Niçin Yaratıldık?

nicin-300x197 Niçin Yaratıldık?

 

I

Şüphe yok ki, mutlu ve huzurlu bir hayatın en temel unsur­larından biri de, onu tutarlı bir amaca göre yaşamak ve ki­şisel varlığını anlamlı hale getirebilmektir. Makul ve belirli bir maksada yönelik olmayan her fiil boş, absürd ve mana­sızdır. O halde insanın anlam arayışı ve makul cevap bek­lentisi kendi potansiyeline uygun ve beklenen bir davranış­tır. İnsanlık tarihine göz atıldığında en erken denilebilecek dönemlerde bile mitolojik anlatımlar yoluyla toplumların kendilerini konumlandırmalarını sağlayacak temel sorulara cevap aradıklarını görebiliriz. Ancak özellikle 18. yüzyıldan itibaren anlam arayışında bir kırılma olduğunu, yani meta­fizik değerlerin dışlanmasını ve insan hayatının amacının sadece dünyevi sınırlara indirgenmesi gerektiğini ileri süren bir zihniyetle karşılaşılmaktadır.

Bu anlayışın yerleşmesinde bilimsel düşüncenin kötüye kullanımının ileri seviyede söz konusu olduğu görülmekte­dir. Bilimsel yaklaşım, maddenin ve evrenin fiziksel yapısı itibarıyla anlaşılmasını sağlayacak bir faaliyettir. Bu bağ­lamda bilimsel bilgi evrene, maddeye ve hayata dair felsefi bir argüman sunmaz. Dolayısıyla bilimsel bilgi insanlara varlığın gayesi hakkında herhangi bir şey söylemez. İnsan, bu bilimsel bilgilerden hareket ederek bir varoluş gayesi üretebilir. Fakat materyalist bakış açısı bilimsel bilginin ala­nı dışında kalan bu sorunu bilim sahasına çekerek kendi iddialarına temel oluşturmak istemektedir.

Tekrar belirtmek gerekirse, bilimsel bilgi varoluşa dair herhangi bir bilgi vermez. Bilimsel bilgi varlığın fotoğrafını çeker fakat yorumu yapan insan veya bilim adamıdır. Bilim adamlarının yaptığı yorum bilimsel bilginin bir parçası de­ğildir. Aynı bilgilere dayanarak çok farklı anlamlar üretmek mümkündür. O halde bilimsel bilgi ile bilim adamlarının yorumlarını birbirine karıştırmamak ve aynı seviyede gör­memek gerekir.

Bilimsel bilgiye başvurularak “Niçin varım?”, “Niçin ahlaklı olmalıyım?”, “Ölümden sonra ne var?” gibi sorula­ra cevap verilemez; çünkü bu sorular ve cevaplan bilimsel bilginin alanı dışında kalır. Mesela ünlü ateist biyolog Ri- chard Dawkins’e göre, hayatın tek amacı üremek ve türün kendini bir sonraki nesle aktarımını sağlamaktır. Bilindiği üzere, nesilden nesile aktarım genler yoluyla olmaktadır. Ancak Dawkins’e göre, insanlar kendi türlerini bir sonraki nesle aktarırken genlerini kullanmazlar, tam tersine “genler insanları kullanırlar!”. Görüldüğü gibi, bu anlayışa göre in­sanın var oluşunun bir amacı yoktur (genlerin vardır!) ve insan sadece bir araçtan ibarettir.

Bilginin istismar edilmesi hayatın ve varoluşun gayesi konusunda bir boşluğa ve anlam kaymasına sebep olmak­tadır. Akılcılık ve rasyonellik perdesi altında hayatın ama­cı fayda ve zevk unsurlarına indirgenmektedir. İnsanların önüne sadece dünya hayatıyla sınırlı kalan ve ancak maddi unsurlarla ifade edilebilen hedefler konulmaktadır. Aklını bu geçici hedeflerle bozmayan ve hedonist duygularla zih­nini sarhoş etmeyen her insan bunların hakiki ve tatmin edici amaçlar olmadığım fark etmekte ve gerçek bir cevap aramaktadır.

