İstidlal Yoluyla Bilgi Edinme (İmam Mâtüridî)

unnamed-300x197 İstidlal Yoluyla Bilgi Edinme (İmam Mâtüridî)
[Kitâbü’t-Tevhîd şu ana kadar bize ulaşan kitaplar içinde, bilgi teorisinin sunumuyla başlayan en eski eser olma özelliği taşır. Bu itibarla, Mâtürîdî gelen-ek-in en güçlü olduğu yönlerden birisinin dini epistemoloji olmâsı son derece dikakte değer bir konudur.

Aşağıda yer alan metinde Mâtürîdî, dini epistemolojinin en önemli konularından olan iman ve akıl ilişkisine dair net bir tavır sergilemektedir: Son derece makul bir biçimde, dini bilgi sahasında aklın gerekliliğine işaret etmekte ve imanın akıl temelli olması gerektiğini vurgulamaktadır. Onun bu tutumu, günümüz din felsefesinde “delile itiraz” olarak adlandırılan yaklaşımın oldukça erken bir versiyonu olarak düşünülebilir. Bu açıdan çağdaş din felsefesine İmam Maturidi’nin bu mirasının, tam olarak taşınamamış olması büyük bir eksiklik olarak görünmektedir. Çevirmen Bekir Topaloğlu (1936-2016), Mâtürîdî konusunda hem yaptığı hem de rehberlik ettiği çalışmalarla özel olarak anılmayı hak eden bir âlimdir. Topaloğlu, Mâtürîdî gelen-ek-inin başyapıtı olan iki eserin oldukça özenli Arapça neşirlerini hazırlamıştır: Kitâbü’t-Tevhîd ve Te’vilâtü’l-Kur’an. Buna ek olarak, her iki eserin Türkçe çevirisine imza atmıştır. Yanında çalışan talebelerini de, Mâtürîdî gelen- ek-inde unutulmaya yüz tutmuş çok sayıda metnin yeniden neşri ve çevirisi konusunda teşvik etmiştir.]

{İmam Ebü Mansûr (r.h.) şöyle dedi}: İnsanların mezheplere ve dinlere bağlanma hususunda farklı tutumlar sergilediklerini, din benimsemekte ayrılığa düştükleri halde herkesin kendisinin tuttuğu yolun hak, diğerinin ise bâtıl olduğu noktasında ittifak ettiğini görmekteyiz. Ayrıca onların tamamı, yollarından yürünmesi gereken geçmiş büyüklerinin bulunduğunu da ittifakla kabul ederler. Bu realite karşısında körü körüne başkasına uymanın (taklit), sahibinin mâzur görülemeyeceği hareketlerden biri olduğunu kanıtlamaktadır. Çünkü kendisi gibi bir diğeri de tam aksi bir kanaati benimseyebilmektedir. Burada göze çarpacak farklılık sadece benimseyen grupların sayısının fazla olabilmesidir, Şu var ki inanç ve telakkinin kaynağını oluşturan kişi, iddiasının doğruluğunu kanıtlayan ve akla hitap eden karşı durulmaz bir delile sahip bulunuyor, inatçı olmayanları haklılığını kabule mecbur eden bir burhan sunuyorsa durum değişir. Bu sebeple dinin
irdelenmesi gerekli bulunan hususlarında kimin mercii bu zat (peygamber) ise o hak yoldadır. Aslında herkes bu zatın benimsediği din çerçevesinde hakkı (arayıp) tanımak mecburiyetindedir. Bir bakıma doğruluğunu kanıtlayan delillerin mevcudiyeti ve hakkın kendi lehine şehâdet etmesi sebebiyle bu zatın benimsediği din diğer bütün din şâliklerini inhisarına almış durumdadır. Zira onlardan her birinin ortaya koyabileceği haklılık delillerinin nihaî amacı, delillere ulaşabildiği takdirde akıllan bunları benimsemeye mecbur etmekten ibarettir, tş te sözü edilen deliller zikrettiğim zatta gerçekleşmiştir. Artık bu tür delillerin bahis konusu zatın dinî açıdan zıddı olan birinde gözükmesi mümkün değildir, çünkü bu takdirde aklın hüccetleri tenakuza düşer, hem de peygamberin kesin delillerinin konuyu tam olarak aydınlatması ve başkalarının delil diye ileri sürdüğü fikirlerin yaldızlı sözlerden ibaret olduğunu ortaya koymasından sonra. Bütün güç ve kudret yüce Allah’a aittir.

(…)

