Kültür, bir toplumu diğerlerinden farklı kılan değerler bütünü ve hayatı algılama biçimidir. Bilim ve teknoloji evrensel ama kültür millîdir. Kültürlerin millî olması, içlerine kapanık, diğer kültürlerden kopuk olmaları anlamına gelmez. Yeryüzünde saf, katışıksız kültür unsuru yoktur. Hiçbir dil, mimari, musikî yoktur ki diğerlerinden etkilenmemiş, beslenmemiş olsun. Fransız Filozofu Alain, “Arslanın vücudu yediği diğer hayvanların vücudundan meydana gelir, ama arslan her zaman kendisidir” der. Arslan sabahleyin bir tavşan yediği zaman kulakları uzamıyor, öğleden sonra bir geyik yediği zaman boynuzları çıkmıyor. Yaratıcı, arslana hazmettiği herşeyi arslana dönüştürme özelliği vermiştir.
Alain, kültürlerin de böyle olduğunu söylüyor. Kültürler birbirlerinden beslenir, birbirlerinden etkilenirler. Ancak etkilenme, aynileşme, kopyası haline gelmeye dönüştüğü zaman işte o zaman yozlaşma ve sonuçta yok olma süreci başlar.
Bugün dünyanın en yaygın bilim ve iletişim dili olan İngilizce asli karakterini koruyarak dünyanın neredeyse bütün dillerinden kelime alan dev bir dil haline gelmiştir. Kültürün asli karakteri olan çekirdek unsurlar sabit kaldıkça kültürde kolay kolay yozlaşma olmaz.
Kültürümüz, İslamiyet öncesi, İslami dönem ve Batılılaşma dönemi olmak üzere üç ayrı dönemin ürünüdür. Kendimize has dilimiz, musikimiz, mimarimiz, resmimiz, plastik sanatlarımız, folklorümüz ve etnografyamız vardır. Bunların hepsine şu veya bu oranda sinmiş, ruh ve mana kazandırmış bir dinimiz vardır.
İnsan, diğer varlıklardan farklı olarak üç zaman boyutunu birden yaşar. Geçmişe hatıraları ile bağlıdır, şimdiki zamanı yaşar ve gelecekle ilgili tasavvurlara sahiptir. Kişisel olarak yaşanan üç boyutlu zaman toplumsal olarak da yaşanır. Toplumun geçmişini bugüne bugününü yarına kültürün taşıyıcı unsurları vasıtasıyla aktarabiliriz.
Bilim ve teknoloji maddi hayatımızla ilgili olduğu gibi kültür de manevi hayatımızla ilgilidir. Duygularımızı dille, ruhumuzun derinliklerinden gelen nağmeleri musikiyle, estetik zevklerimizi görsel sanatlarla ifade ederiz. Beşer olarak aczimizi, faniliğimizi hissettiğimiz zaman, yaratıcı kudrete sığınırız.
Kültürel yozlaşma sonucu bugün gençlerimiz maalesef büyük çapta renksiz, ruhsuz, şiirsiz bir dünyada yaşamaktadırlar. Gönüller sultanı Yunus Emre 7 asır önce maddenin şekil verdiği, mananın hayata hakim olmadığı bir dünyada yaşayan insanların ızdırabını
Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı
mısrası ile ifade etmiştir. Gerçekten bütün lükse, konfora, medeniyetin nimetlerine rağmen insanlık gönül darlığı içerisindedir.
Aristo, asırlarca önce “En bedbaht millet, kaleleri ayakta iken kültürü ve ahlâkı harabe olan millettir” demişti. Kültürel yozlaşma beraberinde tabii olarak kültürün ve ahlâkın harap olmasını getirir.
Tek Partili dönemde Batılılaşmak hevesiyle millî kültürümüze büyük darbe vurulmuştur. Solcu aydınlarımızdan Atilla İlhan’ın şu sözleri bize ait olanların söz konusu dönemde nasıl horlandığının, hayatımızdan koparılıp atıldığının bir örneğidir.
