan böyle bütün mushaflarm, bu imam mushafların esas alınarak yazılmasını ve okunmasını emretti ve böylece muhtemel bir ihtilafın önünü aldı.
Bu iki uygulama yani Kur’ân’ın mushaf haline getirilmesi ve çoğaltılması Hz. Peygamber (s.a.) zamanında olmamıştı; aksine iki halifenin ve bazı sahabîlerin içtihadı sonucunda oluşmuş ve diğer sahabîler de onları tasvip etmişlerdi. Çünkü bunda ümmetin maslahatı vardı.
[13] Hz. Ömer zamanında ülkenin büyümesi, idarî ve mâlî işlerin iyice artması,devlete yeni bir düzen verilmesini ve bazı kurumların (divanlar) kurulmasını gerektirmişti.
[14] Hz. Ebû Bekir’in, Hz. Ömer’i kendisinden sonra halife tayin etmesi {istihlâf usûlü), Hz. Ömer’in, halife seçimini kendisinden sonra altı kişilik bir şûra meclisine havale etmesi, İslâm parasının basılması, (Hz. Ömer zamanında) sanıklar için hapishane yapılması, Hz. Peygamber’in (s.a.) mescidinin karşısındaki vakfın yıkılması ve mescidin genişletilmesi ve bunun için istimlâkte bulunulması, Hz. Osman zamanında cuma günü için ikinci bir ezanın konulması…gibi. Bu gibi uygulamalar, Hz. Peygamber (s.a.) zamanında mevcut değildi. Bunların mesnedini hep ümmetin genel maslahatı oluşturuyordu ve yapılan bu uygulamalar sahabe tarafından onaylanıyordu.
[15] Tirmizî, İlim, 16 ; Ebû Dâvûd, Sünnet, 5 ; İbn Mâce, Mukaddime, 6.
Hz. Peygamber (s.a.), sünnet kelimesini kendi yolu için kullandığı gibi halifelerinin uygulamaları için de kullanmıştır. Onların sünneti, bizzat Hz. Peygamber’in (s.a.) sünnetine istinaden ortaya koymuş oldukları ya da icti-hadlan sonucunda ümmetin maslahatını esas alarak yapmış oldukları uygulamalar olmaktadır.
[16] Usûlcülere göre sünnet denilince işte bu üç şey akla gelir.
[17] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/1-5
[18] Yani Kitap ve sünnet arasında ilk bakışta muarız gibi görünen bir durum olduğunda, Kitap esas olarak alınır ve sünnete takdim olunur. Müellifin kastettiği budur.
[19] Ebû Dâvûd, Akdıye, 11 ; Tirmizî, Ahkâm, 3 ; Nesâî, Kudât, 11 ; İbn Mâce, Menâsik, 38 ; Ahmed, 1/37, 5/230, 236.
[20] Yani sünnet, mutlakı takyit, âmirn tahsis… gibi yollarla Kur’ân üzerinde tasarrufta bulunurken, bunun tersi olmaz. <Ç)
[21] Nisa 4/24.
[22] Yani bunlardan hangisi daha sonraki bir tarihte gelmiş ise, o öncekini nes-hedecektir. Aksi takdirde ikisinden biri, bir delile mebnî diğeri üzerine tercih edilecek veya —varsa imkân— aralarının bulunmasına (cem ve telif) çalışılacaktır. Bu da olmazsa her ikisi de değerden düşecek ve başka deliller aranacaktır. “Zannî ile kat’î arasında tearuz olmaz” sözleri gerçek muâraza yani aklî konularda olan çelişki içindir; şer’î konularda ise buna bir engel yoktur. Zira şer’i konularda gerçek anlamda tearuz olmaz, sadece sûretâ olur.
[23] Zira senedi ve delâleti kat’î olan sünnet, Kitab’ın zahiri üzerine takdim olunmaktadır.
[24] Dolayısıyla hem sübût hem de delâlet bakımından eşit olmaları durumunda aralarında tearuz meydana gelebilir. Bu yüzdendir ki âlimler şöyle demişlerdir. Sübût açısından Kur’ân nassları ile hadis arasında tearuzdan söz edilemez. Tearuz ancak delâieti zannî olan Kur’ân nassları ile, delâleti kat’î olan sünnet arasında olabilir.
[25] Yani Kitab’ın vâhid haber üzerine takdimi mi, yoksa vâhid haberin Kitâb üzerine takdimi mi gerekir, ya da aralarında tearuz mu söz konusu olur? şeklindeki ihtilaf.
[26] Yani delil olarak kullanılacak olanın Kitap mı, yoksa sünnet mi olacağını,
ikisi arasında tercihi gerektirecek delil belirler.
[27] Nahl 16/44.
[28] Mâide 5/38.
[29] Hırsızlıkta elin kesilebilmesi için gerekli olan nisap miktarı Hanefîlere göre on dirhemdir. (Ç)
[30] Az önce de ifade edildiği gibi usûlcülere göre Kur’ân nassınm delâletinin zannî olması durumunda sünnetle tearuz halinde bulunur ve hangisinin daha sonraki tarihli olduğu da bilinmezse, o zaman bunlardan biri diğeri üzerine sırf Kur’ân âyeti olması, ya da öbürünün sünnet olması gibi gerekçelerle tercihi mümkün olmuyor, aksine cem ve telif imkânı yoksa tercihi gerektirecek delil aranıyor ve delil bulunamaz ise, her ikisi de terkediliyor-du. Bu durum Kitabın sünnetten önce gelmediği tezine delil olarak kullanılmıştı. Müellif şimdi de bu itiraza cevap verecektir.
[31] İkinci Mesele’de. Kur’ân’dan kat’î bir asla dayanan vâhid haber, onun beyan edicisi olur. Bu durumda vâhid haberlerin büyük bir kısmı Kur’ân’ın beyan ve tefsiri mahiyetindedir.
[32] Bu konuyla ilgili ileride söz edilecektir.
[33] Nitekim Hz. Aişe, “Velâ teziru vâziratun vizra ukrâ” âyetine dayanarak, “Şüphesiz ki ölü, ailesinin üzerine ağlaması sebebiyle azap görür” hadisini reddetmiştir.
[34] Sünnette de senedi kat’î olanların bulunduğu, dolayısıyla delâlet açısından Kitap’tan geri kalmayacağı itiraz noktası.
[35] Müellif, bu mütevâtir sünnet konusunda ileri sürülen itiraz noktasını sanki kabulleniyor gibi görünüyor; ancak pratik bir değeri olmaması sebebiyle fazla bir önemi olmadığını belirtiyor. Çünkü —ta Hz. Peygamber’e (s.a.) kadar bütün tabakalarda yalan üzerinde birleşme imkânı olmayan kalabalıktaki insanların, yine kendileri gibi olan kalabalık râvilerden rivayet etmiş olmaları şeklindeki— tevatür şartına uygun olarak geîen ya mütevâtir sünnet yoktur, ya da vukuu çok nadirdir. Nâdir olana ise müstakil olarak değer ve hüküm verilmez.