Tanrının varlığı konusunda herhangi bir şüphesi olma­yan bir deist açısından bakılırsa “tanrı, insanı ebedi bir yok­luğa mahkûm etmek için” yaratmış olamaz. Anlamsız şey­ler yapmak tanrıya yakışan bir davranış tarzı olamayacağına göre, var oluşun mutlaka bir gayesi olmalıdır.

II

İnsanları cansızlardan, bitkilerden ve hayvanlardan ayıran en önemli özellik düşünebilmesi ve tahlil etme kabiliyeti­nin olmasıdır. Bu sebeple insanın “var oluş sebebini” merak etmesi ve araştırması gayet doğaldır. Bir başka deyişle, in­san olanın bu sorgulamayı yapması, yani “niçin varım?” ve “ne yapmam gerekiyor?” türünden soruları sorması insan olmasının bir gereğidir. Sorgulanmamış bir hayatın yaşama­ya değmeyeceği unutulmamalıdır. Çünkü sorgulama yap­mayan kişi, insanları hayvanlardan ayıran en önemli farkı, yani düşünme ve mesuliyet sahibi olma özelliğini ortadan kaldırmış demektir. Aklı başında hiç kimse bu sorulara ka­yıtsız kalamaz ve sanki böyle bir mesele yokmuş gibi davra­narak hayatını sürdüremez.

Akıllı bir varlık olarak insan kendi var oluşunu anlam­lı kılmak zorundadır. İnsan; iç dünyasından, vicdanından, aklından, kalbinden ve duygularından gelen seslere ve sor­gulamalara ancak yüce bir gaye göstererek ve sonsuz hu­zura kavuşturacak bir açıklama ile çözüm bulabilir. Geçici ve sahte çözüm önerileri ne aklı ne de kalbi tatmin etme­yecektir. Bu anlamsızlık ve tatminsizlik durumu kişiyi son tahlilde bunalıma veya intihara sürükler. Sartre, Camus ve Schopenhauer gibi ateistler insanın varlığı hakkında kö- tûmser kanaate sahiptirler. Bu düşünürler açısından insan yeryüzüne “fırlatılmış sahipsiz” bir varlıktır ve varoluşunun herhangi bir anlamı yoktur.

Bu düşünce doğrultusunda bakılırsa akıl, vicdan ve duy­gular insana verilmiş son derece özel nimetler olmaktan çı­kar ve birer acı vesilesi haline dönüşürler. Çünkü akıl “ne­den buradayım? Buraya nasıl geldim? Ölünce ne olacak?” diye sorarken kalp “neden sevgi ve merhamet hissi duyuyo­rum?” diye soracaktır. Diğer taraftan duygularımız “neden güneş batarken bu harika manzara karşısında duygularım yoğunlaşıyor? Tabiat sanki eksiği olmayan bir sofra gibi; ih­tiyaç olan her şey insan için hazırlanmış gibi! Neden?” diye sorarken vicdanımız haksızlıklar karşısında acı çekiyor ve adalet talep ediyor, neden? Hâlbuki insanın var olabilmesi ve hayatta kalabilmesi için merhamet, adalet veya vicdan gibi duygulara hiç ihtiyaç yoktur. O halde insanda neden bu özellikler vardır?

İşte bu ve benzeri sorulara tatmin edici ve tutarlı cevap veremeyen insan aklı, kalbi ve duygulan tarafından sürekli rahatsız edilecektir. Bütün bu sorulara “hiçbir şeyin anlamı yok! Boşuna anlam arayışına girme!” şeklinde cevap veren birisi için aklen tatmin ve kalben huzur mümkün olamaz. Dolayısıyla kendini evrende yalnız, sahipsiz ve kuralsız gö­ren kişinin tutunabileceği bir dal yoktur ve bu düşünce as­lında sonun başlangıcıdır.

