Kâfirin işleri, eğer akrabalık bağlarını gözetmek, yoksulun ihtiyacını karşılamak, darda kalmış olanın sıkıntısını gidermek gibi iyilik türlerinden olursa, bunların sevabını almaz ve ahirette bunlardan faydalanmaz. Şu kadar var ki, bu iyilikleri karşılığında ona dünyada ihsanda bulunulur. Bunun delili ise Müslim’in Âişe (r.anha’)’dan şöyle dediğine dair rivayetidir: Ey Allah’ın Rasûlü, dedim. İbn Cud’an, cahiliye döneminde akrabalık bağını gözetir, yoksula yemek yedirirdi. Bunun kendisine bir faydası olacak mı? Peygamber şöyle buyurdu: “Bunun kendisine faydası olmayacak. Çünkü o, birgün olsun: Rabbim, din (kıyamet) günü günahımı bana bağışla dememiştir.”[1]
Enes (r.a)’dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Şüphesiz Allah hiçbir mü’mine (mükâfatı eksik verilmek suretiyle) bir iyiliğinde dahi zulmetmez. Dünyada da onun karşılığı ona verilir. Ahirette de ondan dolayı ona mükâfat verilir. Kâfire gelince o, dünyada Allah için yapmış olduğu İyilikler karşılığında ona yemek yedirilir (ihsanda bulunulur). Nihayet âhirete gittiğinde, onun karşılığını görebileceği herhangi bir iyiliği kalmamış olur,”[2] İşte bu, (bu hususta) açık bir nastır.
Diğer taraftan şöyle de denilmiştir: Acaba bu doğru vaad gereğince, kâfirin, bu dünya hayatında iyiliklerine karşılık yedirilip ona bağışta bulunması muhakkak ve kaçınılmaz bir şey midir? Yoksa bu, şanı yüce Allah’ın: “… Biz de burada dilediğimize dileyeceğimiz şeyi çabucak veririz” (el-İsra, 17/18) buyruğunda sözü geçen Allah’ın dileği (meşîeti) ile mi kayıtlıdır? İkincisi bu husustaki iki görüşün sahih olanıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Kâfirin yaptığına “hasene: güzellik, iyilik” denilmesi ise, kâfirin bu husustaki zanni dolayısıyladır. Yoksa onun Allah’a yakınlaşmak üzere yapacağı herhangi bir ameli sahih değildir. Çünkü Allah’a yakınlaştırıcı amelin sahih olmasının şartı olan iman bulunmamaktadır. Ya da buna “hasene” deniliş sebebi, mü’minin hasenesine şekil itibariyle benzediğinden dolayıdır. Görüldüğü gibi bu hususta da iki görüş vardır.[3]
Müslüman Olmadan Önce İyilik Yapanın İyiliklerinin Durumu:
Denilse ki; Müslim’de, Hakîm b. Hizâm’dan Rasûlullah (sav)’a şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ey Allah’ın Rasûlü, ben cahiliye döneminde iken ibadet kastıyla verdiğim sadaka yahut köle azad etmek veya akrabalık bağını gözetmek gibi bir takım hususlarda (benim için) ecir var mıdır, ne dersin? diye sorunca, Rasûlullah (sav) da şöyle buyurmuştur: “Sen, geçmişinde yapmış olduğun hayırlar üzere İslâm’a girdin.”[4]
Buna şu cevabı veririz: Hz. Peygamberin: “Sen, geçmişte yaptığın hayırlar üzere İslama girdin” ifadesi konu ile ilgili aslî delillerin zahirine uygun değildir. Çünkü kâfirin yüce Allah’a yakınlaşmak kastı ile yapacağı ibadetler sahih olamaz ki bu İtaati dolayısıyla sevap alması sözkonusu olsun. Çünkü Allah’a yakınlaşmak kastıyla itaatte bulunacak kimsenin kendisine yakınlaşmak istediği yüce Zatı bilip tanıması şarttır. Böyle bir şart bulunmayacak olursa, şarta bağlı olarak öngörülen hususun sıhhati de sözkonusu olamaz. Buna göre hadisteki mana şöyle olur: Eğer sen cahiliye döneminde güzel bir takım huylar kazanmış isen, bu huyların İslâmda da sana güzel alışkanlıklar kazandırmıştır. Çünkü Hakîm (r.a) altmışı cahiliye döneminde, altmışı da müslü-man olmak üzere yüzyirmi yıl yaşamıştı. Cahiliye döneminde yüz köle azad etmiş, yüz kişiyi de deve sırtında taşımış İdi. İslâm’da da aynı işleri yaptı. Bu, açıkça anlaşılan bir husustur.