[36] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/5-9
[37] “Namazı kılınız” şeklindeki mücmel âyetlere detaylar getiren hadisler gibi.
[38] Ayetlerden maksadın ne olduğunu açıklayan hadisler gibi. Meselâ “Altın ve gümüşü biriktirenler var ya…” (9/34) âyeti indiği zaman, bu sahabeye çok ağır gelmişti. Gelip maksadın ne olduğunu Rasûlullah’a sordular. O: “Yüce Allak zekâtı, sadece ellerinizde geride kalan malların onun sayesinde paklanması için farz kılmıştır1′ buyurdu. Bunu duyunca Hz. Ömer tekbir getirdi.
Yine “iman edip de imanlarına hiçbir şekilde zulüm bulaştırmayan-lar var ya…” (6/82) âyeti indiği zaman sahabe buradaki zulümden maksadın ne olduğunu anlayamamış ve korkmuşlardı. Hz. Peygamber (s.a.), Lokman süresindeki âyette (31/13) de ifade edildiği gibi, sözü edilen zulümden maksadın şirk olduğunu açıklamıştı.
[39] “Savaştan geri kalmış üç kişinin tevbesini de kabul etti” (9/118) âyetinde atıfta bulunulan olayın bütün uzunluğu ile hadiste anlatılması gibi. Bu uzun hadiste onların cezalandırıldıkları; önce kendileriyle konuşmanın yasaklandığı, sonra kadınlarına yaklaşmaktan men olundukları… detaylarıyla anlatılmaktadır.
[40] Nahl 16/44.
[41] Müellif orada bu delillerden bahsetmemiş ve konunun delillendirmeye ihtiyaç göstermeyecek kadar açık olduğunu, zira bunun dinde zorunlu olarak bilinen bir husus olduğunu söylemişti.
[42] Kalem 68/4.
[43] Hz. Âişe, kullandığı ifadede Hz. Peygamber’in (s.a.) ahlâkı ile Kur’ân’ı Özdeşleştirmiştir. Bundan da, onun bütün davranışlarının kaynağının Kur’ân olduğu anlamı çıkmaktadır.
[44] Bir kimsenin ahlâkı, fiillerinin kendisinden kolaylıkla kaynaklandığı bir halet-i rûhiyyedir. Hz. Âişe’nin de ifadesi üzere Hz. Peygamber’in (s.a.) sözleri, fiilleri ve diğer tasarrufları, Kur’ân’dan sâdır olmaktadır. Sünnet dediğimiz şey ise, Hz. Peygamber’den (s.a.) sâdır olan söz, fiil ve şâir tasarruflardan ibarettir. Şu halde sünnet, Kur’ân’dan sâdır olmakta ve ona dayanmaktadır.
[45] Nahl 16/89.
[46] Üçüncü ciltte, İkinci Tarafın Yedinci Mesele’sinde de işaret edildiği üze-re,Kur’ân, her ne kadar çeşitli ilimleri kapsıyorsa da, ilgilendiği şeylerin başında emir ve nehiy konusu yani itikâdî ve amelî şer’î yükümlülükler gelmektedir. Sünetin içeriğinin en Önemli kısmını ise, bu tür yükümlülüklerin açıklanması ve onlara detaylar getirilmesi teşkil eder. Bu durumda sünnet, genel çerçeve olarak Kur’ân içerisinde mündemiç bulunmuş olur. Müellif, “Çünkü emir ve nehiy, Kitap’ta yer alan şeylerin başında gelir” sözü yerine “Çünkü sünnet, Kur’ân’ın açıklamak için geldiği Tıer-şey’ tabirinin altına giren konuların beyanı olmaktan başka bir şey değildir” deseydi mânâ daha anlaşılır olacaktı.
[47] En’âm 6/38.
[48] Mâide5/3.
[49] Delil bu ifade ile tamamlanmaktadır. Eğer bu sözden maksat dinin Kur’ân ve Sünnet’in tamamlanması ile kemâle ermesi olsaydı, o zaman delil olmazdı. Çünkü bu âyet indikten sonra Hz. Peygamber (s.a.) seksen gün kadar daha yaşamış ve bu sırada kendisinden sözlü ya da fiilî birçok sünnet sâdır olmuştu.
[50] Dördüncü Mesele’de.
[51] Yani sünnet, Kitap’ta mevcut bulunan bir esasa ters düşmese, fakat kendisine tanıklık edecek bir esasa da dayanmasa bu durumda hakkında tevakkuf edilir. Kesin bir esasa ters düşmesi halinde ise reddedilir.
[52] Nisa 4/65.
[53] Bkz. Buhârî, Şirb, 6, 8, Sulh, 13 ; Müslim, Fedâil, 129 ; Ebû Dâvûd, Akdı-ye, 31 ; Tirmizî, Ahkâm, 26 ; Tefsîru Sûre 4/13 ; Nesâî, Kudât, 19 ; İbn Mâce, Mukaddime, 2, Ruhun, 20 ; Ahmed, 1/160, 4/5.
Olay Müslim’in rivayetinde şöyle olmuştur: Ensardan bir adam (Hu-meyd) , Rasûlullah’m (s.a.) huzurunda hurma suladıkları Harre su yollan hakkında Zübeyir’den davacı olmuştu. Ensâr’dan olan zat: “Suyu sal da geçsin!” demiş, Zübeyir ise onun bu teklifine razı olmamıştı. Derken Rasûlullah (s.a.) huzurunda davaya çıktılar. Rasûlullah (ı.a.), Zübeyr’e:
“Ya Zübeyr! Sen sula, sonra suyu komşuna sal!” buyurdu. Ensarh kızdı ve:
“Yâ Rasûlallah! Bu adam halanın oğlu diye mi böyle söylüyorsun?” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber’in (s.a.) yüzünün rengi değişti ve:
“Yâ Zübeyir! Sula, sonra suyu tıka, ta duvara kadar geri dönsün!” buyurdu. Zübeyir, yeminle (4/75) âyetinin bu hususta indiğini söylemiştir.
Hz. Peygamber (s.a.), ilk önce Zübeyir’den komşusuna karşı müsamahalı davranmasını ve sulamanın en az derecesi ile yetinmesini, ondan sonra da suyu hemen ona salıvermesini istemişti. Ensârî, bunu anlamayıp üstelik kötü bir şekilde yorunca, bu kez Hz. Peygamber (s.a.), Zübeyr’e şer’î hakkını tam olarak kullanmasını ve toprak suya iyice kanıncaya kadar suyu kendisinde tutmasını emretti.