İnceleyin:  Selçuklular Döneminde Anadolu’da Felsefe ve Bilim

III

Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki, tanrı inancı olmadı­ğı sürece insanın var oluşuna bir anlam yükleme imkânı da olmayacaktır. Bir başka deyişle, insanın anlam arayışı sade­ce tanrının varlığı ile temellendirilebilir. Tanrı inancı dışlan­dığı zaman insana (hayvanlardan farklı olarak) anlamlı bir hedef ve amaç göstermek mümkün olmayacaktır. Eğer kişi kendini denizdeki dalgalar üzerinde bir an görünüp sonra da yok olup giden kabarcıklar şeklinde tanımlıyorsa burada tamamen bir anlamsızlık söz konusudur. Bu anlayışa göre, insan sebepsiz bir şekilde var olur ve herhangi bir gayesi olmaksızın yaşar, sonra da ölüp gider. Merhametin, sevgi­nin, güzelliğin ve fedakârlığın hiçbir anlamı, amacı ve te­meli yoktur. Amaç sadece tanrının varlığı ile belirlenebilir. O halde tanrı bilinci tüm maksatların kaynağıdır denilebilir.

Aristo’dan beri bilinen şu analizi burada hatırlatmak uy­gun olacaktır: eğer ortada bir eser varsa bununla ilgili ola­rak dört temel sorunun sorulması ve cevaplanması gerekir. Sırayla ifade edilirse; maddi unsur, şeklî (formel) unsur, fail unsur ve gaye unsuru. Bu unsurları bir heykel örneği üze­rinden izah edebiliriz. Heykelin maddi unsurunu yapıldığı mermer olarak düşünebiliriz. Heykelin bir şekli olacağı da açıktır. Heykeli yapan bir failin, yani heykeltıraşın olacağı bellidir. Nihayet, heykelin bir yapılma sebebi ve maksadı olmalıdır. Buradan hareketle düşünürsek evren gibi inanıl­maz bir eserin ve içinde yaşayan insan gibi bir varlığın bir amacının olmadığını ileri sürmek aklen anlaşma zeminini kaybetmek demektir.

İnsanlar var oluşlarına anlam katabilmek için bir takım hedefler uydururlar, mesela zengin olmak, kariyer sahibi ol­mak, bilim adamı olmak vs. gibi. Lâkin bunlar asıl hedefler değil yardımcı unsurlardır ve aranan cevap değildir. Dola­yısıyla bu türden hedeflere ulaşılsa bile hayatın anlamına dair asıl sorunun cevaplanmamış olduğu görülür. Asıl ce­vaba ulaşılamaması durumu ve sahte çözümler kişiyi ken­dine yabancılaştırır, özünden uzaklaştırır. İnsan var olma sebebini inkâr eder ve dışına çıkarsa insan olma özelliğini kaybeder, başka bir şeye dönüşür..,

Toprağa atılan bir tohum (mesela bir incir çekirdeği) be­lirli bir sûre sonra toprağın üstüne çıkar, hava, su ve güneş vasıtasıyla zaman içinde gelişimini tamamlayarak meyveli harika bir incir ağacına dönüşür ve kendi kemal noktasına ulaşır. Yani kendi özünde var olanı en mükemmel bir şekil­de gerçekleştirmiş olur. Bunu ağaç örneği üzerinden daha iyi ifade edebiliriz. Akıl, bilgi ve bilinç kökler; ibadet göv­de; çiçek ve meyveler ahlak gibidir. Ancak ağaç neticede bir toprağın üzerinde temellenir. İşte o temel Allah inancıdır. Bu inanç olmaksızın temellendirme yapılamaz.