Lisede Sophokles okuduk. Klasik Türk Musikisine sövmeyi, Divan Şiirini hor görmeyi, buna karşılık; kötü çevrilmiş Batı klasiklerine körü körüne hayranlık göstermeği öğrendik. Sanki Sinan Leonardo’dan önemsiz, Mevlana Dante’den küçüktü. Itri ise Bach’ın eline su dökmezdi. Aslında kültür emperyalizminin ilmiğini kendi elimizle boynumuza geçiriyorduk.
Kültür emperyalizmine malzeme olmamak elbette dünyaya antenlerin kapatılması, değişen zaman ve şartlara göre kültürel olarak değişime direnmek anlamına gelmez ve gelmemeli.
Kitle iletişim araçlarının baş döndürücü bir hızla geliştiği dünyamızda, özü korumak şartıyla, değişim, çağdaş dünyayla rekabet etmenin vazgeçilmez şartı olmuştur. Ahmet Hamdi Tanpınar, “değişerek gelişmek ve gelişerek devam etmek”ten söz eder ki, son derece haklıdır. Artık 20. yüzyılın başında bazı aydınlarımızın söylediği gibi “Batının bilim ve teknolojisini alalım ama kültüründen uzak duralım” mantığı geçerliliğini yitirmiştir. Çünkü bu mümkün değildir. Japonya eninde sonunda kültürel olarak da Batının tesirine açılmak zorunda kaldı. Burada yapılması gereken şey çok iyi seçmeci, ayıklamacı olmayı başarabilmektir. Bal arısı bal gibi bir gıdayı üretmekle beraber, zehiri de vardır. Akıllı insan, arıya yaklaşmasını bilen insan balından yararlanır. Arıya nasıl yaklaşacağını bilmeyenler ise zehirinden nasibini alır.
Bugün kültürel hayatımızın yozlaşmasına sahip olan kitle iletişim araçları, araç olarak son derecede faydalı ve masumdurlar. Onları iyiye ve güzele kanalize ederseniz iyi ve güzel sonuçlar alırsınız. Tersi yapıldığı zaman ise bugün ülkemizdeki durum ortaya çıkar.
Ateş, insan hayatının vazgeçilmez bir parçasıdır. Bu kadar faydalı olan bir nimet, kötüye kullanıldığı zaman insanlığın felaketine de yol açabilir. Silah güvenlik görevlisinin elinde bir emniyet aracı iken bir teröristin elinde ölüm mâkinası olur.
Bugün ülkemizde yayın yapan gazete ve televizyonlarımızın çoğu, ne yazık ki, insanımızı enforme etmeleri gerekirken, kültürel hayatımızın taşıyıcı, öğretici, eğlendirici, düşündürücü unsurları olmaları gerekirken kültürel yozlaşmanın en büyük sebebi olabilmektedirler. Çok düzeyli ve sorumluluk bilinciyle yayın yapan bazı televizyon kuruluşlarını tenzih ediyorum ama televizyonlarımızın büyük bir kısmı tavernacı, gazinocu bir anlayışla yayın yapıyorlar.
Şiddet, müstehcenlik, karamsarlık aşılama, özenti yaratma, yanıltıcı reklamlarla tüketimi arttırma, yazılı kültürden uzaklaştırma gibi mahzurları olan yayınlar —üzülerek belirteyim ki— çoğunluktadır. Çizgi filmlere varıncaya kadar şiddet, yıkma, dökme, ortadan kaldırmanın ağırlıkta olduğu yapımlar gençlere 24 saat sunuluyor.
Bizim kültürümüzde saygı değer bir konumda olan, anne, kız kardeş veya eş olarak hürmet edilen kadın, adeta bir ticari malzeme bir reklam aracı ve her şeyden daha vahimi cinsel bir obje haline getirilmiştir. Ünlü şairimiz Ahmet Haşim, daha 20. yüzyılın başında ilahelere benzettiği sevgilisine seslenirken bugünkü beşerin kirli bakışından dert yanıyordu.