[54] Nisa 4/59.
[55] İbn Kayyim, İ’lâmu’l-muvakkıîn’de şöyle demektedir: Bütün müslüman-lar, meseleyi Allah’a bırakmaktan maksadın, Kur’ân’a başvurmak; Rasûlullah’a (s.a.) bırakmaktan maksadın da, hayatında iken bizzat kendisine, ölümünden sonra da sünnetine başvurmak olduğu konusunda icmâ etmişlerdir.
[56] Mâide 5/92.
[57] Nûr 24/63.
[58] Nisa 4/80.
[59] Haşr59/7.
[60] Mecmau’z-zevâid’de Câbir’den (r.a.) yapılan rivayete göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Kime benden bir hadis ulaşır da onu yalanlarsa, bu haliyle o üç kişiyi yalanlamış olur: Allah’ı, Rasûlünü ve o hadisi kendisine ulaştıranı.” Taberânî, el-Evsatta zikretmiştir. Senedinde Mahfuz b. Misver vardır. İbn Ebî Hatim onu zikretmiş; fakat hakkında ne cerh ne de ta’dîle delalet eden bir ifade kullanmamıştır.
[61] Hadisin başında: “Haberiniz olsun! Bana Kitap ve onunla birlikte onun gibisi de verilmiştir” ifadesi vardır. Sonunda ise: “Haberiniz olsun! Size ehil eşekler, yırtıcı hayvanlardan köpek dişli olanlar, aranızda muahede olanlara ait buluntu mallar da helâl değildir” ilavesi vardır, bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 5 (4/200), İmâre, 33; Tirmizî, İlim, 10; Ahmed, 2/367, 4/132.
[62] Ebû Dâvûd, Sünnet, 5 (4/200).
[63] İlgili hadisler daha önce geçmişti [3/372].
[64] Yani son üç örnek.
[65] Sahifede ne olduğu sorulunca: “Diyet, esirin salıverilmesi ve kâfire karşılı müslümanm öldürülmemesi” diye karşılık vermiştir, bkz. Buhârî, İlim, 39
[66] Metinde geçen sarf, nafile; adi de fariza anlamlarına da gelmektedir, Nihâye, 3/24. (Ç)
[67] bkz. Buhârî, Fedâilu’l-Medîne, 1 (2/220) ; Cizye, 10 ; Ahmed, 1/100, 2/126.
[68] Ebu Davud akdiye,11;Tirmizi,ahkam,3;Nesai, Kudat 11, ibn Mace Menasik,38;Ahmed,1/37,5/230,236
[69] Ahmed, 4/146, 156. Hadisin senedinde, güvenilirliği tartışmalı olan Derrâc Ebû’s-Semh vardır.
[70] Buhârî, İlim, 34 ; Müslim, İlim, 13. Daha önce geçmişti [1/74].
[71] Çünkü bu söz, terkip bakımından kötü ve Hz. Peygamber’in (s.a.) eşsiz üslubunden çok uzaktır.
[72] Yani Rasûlullah’ın (s.a.) Zübeyir lehine vermiş olduğu hüküm, icmâlî ya da uzaktan da olsa Kur’ân’da var mıdır? Müellif bu sorunun cevabını Dördüncü Mesele’ye havale etmiştir. Nitekim üçüncü itiraz noktasının cevabını da oraya havale edecektir
[73] İtiraz şöyleydi: Sünnetin terkedilerek sadece Kur’ân’a uyulmasını yeren hadisler vardır. Eğer sünnetin içeriği, Kitap’ta bulunsaydı, o takdirde Kitap ile amel halinde sünnet hiçbir şekilde terkedilmiş olmazdı. (Ç)
[74] Burada müellif şöyle bir itiraza cevap vermektedir: Birinci cevapta ileri sürülen husus ikinci itiraz noktası için geçerli değildir, özellikle de sünnet ile Kitab’ın ayrı ayn şeyler olduğunu söyleyen açık hadisler var ve sünnetin ihtiva ettiği ve Kur’ân’da aslı esası bulunmayan konularda bu gayet açıktır. Nitekim hadislerde yer alan Allah’ın Rasûlünün (s.a.) haram kıldığı da aynen Allah’ın haram kıldığı gibidir.” “Bana Kitap ve onunla birlikte onun gibisi de verilmiştir” ifadeleri bunu açıkça ortaya koymaktadır.
Müellif bu muhtemel itiraza, büküm itibarıyla sünnetin Kitep’tan farklı olması, onun Kitap’tan müstakil olarak düşünülmesini sahih kılmıştır; dolayısıyla sünnet, “Kur’ân gibisi” gibi nitelemelere de elverişli hale gelmiştir… diyerek cevap vermektedir.
[75] Onlar görüşlerini “herşeyin Kur’ân’da açıklaması olduğu” noktası üzerine bina etmişlerdi. Bu haddizatında doğru olan birşeydir; ancak bunların al-danmış olduğu husus kendilerini sünnetten müstağni addetmeleri ve Kur’ân’ı kendi arzu ve heveslerine uygun bir şekilde tevillere kalkışmalarıdır.
[76] Yani Kitap’la yetinme ve sünneti terketme konusunda.
[77] Dolayısıyla onu atmadan bahsetmenin bir anlamı yoktur. İster Hz. Peygamber’in (s.a.) hata edebileceği, ancak hatası üzerinde bırakılmayacağı ve mutlaka Allah Teâlâ tarafından tashih edileceği görüşünden, isterse onun ictihadlarında hiç hata etmeyeceği görüşünden —ki bu ikincisi onun Ki-tab’a ters düşecek bir hüküm getirmeyeceği konusunda daha da kesin bir görüş olmaktadır—- hangisinden hareket edecek olursak olalım, her iki takdire göre de sünnetin atılmasının bir mânâsı olmaz; zira Kitap ile sünnet arasında çelişki olması mümkün değildir.
[78] Ve bu durumda Kitap sünneti içine almış olur. Bu durumda meselenin aleyhine delil olarak kullanılan bu badis tersine işleyerek lehine bir delil haline dönüşür. Nitekim dördüncü itiraz noktasında da durum aynı olmuştu. Müellifin muradı budur.
[79] Mecmau’z-zevâid’de Ahmed ve el-Bezzâr’dan nakledilmiştir. Râvileri, Sahih’in raviteri olmaktadır. Ancak onun rivayeti müellifin buradaki rivayetinden biraz farklıdır.
[80] Enfâl 8/2.
[81] Zümer 39/23.
[82] Mâide 5/83.