Yukarıdaki örnekte olduğu üzere insan için dünya, bu tohumun yeşermesi için bir imkân alanıdır. Yeşerme ve meyve verme için güneş, hava ve suya ihtiyaç var. Bunlar vahiy, ibadet, tefekkür ve ahlaktır. Bunlar olmazsa tohum çürür, meyve veremez hale gelir; eğer özünü bozar ve çürü­meye uğrarsa ağaca dönüşemez. Tohumun özünü bozması hava, su ve güneşi reddetmesi demektir ve bu şekilde to­hum kendi gelişimini engellemiş olur. İşte buna benzer şe­kilde insanın tanrı, kitap, vahiy ve peygamberleri dışlaması kendi gelişiminin önünü tıkamak anlamına gelir ve kendi­sine verilen potansiyeli ziyan etmekle neticelenir.

IV

Her varlık canlı veya cansız “kendi özünde var olanı” açığa çıkarmak için yaratılmıştır. Bu öz Allah tarafından verilen kapasite ve özelliklerdir, (fıtrat). Fıtrat, insana “gerçekten insan” olabilmesi ve yapabileceğinin en iyisini yapması için verilen potansiyeldir. İnsan bu potansiyeli tercihleri doğrultusunda ya iyi kullanır ya da ziyan eder. Bir elma çe­kirdeğinin özünde var olan şey mükemmel bir ağaç olma istidadıdır. Elma çekirdeği için kuruyup çürümek ve ziyan olma seviyesinden başlayıp harika meyvelerle dolu, ba­kanlara zevk verecek bir elma ağacı olmaya kadar uzanan sayısız neticeler mümkündür. Çekirdeğin hangi neticeyi vereceği toprak, su, güneş vs. gibi şartların nasıl değerlen­dirileceğine bağlıdır. Bu imkânlar uygun olduğunda sonuçda mükemmel olur. Burada toprak, su, hava gibi şeylerden kasıt ibadet, itikat, akıl, bilgi ve ahlaktır. Bunlarla beslenen insan “gerçek bir insan*’ olur.

Bu anlamda şuurlu ve şuursuz varlıklar arasında şöyle bir fark vardır: şuursuz varlıklar iradelerini kullanamaya­cakları için özlerinde var olanı açığa çıkarmaları zorunlu­dur. Mesela, metallerin ısı verilme neticesinde genleşmesi onların genel özelliğidir. Dolayısıyla ısı verilen bir metal “ben genleşmek istemiyorum!” diyemez, özünde var olanı zorunlu olarak açığa çıkarırlar. Benzer şekilde “arı bal yap­mam” ya da “inek süt vermem” demez ve diyemez. Çünkü bu anlamda bir tercih yapmaları için kendilerine bir imkân sunulmamıştır ve bu yüzden de özlerinde var olanı yerine getirmek zorundadırlar.

insan ise bilinçli bir varlık olma ve tercihlerini dilediği yönde kullanma gibi bir özelliğe sahip olduğundan özünde var olanı açığa çıkarma noktasında bir zorunlulukla karşı karşıya değildir. Tercihini dilediği yönde kullanabilir, insan, özünde yani fıtratında kapasite olarak mevcut olan güze­le ve hakikate yönelik potansiyelini iptal ederek çirkinliği ve küfrü, ahlaksızlığı, kötülüğü vs. tercih edebilir. Yapacağı tercihler onu hayvandan aşağı veya hakiki insan arasındaki bir konuma yerleştirecektir. O halde, kişinin tercihleri onun ne olmak istediğini belirler diyebiliriz. İşte insanın var olma maksadı kendi özünde var olanı gerçekleştirmektir. Nasıl ki, elma çekirdeği kendisinde var olan mükemmel bir elma ağacı olma istidadını (potansiyelini) su, hava, güneşi redde­derek kasten iptal ederse toprak altında çürür ve kendisine verilen imkânı baltalamış olursa insan da iman, ahlak de­ğerlerini kasıtlı reddederek insan olma fırsatını ebedi olarak elinden kaçırmış olacaktır.