Sana yalnız bir ince taze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer,
Bu sefil iştiha, bu kirli nazar,
Bulamaz sende bende bir ma’na…
Bizim toplumumuzun çok ciddi sorunlarının olduğu doğrudur. Ancak medyanın sürekli olarak yanlışlıkları, toplumun kangren olmuş taraflarını, kötü örnekleri insanların önüne sergilemesi kişilerin ülkeleri, hatta kendileri ile ilgili karamsarlığa düşmelerine sebep olmaktadır. Okuyucu, dinleyici veya seyirci sürekli olarak hırsızlıklar, yolsuzluklar, ahlaksızlıklar, haksızlıklar, işkenceler, katiller, insan haklan ihlalleri, dürüst ve namuslu insanların hayal kırıklıkları vs. ile karşı karşıya bırakılmaktadır. Yani özetle bütün çirkinlikler sergilenirken iyi örnekler, güzellikler adeta görmezlikten gelinmektedir. Bu durum, toplumu müthiş bir karamsarlık girdabına sürüklemektedir. Medya elbette denetim görevini yapacaktır, ama olayların takdim ediliş biçimi çok önemlidir.
Öte yandan gelir dağılımının son derece adaletsiz olduğu ülkemizde, yapılan yayınlarla fakir fukara adeta acite edilmektedir. Eskiden beri ülkemizde dar gelirli insanlar hep olagelmiştir. Ne var ki bu insanların başka kesimlerin hayatlarına özenmeleri söz konusu değildi. Özellikle televizyonlar yurdun en ücra köşesinde yaşayan doğru dürüst beslenemeyen, giyinemeyen vatandaşlarımıza şatafatlı bir dünya sunmaktadır. Bir yandan varlıklı, kolay kazanıp kolay harcayan insanların eğlence adı altında akla hayale gelmedik çılgınlıkları ve bunların magazin haberleri adı altında teşhir edilmesi; öte yandan kızgın güneşin altında tütünle, pamukla uğraşan ancak alnının terinin karşılığını alamayan insanımız… Bu durumda Batman’da bazı genç kızların intihar etmesine şaşmamak lazım. Kavak eken sopa biçer, rüzgar eken fırtına biçer. Beş yıldızlı otellerde yapılan düğünlerde marklar, dolarlar ayaklar altında dolaşıyor, stres atmak için tabaklar kınlıyor, masa örtüleri, ceketler yakılıyor, peçeteler savruluyor vs.
Kültürümüzün en önemli unsurlarından biri, eski tabirle adab-ı muaşeret, yani görgü kurallarıdır. Bizim kültürümüzde servet vardır, veren el alan elden üstündür ama servet gösterisi iğrenç kabul edilmektedir. Yukarıda sözü edilen durumlar, müthiş bir kültürel yozlaşmayla karşı karşıya olduğumuzun göstergesidir.
Kitabı adeta hayatımızdan kovduk. Araştırmalara göre Türk insanı, günde ortalama 7 küsur saat televizyon seyrederken kitap okumaya ayrılan zaman ne yazık ki ya hiç veya çok azdır. Televizyon sadece göze hitap etmektedir. Televizyonda veya sinemada seyredilen bir film kısa sürede büyük çapta unutulur, ama çocuklukta okunan bir roman bile kolay kolay unutulmaz. Çünkü romanda kahramanları biz hayalimizde şekillendiriyor, çevreyi biz oluşturuyor ve hayatımızdaki mekânlardan birine biz yerleştiriyoruz. Yazılı kültürden yoksun toplumları görsel, sadece göze hitap eden vasıtalar doyuramaz. Bazı kitaplar istisna edilirse artık yayınevleri bastıkları kitapları en fazla 2-3 bin adet basıyorlar. 65 milyonluk bir ülkede basılan, satılan ve daha vahimi okunan kitap sayısına baktığımız zaman ürküyoruz.
Dilimizin, musikimizin, mimarimizin, folklorumuzun, insan ilişkilerimizin içerisinde bulunduğu durum, ciddi bir kültürel yozlaşma ile karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. Tabii ki bunların başta eğitime dayalı olmak üzere, sosyal ve ekonomik sebepleri vardır. 1980’li yıllarda İngiltere’de punkçıların ortaya çıkmasına sebep olan ekonomik, sosyal ve kültürel sebepler araştırılacağına yedi renge boyalı saçları, yırtık deri elbiseleri, zincirden, çivilerden takılan olan, nihilizmi, anarşizmi kendilerine hayat felsefesi kabul eden bu insanlar, bir adaya sürülmekle, oraya kapatılmakla tehdit edildiler ama faydası olmadı. İngiltere çabuk uyandı ve punkçı tarzın backgroundunu araştırmaya başladı.