[83] Bu yerinde bir izah değildir. Çünkü hadisin Kur’ân’da olmayan bir mânâyı içermesi, ona zıt olmasını gerektirmez.
[84] Râmuzu’l-Hadîs’te, el-Hâkim’den rivayet edilmiştir.
[85] Burada sünneti de zikretmesi, müeliifın amacına uygun düşmemektedir. Çünkü o, “sünnetin Kitap’ta bulunanlar üzerine yeni birşey getirmediği, bilakis onun sadece bir açıklama olduğu, Kitab’a uygun olanının kabul edilip, ona ters düşeninin kabul edilmeyeceği” hususunu delillendirmek istemektedir. Dolayısıyla bunun isbati için sadece Kitab’a uygunluktan söz etmesi gerekirdi.
[86] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/9-21
[87] Nisa 4/115.
[88] Haşr59/7.
[89] Haşr59/7.
[90] Hadis daha önce geçmişti, bkz. [ 3/368].
[91] Nisa 4/119.
[92] Haşr59/7.
[93] Haşr59/7.
[94] ibn Abbâs’tan şöyle dediği rivayet edilir: “İçlerinde bence en üst düzeyde rızaya ulaşmış Hz. Ömer gibi insanların da bulunduğu kendilerinden razı olunan adamlar, benim yanımda, ‘Rasûlullah’m (s.a.) güneş doğuncaya kadar sabah namazından sonra, güneş batmcaya kadar da ikindiden sonra namaz kılmayı yasakladiğı’na dair tanıklık etmişlerdir.”
[95] Ahzâb 33/36.
[96] Efendisinden çocuk doğuran cariyeler. (Ç)
[97] Nisa 4/59.
[98] Nahl 16/44.
[99] Rasûlullah’ı (s.a.) kastetmektedir. Sünnet Kur’ân’ı tefsir etmektedir. Sünneti işte bunun için rivayet etmektedir.
[100] Meşhur Cibril hadisinde. (Ç)
[101] Bu devlet başkanının, mürtedleri öldürmek gibi şeri hadleri uygulama suretiyle dinin esaslarını koruması yoluyla olur.
[102] Müellif üçüncüsünü zikretmemiştir. Onu da şöyle belirlese sözü tamamlanmış olurdu: 3) Nefsin yok olma açısından korunması yani onu ortadan kaldırmaya yönelik eylemlere karşı korunması. Bunun için de cezaî hükümler konulmuştur. Ancak müellif kısas ve had cezalarım tamamlayıcı unsurlardan mütalaa etmekte, esastan kabul etmemektedir. Nitekim Makâsıd bölümünde geçmişti. O zaman üçüncü esas nerede kalmaktadır? Buna şöyle cevap verilebilir. Müellif nefsin bekasının sürdürülmesi esasını iki kısma bölmüştür: 1) Nefsi içeriden koruma, 2) Dışarıdan koruma. Bu ikisi birinciye eklendiği zaman hepsi üç eder ve sözde de eksiklik kalmaz.
[103] Had ve kısas cezalarının konması, nefse ârcz olabilecek durumların dikkate alınması vb. gibi durumlar nefsin korunması ilkesini tamamlayıcı unsurlardan olmaktadır ve hepsi de onun yok olması açısından ele alınmakta ve bekâsını sürdürmeyi amaçlamaktadır. Sözü edilen üçüncü tamamlayıcı unsur işte budur. Gerçi bu tamamlayıcı unsuru buradaki değerlendirişi ile Makâsıd bölümündeki değerlendirişi farklı ise de, her biri kendi zaviyesinden sahih olduğu sürece böyle farklı değerlendirmeye mani bir durum yoktur.
[104] Yani nefsin korunması kısmına. Tamamlayıcı unsurları kısmına girer demeyi de kastetmiş olabilir. Hepsi de —müellifin de dediği gibi— esas olarak Kur’ân’da vardır.
[105] Şer’an meşru olan alış-veriş gibi bedelli ve hibe, miras gibi bedelsiz mülkiyeti isbat ve nakleden yollar vasıtasıyla.
[106] Bu durumda ihtiyaç için yeterli olan malı sırf çoğaltmak için yapılan üretim zarûriyyâttan olmaz. Bu mânâ metindeki “yefi” kelimesinin aslında “yefnâ” olması gerektiği şeklinde böyledir.
[107] Bu durumda ise zarurî ihtiyaca cevap veremeyecek noksanlıktaki malın nemalandırılması zarurî olacak, fazlası ise korunması zarurî olan kısma girmeyecektir. Bu mânâ metnin “yefî” şeklinde alınmasına göredir. Her iki şekilde de mânâ doğru olmaktadır.
[108] Bu, malın israf, hırsızlık, yangın ve diğer telef edici durumlardan korunması şekliyle olmaktadır.
[109] Bu konudaki asıl, malın mülkiyete konu olmasının sahihliği İdi.
[110] İtlaf içermeyen gasp halinde tazir, hırsızlıkta had, itlaf durumunda tazmin söz konusu olur. Bu üç müeyyide, malın mülkiyete konu olması esasını korur. Taziri gerektiren durumlardan biri de kumardır; onun hakkında özel bir had gelmemiştir.
[111] Yani iyi ve temiz olan şeylerin yenilmesini, israf ve aşırılığa kaçılmaması-nı vb. bildiren âyetler yoluyla açıklanmıştır.
[112] Alimler, tazir cezasının işlenen suçun cinsine ve vasfına yani büyüklük ve küçüklük durumuna göre belirleneceğini söylemişlerdir. Bu tazir (zecr) hakkında böyledir. îçki cezasında da durum aynıdır. Onun hakkında da Kur’ân’da özel bir nass bulunmamaktadır. Sünnette de onun hakkında belli bir had cezası belirlenmemiştir. Ashap Hz. Peygamber (s.a.) devrinde içki içenleri bazen pabuçlarla, bazen hurma dallarıyla belli bir sayıda olmaksızın pataklıyorlardı. Seksen sopa şeklinde belirlenmesi ise iftira haddine kıyas sonucunda olmuştur. Nitekim Hz. Ömer döneminde konu ile ilgili yapılan istişare sırasında Hz. Ali şöyle demiştir: “Kişi içtiği zaman sarhoş olur, sarhoş olduğu zaman hezeyanda bulunur, hezeyanda bulununca da iftira eder.”