İnceleyin:  “İndirilen din”, “uydurulan din”

İnsan, tercihleri ile kendisini inşa eder; dolayısıyla her yanlış tercih aslında yanlış bir yapılanmaya yol açacak demektir. Her insan biyolojik anlamda insan olarak doğ­makla beraber “gerçek insan olma yolcuğunu” başarı ile tamamlayabilen kişi sayısı pek azdır. Çünkü yolculuk sıra­sında kişiyi yoldan çıkaracak birçok cazip teklifle karşıla­şılmaktadır. İşte bu noktada tercihler devreye girmektedir. Daha önce belirtildiği üzere, insan yaptığı seçimlerle kendi­ni tamamlar ve kendini gerçekler (self realizasyon). Böylece insanın gerçekte ne olduğu ve ne olmadığı ortaya çıkar. As­lında bu durum, kişiye tanrı tarafından verilen insan olma fırsatının doğru bir şekilde değerlendirilip değerlendirile­mediğinin görülmesi sürecidir.

Zihnimizde daha iyi canlanması açısından şöyle bir örnek üzerinden hareket edebiliriz: birkaç bin parçadan oluşan büyük bir puzzle düşünelim. Puzzle tamamlandığı zaman ortaya çıkacak olan resmin “kendimiz” olduğunu varsayalım. Her bir parçanın ise yaptığımız tercihlere kar­şılık geldiğini düşünelim. Bu durumda, hayat boyu yapı­lan seçimler doğru ise parçalar uygun yerlere yerleştirilmiş olacağından resim olması gerektiği gibi düzgün bir şekilde oluşacaktır. Yanlış tercihler ise, parçaların uygun olmayan yerlere zorla sıkıştırılması anlamına gelecek ve ortaya hilkat garibesi gibi bir durum çıkacaktır. Mesela hırsızlık yapmak yanlış bir tercih olduğundan resim tamamlandığında kişi­nin kolu midesinden çıkmış ya da yalancı birinin dili ayağı­nın altında olacaktır.

Dikkat edilirse her halükarda resmi inşa eden, yani par­çaları yerleştiren kişinin kendisinden başkası değildir. Do­layısıyla resimde harika bir insan figürünün ya da iğrenç bir mahlûkun ortaya çıkmasının tek sorumlusu kişinin kendisidir. Kısacası kişi aslında hem kendisine hem de di­ğer insanlara gerçekte ne olduğunu göstermiş olmaktadır. Buradan anlaşılacağı üzere, insanın yaratılış amacı kişinin kendinde var olan potansiyeli gerçeklemesi ve kendisine sunulan insan olma imkânını doğru kullanma serüvenidir.

Kısaca ifade edilirse, her insan yeryüzü, sahnesine “ken­di seçeceği rolü” oynamak üzere gönderilmiştir. İsteyen iyi adam ve kahraman rolünü isteyen de kötü adam rolünü oy­nayacaktır. Filmin sonunda ise mutlaka iyiler kazanıp kötü­ler hak ettikleri cezalarını bulacaklardır.

V

‘Kendini tamamlayamama ya da gerçekleştirememe durumu kişiye şu ya da bu derecede “bunalım, stres, kaygı, psiko­lojik bozukluk” olarak döner. Bütün hayatını anlamsızlık üzerine kurmuş ve insan olma fırsatını kasten reddetmiş olan kişilerin dünyadaki varlıkları sona erdiğinde artık bir daha “insan olma imkânları” kalmayacaktır. Bu son derece ürkütücü bir durumdur. İnsana sunulan kendi “özünü açı­ğa çıkarma” imkânını bilinçli bir şekilde reddetmesi insanın kendine yabancılaşmasına yol açar. Kişinin kendine yaban­cılaşması artık kendini tanıyamaması ve tanımlayamaması gibi çarpık sonuçlan beraberinde getirir. Tanrıya yabancı­laşan kişi var oluş zemini kaybeder, insan ve tabiatla olan ilişkisi bozulur.