Biz de varoş müziği diye yıllarca arabesk müziğe sadece yan baktık ve TRT’de yayınını yasakladık ama bunların faydası olmadı. Arabesk büyük bir sektör oldu, starlar yetiştirdi.
Türkçe, edebiyatçılar tarafından işlenerek geliştirileceğine yıllarca üzerinde ideolojik oyunlar oynanan bir alan olmuştur. 1980 öncesinde TDK solcu aydınlarımızın yönetiminde iken Arapça, Farsça kelimeler atılıp yerine tatsız, ruhsuz kelimeler türetildi. 1980 sonrasında milliyetçi öğretim üyelerinin yönetimine geçen Kurumda bu sefer Batı kökenli kelimeler atılıyor, yerlerine yeni kelimeler üretiliyor. Sempozyum yerine “bilgi şöleni”, fax yerine “belgegeçer” zaping yapma yerine “geç-geç” vb.
Dilimiz o kadar fakirleştirildi ki artık insanlar 2-3 yüz kelime ile konuşur hale geldiler. Dili yozlaşan, fakirleşen toplumlar düşünme melekelerini bile kaybederler. Çünkü insanlar kelimelerle düşünür. Bırakalım 100 yıl önce basılmış bir kitabı, 1960’larda 1970’lerde yazılıp basılan kitaplar bugünkü nesiller tarafından kolay kolay anlaşılamıyor. Üretilen zevksiz, kuru, müzikaliteden yoksun kelimeler zamanla yerleşince “Bakınız işte tuttu. Güzel olmasaydı halk tarafından benimsenmezdi” gibi yorumlar yapılıyor. Halbuki sürekli bir empoze sonucu yanlış da olsa bunlara toplumun alıştırıldığı göz ardı ediliyor. Bu durumu çok güzel izah eden bir fıkra vardır:
Şehirden Anadolu’nun ücra bir köyüne bir gelin gider. Gelin Hanım köye varınca mayıs kokusundan müthiş rahatsız olur. Her tarafta tezek yığınları vardır. Kayınpederine evlerinin etrafındaki hayvan pisliklerini niye temizlemediklerini, mevcut pis kokuya nasıl dayandıklarını sorar. Kayınpederi der ki:
— Kızım biz evimizin etrafındakileri uzaklaştırsak bile 15 metre öteden bu sefer, Mehmet Efendi’nin evinin etrafındakilerin kokusu gelir. Burası köy yeridir. Bundan kurtulmak çok zordur.
Hamarat gelin herşeye rağmen kollan sıvar evlerinin etrafındaki bütün mayısı, tezekleri uzaklaştırır. Bir ay sonra koku namına bir şey kalmaz. Kayınpederine,
“Gördünüz mü koku diye bir şey kalmadı” deyince kayınpederi;
“Kızım aslında koku aynen devam ediyor ama kokuya senin burnun alıştı” der.
Maalesef toplumumuzun bir çok çirkinliğe ve yanlışlığa tabir yerinde ise empoze ve yoğun telkin sonucu adeta burnu alıştırılıyor.
Zengin bir folklorumuz vardır. Saz şairleri beşerî bütün duyguları en sade, en açık Türkçe ile anlatmakta ustadırlar. Nasrettin Hoca’nın fıkraları, insanın en gülünç ihtiraslarını, zaaflarını en veciz şekilde ortaya koyarlar. Bektaşi fıkraları, dinî taassuba karşı yöneltilmiş en keskin hicivleri içerirler. Kerem ile Aslı hikâyesi, “sen”in peşinde koşan insan ruhunun en saf, en asil timsalidir. Her atasözü derin bir hikmeti anlatır. Bundan dolayıdır ki şair Şinasi, atasözlerine halk felsefesi anlamına gelen “hikmet-i avâm” demektedir. Halk masallarında hayal gücünün en güzel en hür oyunları vardır. Öyle halk havaları vardır ki oynamasını bilmeseniz de insanı kıpır kıpır ritmine kaptırır. Anadolu’da hasret ve gözyaşı ile kalbimizi burkan ağıtlar dinlersiniz. Anadolu’nun uzak ve mütevazı köylerinde, kasabalarında tandır başında genç kızların işledikleri nakışların rengini ve şeklini büyük müzelerdeki meşhur tablolarda göremezsiniz. Her halı, her kilim aynı zamanda ilmik ilmik, desen desen gönlün aynasıdır. Hele o günlük hayatı derin bir mana ile şekillendiren örf ve adetler…
Batının yüksek kültüründe halk kültürünün, dinin derin izleri vardır. Sanatkârlar, halkın basit ama saf ve samimi dünyasını ham bir malzeme gibi alır ve işlerler. Bizim de bunu yapmamız lazım.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi kültürümüzün dünyaya kapatılması, durağan hale getirilmesi elbette söz konusu olamaz. Bunu istesek de yapamayız. Çünkü internet çağında yaşıyoruz. Yunus Emre;
Her gün yeniden doğarız bizden kim usanası
derken değişimin kaçınılmaz olduğundan ve sürekli aynı kalmanın usanç vereceğinden söz ediyordu. Benim gencim elbette değişen şartlara göre, kültürel olarak da kendini yenileyecek. Her gün yeni bir âlem kuruluyor. Ne var ki, bizi biz yapan asli çekirdekleri, ana karakteri kaybetmeden….
Onun için “Biz, Avrupa Birliği’ne ezanımızla, Kur’an’ımızla, bayrağımızla girmeliyiz, böyle girmek istiyoruz. Aksi takdirde atılacak taş ürkütülecek kurbağaya değmeyecektir.
Şair Kemalettin Kamu, “Bingöl Çobanlarına” isimli şiirinde çobanın dar ve basit dünyasını onun ağzından anlatırken der ki:
Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski yeni
Kuzular söyler bize yılların geçtiğini.
Bu dizeleri bizim diplomalılarımıza uyarlamak pekâla mümkündür. Eskiyi bilmeden, yeniyi yani Batıyı bilmeden ahkâm kesenlerin haddi hesabı yok. Okuyanımız, yazanımız da maalesef medeni dünya ile karşılaştırılamayacak kadar azdır. Tabii ki şairin kastı başka ama biz burada okuma-yazmadan söz ederken entellektül anlamda okuma-yazmadan söz ediyoruz.
Gençliğimiz kapı komşusundan habersiz ama dünyanın öbür ucundaki insanla chat yapıyorsa bu sağlıklı bir durum değildir, ikisinin bir arada yapılması elbette arzulanan şeydir. Kendisiyle, ailesiyle, toplumuyla iç içe ve ilgili, ayakları kendi topraklarına basan, millî değerleri ve millî kültürü özümsemiş ancak dünyayı bilen, dünyadaki gelişmeleri takip eden ve çağdaş değerleri iyi okuyan bir genç… İşte bizim arzuladığımız genç, işte yetişmesini istediğiniz genç:
Orhan Veli, bir şiirinde.
Düşünme, arzu et!
Bak böcekler de öyle yapıyor.
der. Bugün gerçekten düşünmeyen, sadece midesine ve sensualiteye bağlı, ruh dünyası boş ve hayatı anlamsız bir nesil yetiştirilmeye çalışılıyor. Büyük Türkiye, ancak kültür ve birikim olarak, ruh olarak büyük ye idealist bir gençlikle gerçekleşir.
Burada ünlü Avusturyalı devlet adamı Matternich ile ünlü Türk dostu İngiliz diplomat Davit Urquhart’ın birbirine çok benzeyen sözlerini hatırlayalım. Matternich 19. yüzyılın başında, Urquhart ise ikinci yansında Osmanlı Devlet adamlarına “Bizim nezdimizde de saygıdeğer kalmak istiyorsanız lütfen kendiniz olarak kalın” mealinde sıkça uyarılarda bulunmuşlardı.
Kültürel beslenmeye, yararlanmaya, iyi ve güzel nerede ve kime ait olursa olsun faydalanmaya açık olalım ama daima kendimiz olarak kalalım.
Hüseyin Çelik – Türkiye’de Değişim, Demokrasi ve Aydınlar – S. 228-236
0 Yorumlar