[113] Namaza nisbetle necasetin “hafife” ve “galîza” diye ikiye ayrılması ve bunlardan belli bir miktarın namaz kılınan yerde ya da namaz kılanın üzerinde olması halinde namaza zarar vermemesi böyle bir ruhsatın sonucudur. (Ç)
[114] Yani Kur’ân’da yer alan bu gibi ruhsat hükümleri, güçlüğün kaldırılması genel esasının birer örnekleri mahiyetindedir. (Ç)
[115] Hayvanda bulunan kan -ki necistir- iki büyük boyun damarının kesilerek akıtılması gibi bir işlem olmaksızın tam olarak bedenden ayrılmaz ve böylece beden temizlenmiş olmaz. Av, bu ameliye gerçekleşmemekle birlikte helâl kılınmıştır. Bu helâllik güçlüğün kaldırılması ilkesinin gerektirdiği bir ruhsattan başka birşey değildir. Müellif az önce boğazlama ve av hükümlerini nefsin korunması ilkesinin tamamlayıcılarından saymıştı.
[116] Talâkın en fazla üç sayısıyla sınırlandırılmasında, kadın için bir kolaylık ve ona dokunacak sıkıntı ve zararın kaldırılması vardır. Çünkü üç defa boşandıktan sonra artık kocası ile ilgisi kalmayacak ve bir başkası ile evlenebilme imkânı bulacaktır. Bu ise neslin korunması ilkesine yardımcı olacaktır.
[117] Talâkın bulunmamasında temelde büyük bir sıkıntı ve güçlük vardır ve bunu talâkı meşru görmeyen kavimler çok iyi bilirler. Çünkü talâk da bir tür çözümdür ve yeni evliliklere imkân verir. Zamanımızda göze çarpan aşırı boşama hadiseleri ise dinin özünden kaynaklanmayan, bilakis onun hakem usûlü vb. hükümlerinin ihmalinden doğan ve ahlâkî çöküntünün göstergelerinden biri kabul edilen bir ‘olgudur.
[118] Kadının, eşinden mehri ya da belli bir bedel karşılığında ayrılması. (Ç)
[119] Aslında uygun olanı, bunun avın mubah kılınması ve yardımlaşmada olduğu gibi nefsin korunması konusunda hâciyyâttan olan şeylerden sayıl-masıdır. Çünkü bununla nefse, onun korunmasını güçlendirecek şekilde bir genişlik getirilmektedir.
[120] Dolayısıyla ruhsat şeklinde akla —ister yenilecek ister içilecek şey olsun— zarar verecek şeylerin alınması yoluyla da olsa, nefsin korunmasına öncelik verilir.
[121] Bu ilke Kur’ân’da açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Dolayısıyla Kur’ân zikredilenlerin hepsini kapsamakta ve onlar için küllî bir esas olmaktadır. Buna rağmen bazıları Kur’ân’da mufassal olarak da gelmiştir
[122] Yani nassla değil de ictihâdla tefemi eden küllî esaslara bağlı şeylerdir.
[123] Bu meyanda Kur’ân ile paralellik arzedecek mahiyette sünnetin belirledikleri çok azdır. Geri kalan kısım içtihada bırakılmıştır.
[124] Müslim, Sayd, 15, Afime, 32 ; Tirmizî, Sayd, 9.
[125] En’âm 6/145.
[126] Pislik yiyen başıboş sığır, tavuk gibi hayvan. (Ç)
[127] Ebû Dâvûd, Afime, 24, 33.
[128] Çekirge gibi.
[129] Kabaktan oyulmuş kap. (Ç)
[130] Ziftlenmiş toprak kap, küp. (Ç)
[131] Ağaçtan oyularak yapılmış kap, fıçı. (Ç)
[132] Bu kaplarda şıra (nebîz) tutulmasının yasaklanması sedd-i zerîa ilkesinden hareketle olmaktadır. Çünkü bu gibi kaplar, içine konulan şırayı çabucak şaraplaştırıyordu ve genelde içkiler bu tür kaplarda tutuluyordu, içki yasağı gelince, yasağın iyice yerleşebilmesi için Rasûlullah (s.a.) bu kaplarda şıra tutulmasını dahi yasakladı. Haramlık hükmü iyice yerleşip, nefisler bu yasak hükmüne artık alışınca bu kapların kullanılması yasağından dolayı sıkıntıya düşülmesi de söz konusu olunca, Rasû-lullah (s.a.) onlara bütün kapların kullanılmasını mubah kaldı; bir kayıtla ki asla sarhoşluk verici bir içki içmeyeceklerdi. Gerekçe varken haram kılma esası galebe çaldırılmış ve bu gibi kaplarda şıra tutulması dahi yasaklanmıştı. Gerekçe ortadan kalkınca da aslî hüküm olan ibâhalığa dönülmüştü. Bunun ister bir içtihadı tasarruf, ister vahye müstenid olduğunu söyleyelim, söz konusu olan her halükârda Rasûlullah’ın beyanıdır.
[133] Muvatta, Dahâyâ, 8.
[134] Ebû Dâvûd, Eşribe, 5 ; Tirmizî, Eşribe, 3.
[135] Yani bu şekilde elde edilen şıranın yasaklanması, hızla köpük atarak sarhoşluk verici bir hal alması özelliği sebebiyledir. (Ç)
[136] Buhâri, Zebâih, 2, 7-10 ; Müslim, Sayd, 2, 3, 6 ; Ebû Dâvûd, Edâhî, 23.
[137] Ebû Dâvûd, Edâhî, 22.
[138] Buhârî, Zebâih, 2, 3 ; Müslim, Sayd, 1-3 ; Ebû Dâvûd, Edâhî, 22.
[139] Daha önce geçti. bkz. [3/86].
[140] Hadis için bkz. Buhârî, Hudûd, 23 ; Ahkâm, 29 ; Ebû Dâvûd, Talâk, 34 ; Nesâî, Talâk, 43. “Çocuğun yatak sahibine ait olacağını ve zina edenin ise mahrum kalacağını” ifade ettikten sonra Şevde bt. Zem’a validemize, Zem’a’nın olduğuna hükmedilen kişinin yanında örtünmesini emretmiştir. Çünkü yargıya göre her ne kadar bunlar kardeş oluyorlarsa da, çocuk Utbe’ye açık bir şekilde benziyordu. Bu durumda Rasûlullah (s.a.), bir taraftan çocuğu yatak sahibine hükmederken, mahremiyet konusunda da zina edene hükmetmiş oluyor ve böylece ihtiyatlı hareket etmiş oluyordu.
[141] Ebû Dâvûd, Edâhî, 22.
[142] Ebû Dâvûd, Taharet, 34 ; Tirmizî, Taharet, 49.
[143] Kullanılan bu kuyudan su çekerken içinden bazı pis maddeler de çıkmakta idi. Durumu Rasûlullah’a ilettiklerinde, suyun yaratılıştan temiz olduğunu ve onu hiçbir şeyin pis kılamayacağını beyan buyurdu. Diğer rivayetlerde “Rengi veya tadı veya kokusu değişmedikçe” ilavesi bulunmaktadır. Bu durumda pis olduğuna dair bir belirti —ki bu renk, tad ya da kokudur— bulunmadıkça hüküm temizlik tarafına ait olacaktır.