Kişi bu vahim gerçeğin farkına varırsa önce fikri bir sar­sma yaşayacaktır. Eğer doğru olanı arama konusunda sa­mimi ise muhakkak bir çıkış yolu bulacak ve selamete ka­vuşacaktır. Diğer taraftan, gerçeği kasten reddetme yoluna girerse yokluğa, karanlığa ve hiçliğe gidiyor olma düşünce­sini dağıtabilmek için aklını ve hislerini iptal etmeye çalı­şacaktır. Çünkü insanlar kendilerini daraltan ve bunaltan sorunları unutmak isterler. Aklın ve hislerin devre dışı bı­rakılması ise ancak aşırı eğlence, içki, iş yoğunluğu vs. gibi şeylerle kendini meşgul etmek sayesinde mümkün olabilir. Böylece kişi kendisini bilinçlilik halinden çıkararak gaflet durumuna sokmuş olacaktır.

Yukarıda kişinin hayatı boyunca yaptığı seçimlerin insanı inşa ettiği belirtilmişti. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için insanın öncelikle kendisini tanıması, tanrı ve tabiatla olan ilişkisinin içeriğini kavraması gerekir. Bu durum insan için son derece temel bir sorundur ve çözümü kolay değildir. Çünkü bir şeyi bilmek için bilen ve bilinen şeylere gerek vardır, örneğin, atomun yapısı incelenirken insan bilen ve atomlar bilinecek olan şey kategorisine girer. Fakat insan kendisini tanımaya çalıştığı zaman bilen ve bilinen aynı şey olmaktadır. Dolayısıyla bilme bağlamında bir kısır döngü meydana gelmektedir.

‘İnsan, kendini yanlış bir şekilde tanımlar ve var oluş amacını doğru tesbit edemezse hem tanrı hem de tabiatla olan ilişkileri tamamen bozuk bir zemin üzerine oturacak ve hayat büyük bir hüsranla sonuçlanacaktır. Peki, bu kısır döngüden nasıl çıkılacaktır?

Diyelim ki bir sanatçı harika resimler yapmış ve bu eserlerini bir sergide sergiliyor olsun. Resimleri inceleyen uzmanlar renk, tarz, yapı vs. gibi konularda fikirlerini be­lirtebilirler. Fakat resimlerin yapılış maksadım ve niçin ser­gilendiği sorusunu en doğru bir şekilde ancak ressam ce­vaplayabilir. Benzer şekilde, insanın fiziksel yapısı ve birçok özelliği hakkında bilgi vermek mümkün olmakla beraber “insanın yaratılış sebebi nedir?” sorusuna en doğru cevabı verecek olan tanrıdır.

Tanrının bu soruya verdiği cevap kısaca “kişinin hem kendini hem de yaratıcısını hakkı ile tanıması” şeklinde ifade edilebilir. Bu tanıma işlemi hayat boyu sürecek heye­canlı bir macera gibi düşünülmeli ve ilerledikçe doğru yol­da olmanın verdiği huzurun kişinin iç dünyasını kapladığı bir süreç olarak görülmelidir. Bunun başarmak için insanın hem iç dünyasında derin bir sorgulamaya girişmesi hem de dış dünya hakkında yüzeysellikten uzak bir analize yönel­mesi gerekir. İnsanın tanrı ile samimi ve dürüst bir ilişki kurmak istemesi iç dünyasındaki derinliği artırırken, bilim ve teknik yoluyla dış dünya üzerindeki düşünceleri tanrıyı tanımanın diğer bir tarafını oluşturur. Gerçekten de tanrı, kitaplarını ve peygamberlerini ahmak olanlara değil “düşü­nenlere” gönderdiğini belirtmektedir.

Selçuk Kütük – Deizm,syf.141-151

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir