Kültür diye adlandırılan yaşama ortamı, aslında, bizim çevremizi algılayış tarzımızla sıkı sıkıya ilgili. Tabiatı, çevremizi, kendimizin bir parçası olarak algılıyorsak ona muamele tarzımız da o yönde gelişir.
Batı kültürü ile İslâm kültürüne bir de bu açıdan bakmayı deneyebiliriz. Batı kültürüne mensup insanların tabiatı algılayış biçimi, en azından bugünkü kesitiyle bakıldığında, çocuk suluğunu, saflığını yitirmiştir. Tabiat, Batı insanı için üzerinde hakimiyet kuracağı, boyunduruk geçirebileceği, onu istediği gibi sömürebileceği bir “şey” durumundadır. Gene Batı âleminde, halen şikayet konusu edilen çevre kirlenmesi, bu kültür anlayışının tabiata reva gördüğü muamelenin eseridir. Her ne kadar “çevreciler” diye anılan dar bir zümre insan, çevrenin korunması için tedbirler alınmasını zorunlu görüyorsa da, aynı kültürün bir parçasını teşkil eden bu insanların öngördüğü tedbirler nihayet palyatif olmak zorunda kalacaktır. Hayvanları sevme dernekleri kurarak onları korumayı düşünmek bir takım fantezi heveslerinin, hatta vahşeti maskelemenin ötesine geçemeyecektir.
İslâm’ın, her şeyin “mahluk” (Allah’ın yaratığı) olduğu yolundaki öngörüsü ise, tabiata ve çevreye, müslümanların ister istemez Allah’ın rızası doğrultusunda muamele etmelerine yol açacaktır. Bu perspektiften bakınca, insan, tabiatı hiç bir zaman sömürülecek bir “şey” diye görmeyecektir. Bu iki bakış tarzının pratikteki tezahürleri kolayca müşahade edilebilir.
Kaynak:
Rasim Özdenören-Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
0 Yorumlar