[144] Yani silahla veya av hayvanı vasıtasıyla vurulan ve hemencecik orada öleni ye. (Ç)
[145] bkz. Nihâye, 3/45.
İçinden pis maddelerin çıkmasına rağmen suyun temizlik hükmüne katılması ile avın haramlık hükmüne katılması arasında şu benzerlik vardır: Rasûlullah (s.a.) her iki konuda da asıl olan ile amel etmiştir. Suda asıl olan temizliktir. Avda ise asıl olan haramlıktır; çünkü onda şer”î usûlüne uygun bir boğazlama işlemi yoktur. Dolayısıyla avın helalliği, aslın hilafına bir takım şartlara bağlı olarak tanınan bir ruhsattır. Dolayısıyla bu şartların tahakkuk etmemesi halinde asıl ile hareket edilerek onun haramlık hükmüne katılması yoluna gidilmiştir.
[146] Tirmizî, Radâ’, 4 ; Ahmed, 4/7, 8. Ukbe b. Haris, Ebû İhâb’ın kızı ile evlenir (veya evlenmek ister) ve bir kadın gelerek hem Ukbe’yi hem de evlendiği kadım emzirdiğini söyler. Ukbe doğru Medine’ye gider ve durumu Rasûlullah’a (s.a.) arzettikten sonra aldığı cevap üzerine kadından ayrılır. Bu olay hakkında şöyle bir yorum yapmışlardır: Rasûlullah (s.a.) burada takva ve vera ile hareket etmeye, zayıf da olsa şüpheli şeylerden kaçınma gereğine irşadda bulunmuştur. Çünkü Sâri’ Teâlâ, kadının süt haramlığı konusundaki iddiasının dinlenmesi için bazı şartlar koymuştur ve bu şartlar bu olayda mevcut bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu olayda şartların gereği olarak kadının sözünün dikkate alınmaması ve bu evliliğin haram-lığına hükmedilmemesi gerekirdi. Buna rağmen Rasûlullah’ın {s.a.} ayrılmalarını istemesi, şüpheli şeylerden kaçınılması gereği ilkesinin bir sonucu olmuştur.
[147] Meselâ velisiz aktedilen ve henüz zifaf gerçekleşmeyen nikâh gibi. Böyle bir nikâhta, zifaftan önce talâkın vuku bulması halinde herhangi bir şey gerekmemektedir. Zifaftan sonra talâkın vukubulması halinde ise durumda ve hükümde her iki aslın hükmüne katılmaktadır.
[148] Tirmizî, Nikâh, 14 ; Ebû Dâvûd, Nikâh, 9 ; Ahmed, 6/166.
[149] Ebû Dâvûd, Tahâre, 41; Tirmizî, Tahâre, 52 ; İbn Mâce, Tahâre, 38.
[150] İbn Mâce, Sayd, 9 ; Ebû Dâvûd, Afime, 31.
[151] Mâide 5/45.
[152] Nisa 4/92
[153] Kıyas mecrasına sokulabileceklerle ilgili dördüncü misalde.
[154] Teysîr sahibi hadisin şerhi konusunda şunları söylemiştir: “Gurre”, A-rapça’da köle ya da cariye demektir. Fukahâya göre ise, değeri diyetin onda birine ulaşan köledir.
[155] Ebû Dâvûd, Edâhî, 18 ; Tirmizî, Sayd, 10.
[156] Nisa 4/11.
[157] Câbir hadisinde belirtildiğine göre, Sa’d b. er-Rabî’in karısı iki kızıyla birlikte Rasûlullah’a (s.a.) gelmiş ve çocukların amcasının kardeşinin malının tamamını aldığını, kendilerine bir şey vermediğini söylemişti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) iki kız için üçte ikinin, anneleri için sekizde birin, kalanın da amcanın olacağına hükmetti.
[158] Bu genelleme ceninin düşürülmesi durumunda gurre ödenmesi hükmü konusunda açık değildir. Çünkü bu hükümde ne can diyeti, ne de organ diyeti ödenmemekte, nevi şahsına münhasır bir hüküm olmaktadır.
[159] Dokuzuncu Mesele’de. Orada şeriatın sadece belirli şahıslar ya da kesimler için olmadığı ve bütün insanlar için genel olduğu geçmişti. Burada ise hakkında hüküm bulunan mânâya (illet) dayandırılan bir umumîlik söz konusu olmaktadır. Meselâ “hamr” kelimesinin —her ne kadar sıfat itibarıyla kapsamasa bile— mânâ itibarıyla “nebîz”e de şamil olduğunu söyleyerek, onun da haram kabul edilmesi gibi.
[160] Bu tabiî ki Rasûlullah’ın (s.a.) ictihâd edebileceği ve bu meyanda kıyas yapabileceği görüşüne dayanmaktadır. Bazıları ise Rasûlullah’ın (s.a.) ictihâd edemeyeceğini ve onun her sözünü vahye dayandırmak zorunda olduğunu söylerler.
[161] ikinci Mesele’de. Orada sonuç itibarıyla kesin bir asla çıkan zannînin, kat’înin hükmünü alacağı belirtilmişti.
[162] Öyle anlaşılıyor ki bundan maksadı İslâm döneminde aktedilen ribâ muameleleridir. Çünkü teşrîe konu olan budur. Cahiliye döneminde aktedilen ribâ da buna katılmıştır.
[163] Bakara 2/275.
[164] Bakara 2/279.
[165] Bu hadis Veda hutbesinde söylenmiştir.
Bu tasarruf Rasûlullah’tan (s.a.) ya kıyas yoluyla ya da zihinlerimizde kıyas mecrasında cari olan vahiy yoluyla sadır olmuştur. Buraya kadar olanın, hükmü belli olan iki uç tarafın hükmü arasında gidip gelen şeyler hakkında örnek olması mümkündür. Şöyle ki Allah Teâlâ ribâyı haram kılmıştır. Yine O: “İnkâr edenlere, eğer vazgeçerlerse, geçmişlerinin bağışlanacağını… söyle” (Enfâl 8/38) buyurmuştur. Bu durumda cahiliye ribâsı, affedilen ve akdi yürürlükte olanla, bâtıl olup akdi geçersiz olan, yani her ne kadar akdin mücerred husulü affedilmiş, olsa bile geçerli olmayacak ve üzerine herhangi bir hüküm terettüp etmeyecek bir tasarruf arasında mütereddit kalmıştır. İşte Rasûlullah (s.a.) onu da diğer ribâ çeşitleri arasına katmış ve iptal etmiştir. Buna göre, zihinlerimizde kıyas mecrasında câri olan kısma ilk örnek “Durum böyledir ve bu nasslarda söz konusu olan yasak, karşılıksız olan bir fazlalık yüzündendir. …” diye başlayan sözü olacaktır. Bu izah daha önceki sözüne de uygun olmaktadır. Keza ribâ için illet olmaya elverişli şeyi zikrederken, cahiliye ribâsmda illet olacak şeye işarette bulunmamıştır. Gerçi müellif, hükmü belli iki uçtan birine katma ile ilgili sözü tamamlamış ve burada kıyas mecrasında carî olan kısma geçmişse de, yaptığımız izah daha makul gözükmektedir.