Şöyle de açıklanmıştır: Kâfir iken işlemiş olduğu günahları müslüman olmak suretiyle düştüğü gibi, müslüman olması dolayısıyla (müşrik iken) yaptıklarına karşılık Allah’ın onu mükâfatlandırması Allah’ın lütfu keremi açısından uzak bir İhtimal olarak görülemez. Asıl mükâfatını görmeyecek kişi, müslüman da olmayan, tevbe de etmeyen ve kâfir olarak ölen kişidir. Hadisin zarihinden anlaşılan da budur, yüce Allah’ın izniyle sahih olan görüş de bu olmalıdır. Daha önce yapmış olduğu hayırlardan sonra müslüman olup da müslüman olarak ölen kimsenin önceden yapmış olduğu hayırların mükâfatını, almaması ile ilgili olarak iman şartının bulunmadığını söylemek, hiçbir şekilde değişmesi sözkonusu olmayan akli bir şart değildir. Şanı yüce Allah güzel bir şekilde İslâm’a bağlanan bir kimsenin (müslüman olmadan önceki) amelini boşa çıkarmayacak kadar kerimdir. Nitekim, el-Harbî de bu hadisi bu anlamda yorumlayarak şöyle demiştir: “Sen, geçmişte yaptıkların üzere müslüman oldun.”
Yani, bundan önce işlemiş oluduğun hayırlı amellerinin mükâfatı sana verilecektir. Nitekim bir kimseye: Sen bin dirhem üzere İslâm’a girdin, denileceği vakit, o bin dirhemi kendi payına eline geçirmiş olmak üzere İslâm’a girdiği anlaşılır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[5]
Ebu Talib’in Özel Durumu:
Denilse ki: Müslim, Hz. Abbas’tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ey Allah’ın Rasûlü dedim, Ebu Talib seni korur, sana yardımcı olurdu. Bunun ona faydası oldu mu? Hz. Peygamber: “Evet” diye buyurdu. “Ben onu her tarafını kaplayan bir şekilde ateş içerisinde buldum da onu topuklarına kadar ateşin ulaştığı bir yere çıkardım.”[6]
Buna şöyle denilir: Kâfirin işlemiş olduğu hayırlar sebebiyle azabının bir bölümünün hafifletilmesi uzak bir ihtimal değildir. Ancak bu, Ebu Talib hakkında varid olduğu şekilde ayrıca bir şefaatte bulunulmasını da gerektirmektedir. Kur’an-ı Kerim: “Artık şefaat edenlerin şefaati onlara fayda vermez” (el-Müddesir, 74/48) buyruğu ile onun dışındakilerin durumu hakkında haber vermektedir. Yine kâfirler hakkında: “Bizim bir şefaatçimiz yoktur ve candan, hiçbir dostumuz da” (eş-Şuara, 26/100-101) diyecekleri de bize haber verilmektedir. Müslim de, Ebu Said el-Hudrî’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (say)’ın huzurunda amcası Ebu Talib sözkonusu edilince şöyle buyurdu: “Kıyamet gününde belki benim şefaatimin ona bir faydası olur da bu sebepten ötürü topuklarına kadar ulaşacak bir ateşe konulur ve bundan beyni kaynar.”[7] Hz. Abbas’ın rivayet ettiği hadiste de: “… ve eğer ben olmasaydım hiç şüphesiz ateşin en aşağı basamağında olurdu” dediği de kaydedilmektedir.[8] Yüce Allah’ın: “Çünkü siz, fâsıklık eden bir kavim oldunuz” kâfirler oldunuz, demektir.[9]
————–
[1] Müslim, İman 365; Müsned, VI, 93.
[2] Müslim, Sifâtu’l-Münafikın 56; Müsned, III, 123, 283.
[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/258-259.
[4] Buhârî, Zekât .24, Buyu’ 100, Itk 12, Edeb 16; Müslim, İman 194, 195; Müsned, III, 402.
[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/259-260.
[6] Müslim, İman 358.
[7] Buharî, Menakıbu’l-Ensâr 40; Müslim, îman 360; Müsned, III, 50, 55.
[8] Buhari, Menakbu’l-Ensâr 40T Edeb 115; Müslim, İman 357; Müsned, I, 206, 210.
[9] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/260.
0 Yorumlar