[166] Yani mübadele edilen her iki malın da elden ele karşı tarafa verilmeyip, bir tarafın tecil edilerek ertelenmesi hali. (Ç)
[167] Burada şöyle bir itiraz yöneltilebilir: Bazen bu denilen sakınca olmayabilir. Meselâ iyi kalitede olan az buğdayın, düşük kalitede olan fazla miktardaki buğdayla satışında olduğu gibi. Bir taraf miktar olarak fazlalık alırken, Öbür taraf da kalite üstünlüğüne sahip olmaktadır. Dolayısıyla karşılıksız bir fazlalık yoktur, denilebilir. Ancak burada da, hangi tarafın kârlı çıkıp, hangi tarafın kaybettiği bilinmeyecek kadar bir aldanma (gabin) durumu vardır ve böylesi bir gabinde akdin yasak olmasını gerektirir. Başka âlimler bu yasağı, müelliften farklı olarak sedd-i zerîa ilkesi ile talil etmişlerdir.
[168] Yani illeti ve altın, gümüş ve gıda maddeleri ile diğer maddeler arasındaki ayırımın hikmeti tam olarak kavranamamıştır. Neden bu iki grup maddelerin kendi cinsi ile mübadelelerinde fazlalık ve nesîe ribâları doğuyor da,_ diğerlerinin mübadelelerinde doğmuyor? Bu konuda İbnu’1-Kay-yim’in İ’lâmu’l-muvakkiîn adlı eserinin ikinci cildine bkz. Orada sadra şifa verici yeterli bilgi bulunmaktadır.
[169] Bu meyandaki açıklamalardan sayılabilecek bir uygulama da şöyledir: Rasûlullah (s.a.) iki köle karşılığında bir köle satın almıştır. Bir başka uygulamada _ord un un donatımı için yeterli deve kalmayınca, Abdullah b. Amr b. el-As’a gelecek senenin zekât develerinden Ödenmek üzere iki deve karşılığında bir deve olacak şekilde deve alınmasını emretmiştir.
[170] Müellif kesin olarak kıyastandır gibi bir ifade yerine böyle bir ifadeyi kullanmayı tercih etmiştir. Çünkü ifade ettiği gibi bu konu, mânâsı açıklık kazanmamış en kapalı konulardan biridir. Belki de konu bir illete mebnî olmayıp tamamen taabbudîdir ve o zaman kıyasa mahal olması düşünülemez. Sonra bu açıklama, Rasûlullah’m (s.a.) ictihâd edemeyeceği görüşünde olanlara göre sadece vahye dayalı da olabilir. Veya Rasûlullah’m ictihâd edebileceği görüşüne göre bir kısmı vahye müstenid, bir kısmı ise kıyasla olabilir.
[171] Yani anne üzerine nikâh aktedip, zifaf gerçekleşmeden önce boşaması ve kızı ile evlenmesi hali kastedilmektedir. Eğer böyle bir durum yoksa yani kız üzerine akit yapılmış veya anne ile zifaf gerçekleşmişse, bu durumda anne ya da kızla evlenmek ebedî olarak haram olacağından haramlığın cem durumuna tahsisinin bir anlamı olmaz.
[172] Nisa 4/24.
[173] Daha önce geçmişti bkz. [3/192].
[174] Ebû Dâvûd, Tahâre, 41; Tirmizî, Tahâre, 52 ; İbn Mâce, Tahâre, 38.
[175] Nisa 4/11.
[176] Nisa 4/11.
[177] Nisa 4/176.
[178] Buhârî, Ferâiz, 5, 7, 9, 15 ; Müslim, Ferâiz, 2, 3.
[179] Nisa 4/23.
[180] Çünkü konu içtihada bırakıldığı zaman, tereddüde mahal olacak ve boşluk doğacaktır.
[181] Tirmizî, Radâ’, 1 ; Ahmed, 2/182.
[182] Bakara 2/126.
[183] Ankebût 29/67.
[184] Rasûlullah (s.a.) bu duasının yanında Medine’nin sâ’ma, müddüne (ölçü âletleri) de bereketli olması için de duada bulunmuştur. Medine’nin sıkıntılarına katlanan kimseler için kıyamet gününde kendisinin onlara şefaatçi ve tanık olacağını ifade buyurmuştur.
[185] Müslim, Hacc, 459 ; Ahmed, 1/181.
[186] Müslim, Hacc, 460.
[187] Buhârî, Medine, 1; Müslim, Hacc, 469.
[188] Buhârî, Medine, 1.
[189] Hacc 22/ 25.
[190] Bakara 2/282.
[191] Buhârî, Hayz, 6 ; Müslim, îmân, 132. Dinî noksanlıktan maksat da kadının hayız sebebiyle bazı dinî yükümlülükleri eda edememesidir.
[192] İbn Abbâs, Rasûlullah’ın yemin ve bir şahitle hükümde bulunduğunu söylemiştir.
[193] Âl-i İmrân 3/77.
[194] Yûsuf 12/72.
[195] “Cu’l” ya da “ceâle”, bir işin yapılması karşılığında konulan ödüldür. Meselâ, kaybolan bir deve hakkında: “Kim devemi bulur getirirse ona şu kadar para vereceğim” denilmesi gibi. (Ç)
[196] Nisa 4/6.
[197] Tevbe 9/60.
[198] İcâre-i ademî konusunda Kur’ân’da en açık olanı radâ yani süt annelik üzerine yapılan icaredir. Hatta bazıları: “Kur’ân’da caiz olan icare sadece sütannelik hakkında gelmiştir” demişler ve: “Çocuğu sizin için emzirirler-se, onlara ücretlerini ödeyin” (Talâk 65/6) âyetini delil olarak kullanmışlardır
[199] Bunu izah sadedinde şöyle demişlerdir: Peygamberlik süresi yirmi üç senedir. Bunun ilk altı ayı sâdık rüya şeklinde olmuştur. Bu dönemin, nübüvvetin tümüne nisbeti de kırk altıda birini teşkil etmektedir. Bu izah, her ne kadar bazılarını tatmin etmese de açıktır. Sonra Rasûlullah’m (s.a.) çoğu zaman ashabına: “Rüya göreniniz var mı?” diye sorması ve anlatılan rüyaları yorması da, diğer rüyaların onun tarafından Kur’ân’da geçen rüyalara katıldığı anlamına gelir.
[200] Meselâ rüya ve hulm yani düş ayırımı yapmış ve rüyanın Allah’tan, düşün de şeytandan olduğunu söylemiştir.
[201] Daha önce geçti bkz. [2/46).
[202] İkinci Mesele’de [3/16] . Orada bu hadisi, kat’î bir asla çıkan şer’î zannî delil kabilinden saymıştı. Çünkü bu mânâ şeriatın cüz’i külli pek çok yerinde bulunmaktadır. Sünnet, çeşitli yerlerde dağınık olarak işlenen bu mânâyı genel bir prensip halinde vaz’etmişti. Bu yaklaşım sanki dağınık olanların birleştirilmesi ve cüzilerden külliye ulaşılması ve detayların icmali anlamındadır. Bu durumda bu yaklaşım, diğer yaklaşımların tersine bir görünüm arzetmektedir. Biraz düşünülünce, bunun nadir olduğu ve bu yaklaşımın asıl meselede savunulan teze yalnız başına temel teşkil edebilecek durumda olmadığı, bunun ancak diğer yaklaşımlarla birlikte ele almdığı zaman mümkün olabileceği görülecektir. Eğer müellifin maksadı tezi isbat için bu yaklaşımlardan her birinin yalnız başına yeterli olduğunu ifade ise, bu ancak üçüncü (c) yaklaşımda tam olarak, ikinci (b) yaklaşımda ise biraz zorlama ile ortaya çıkmaktadır. Birincide ise ancak kastettiği yol üzere ortaya çıkacaktır. Diğerlerinde ise, meselenin isbatı için bunlar yalnız başlarına yeterli ve ortaya çıkacak müşkilleri giderebilecek durumda değildir. Bizzat müellif de altıncı yaklaşıma nakıs olduğu gerekçesi ile itiraz etmiştir. Oysa ki onunla ilgili on tane örnek vardır ve bu konuda daha başka hadisler olduğunu belirtmiştir. Hal böyle iken tek bir örneği bulunan bu beşinci yaklaşım yalnız basma tezin isbatı için nasıl yeterli olabilir? Ancak ilk beş yaklaşımın birlikte ele alınması kastediliyor-sa, o zaman böyle bir itiraz varid değildir
[203] Bu altıncı yaklaşım, geçen ikinci yaklaşımdan daha husûsi bir anlam taşımaktadır. Orada söz konusu olan âlimlerce yaygın olarak bilinen ve istenilen ya da yasaklanılan şer’î bir hakikatin veya şartlarının veya keyfiyetinin vb. beyanı mahiyetindedir. Burada sözü edilen ise, sadece mücmel olan lâfzın lügavî vaz1 açısından beyanı hakkındadır.
[204] Yani geçen beş yaklaşımdan hareketle değil.
[205] Buhâri, Tefsîru sureti 65/1 ; Müslim, Radâ’, 66-72 ; Ebû Dâvûd, Talâk, 4.
[206] Talâk 65/1.
[207] Buhârî, Talâk, 41 ; Müslim, Radâ’, 103 ; Ebû Dâvûd, Talâk, 39.
[208] Talâk 65/1.
[209] Bakara 2/234.
[210] Talâk 65/4.
[211] Bakara 2/59.
[212] İsrailoğullarına: “Şu şehre girin, orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin, secde ederek kapısından girin ‘hıtta’yani “bağışla’ deyin…” (2/58) denmiş, onlar ise tahıl anlamına gelen “Habbe fî şa’re” diyerek kendilerine emredilen sözü değiştirmişler ve şehre secde yerine kıçları üzerine sürünerek girmişlerdir, bkz. Buhârî, Tefsîru sureti 2/5 ; Müslim, Tefsir, 1.
[213] Bakara 2/125.
[214] Bakara 2/158.
[215] Ebû Dâvûd, Menâsik, 56 ; Tirmizî, Hacc, 38 ; Nesâî, Hacc, 161,166.
[216] Mü’min 40/60.
[217] Tirmizî, Tefsîru sureti 2/16, 40. Âyetin devamı: “Bana ibâdet etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir” şeklindedir. (Ç)
[218] Âyetteki “Tan yerinde” kaydı, mânânın birçok sahabeye kapalı kalması ve zahirin murad olduğunun anlaşılması üzerine sonradan inmiştir. Bu kayıt olmaksızın ilk indiğinde, bazı sahâbîler ayaklarına beyaz ve siyah olmak üzere iki iplik bağlıyor ve ona bakarak imsak vaktinin girip girmediğini Öğrenmeye çalışıyorlardı. Birisi de —ki Adiyy b. Hâtem’dir— yastığının altına beyaz ve siyah iki iplik koyar ve vaktin girip girmediğini anlamak için ona bakarmış. Sonra Rasûlullah’a onların sahici iplikler mi olduğunu sorunca ona (anlayışının kıt olduğunu ima ile) “Şüphesiz senin yastığın (veya ensen) çok enlidir. Aksine maksat gündüzün aydınlığı ile, gecenin karanlığıdır” şeklinde cevap vermiştir. Bundan sonra “Mine’1-fecr = Tan yerinde” kaydı inmiştir ve böylece beyaz ve siyah iplikten maksadın gündüz ile gece olduğunu anlamışlardır. Eğer âyet daha başta bu şekilde inmiş olsaydı, o zaman ne Adiyy yastığının altına beyaz ve siyah olmak üzere iki iplik koyar, ne de konu ile ilgili soru soran olurdu. Bu itibarla eğer müellif örnek verirken âyeti ilk haliyle “Tan yerinde” kaydı olmaksızın alsaydı, daha açık ve konuya daha uygun olurdu.
[219] Bakara 2/187.
[220] Buhârî, Tefsîru sureti 2/28 ; Müslim, Sıyâm, 33.
[221] Buhârî, Tefsîru sureti 2/42, Cihâd, 98; Müslim, Mesâcid, 202 ; Ebû Dâvûd, Salât, 5.
[222] Âl-i İmrân 3/185.
[223] Buhârî, Cihâd, 73 ; Tirmizî, Tefsîru sureti 3/22. Bu örnek açık değildir. Çünkü bunda Kitap’ta yer alan bir kelimenin lügat açısından bir tefsiri bulunmamaktadır.
[224] Buhârî, Edeb, 6 ; Müslim, îmân, 143.
[225] Nisa 4/31.
[226] Yani altıncıdan önce geçen beş yaklaşımın.