Akıl yürütme yoluyla bilgi edinmenin gerekliliği birkaç esasa dayanır. Onlardan biri gerek duyu gerek haber yoluyla bilgi edinirken istidlale olan zaruri ihtiyaçtır. Bu da duyulardan uzak bulunan yahut da hacimsiz veya çok küçük hacimli olan nesnelerde söz konusudur. Ayrıca gelen haberin yanılmaya ihtimali bulunan veya bulunmayan türüne dahil olduğunun belirlenmesi, bundan başka peygamberlerin mûcizeleriyle sihirbaz ve diğerlerinin göz bağcılığının ayırt edilmesi ve bir de mucizelerin tam anlamıyla tanınması, yani gösterilen fevkalâdeliklerde düşünülebilecek beşerî yeteneklerin hesaba katılması ve onları gösterenlerin genel davranışlarının göz önünde bulundurulması gibi hususlarda akıl yürütmeye ihtiyaç vardır; ta ki gerçek bütün aydınlığı ile, bâtıl da zulmetiyle ortaya çıksın. Nitekim Allah, kendi katından olduğu harikulade delillerle sabit olmuş şeyleri bu akıl yürütme yöntemine bağlı olarak delillendirmiştir; meselâ insanların ve cinlerin benzerini meydana getirmekten âciz kaldığı Kur an gibi. Şunu da belirtmeliyiz ki Allah çeşitli âyetleriyle istidlali emretmiştir: “Biz onlara hem dış dünyada hem de kendi nefislerindeki âyetlerimizi göstereceğiz, ta ki onun gerçek olduğu kendilerince sabit olsun. Rabbinin her şeye şahit olması kâfi gelmez mi? Şüphe etmeyin ki onlar rablerine kavuşma konusunda hâlâ tereddüt içindedirler ve yine şüphe etmeyin ki O, her şeyi kuşatmıştır.” (Fussilet 41/53-54.) Yine şu âyet-i kerîme: “Onlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine ve yerin nasıl yayıldığına bakmazlar mı?”. (el-Gâşiye 88/17-20.) Yine şu âyet-i kerîme: “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yarar sağlayan şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de sayesinde ölü haldeki toprağı canlandırdığı ve bu toprakta her türlü hareketli canlıyı yaydığı suda, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için birçok delil vardır.” (el-Bakara 2/164.) Yine şu âyet-i kerîme: “Yer yuvarlağında yetkin bilgi sahipleri için nice âyetler, vardır, kendi fizyolojik ve psikolojik yapınızda da. Hâlâ görmüyor musunuz?” (Ez-Zâriyât 51/20-21) Daha başka âyetler ki bunlar istidlale teşvik etmiş, duyulur âlem aracılığı ile duyulmayanı anlamayı gerekli kılmış, düşünmeyi ve akıl yürütmeyi emretmiş ve bu yöntemin kişileri gerçeğe vâkıf kıldığını, onlara isabetli yolu gösterdiğini haber vermiştir. Bütün güç ve kudret Allah a aittir.

İnceleyin:  Aklın İnşası:Tefekkür

Belirtmeliyiz ki akıl yürütmeyi inkâr eden kimsenin elinde onu reddetmek için akıl yürütmekten başka bir kanıt yoktur. Bu da istidlalin gerekliliğinin bir delili olmuştur, demek ki kendisini bertaraf etmenin yolu yine kendisidir. Bir de şu var: Kâinatta mevcut hikmetlerin bilinmesi gerekmektedir, çünkü böylesinin hikmetten uzak olarak meydâna getirilmiş olması söz konusu değildir. Ayrıca evrende bulunup da yaratıcısını kanıtlayan yahut da kendi kendine oluşumunu gösteren, yaratılmış mı ezelî mi olduğunu belgeleyen hususların da bilinmesi zaruridir. Bütün bunlar; istidlalden başka bir yöntemle bilinmesi mümkün olmayan şeylerdir. Akıl yürütmenin gerekliliği konusunda değinilecek bir husus da şudur: İnsan yaratılmışları yönetmek yeteneği ile sivrilmiş, bu uğurda güçlüklere göğüs germek, onlar için aklen en elverişli bulunanı araştırmak, iyi ve güzel olanları tercih edip bunlara ayları düşenlerden sakınmakla mümtaz kılınmıştır. Bu hususları bilmenin yolu ise nesne ve olayları incelemek suretiyle aklı kullanmaktan ibarettir, başka bir yöntem de mevcut değildir. Ayrıca fevkalâde durumların ortaya çıkışı ve şüphelerin üşüşüp gelişi halinde herkesin sığınacağı şey tefekkür ve istidlalden ibarettir. Bu da istidlalin gerçeklere kılavuzluk ettiğini ve onun sayesinde hakikatlere ulaşılabildiğini göstermektedir, tıpkı renklerin karışması durumunda göze, seslerin karışması halinde kulağa başvurulduğu gibi. Benzer bir şekilde karışan her şeyin ayırt edilmesi, algılanmasını sağlayan duyu ile mümkündür. İşte istidlal de bunun gibidir. Bütün güç ve kudret Allah a aittir.

Aslında nesne ve olayların meşru oluşu veya olmayışı, kötü fiillerle iyi fiiller, bütün bunlar hakkında duyuların algılayışı ve haberlerin gelişinden sonra bile -şayet algı ve haber her yönüyle irdelenecekse- elde edilebilecek nihaî bilgi sadece akıl çerçevesindedir ve bir de sadece tefekkür ve istidlalle ulaşılabilecek hususların ortaya çıkarılmasıyla mümkündür. Zararlı ve yararlı olan insan emeği ürünü şeyler de aynı durumdadır. Son olarak şu da kaydedilmelidir ki insan fizyolojik bir yapıya ve bir de akla sahip kılınarak yaratılmıştır. Aklın güzel bulduğu tabiatın istemediği, çirkin gördüğü de onun nefret etmediği bir şey olabilir ya da akıl ile tabiat arasında bir defasında uyumsuzluk, diğerinde ise uygunluk bulunabilir. Şu halde isabetli olanın, söz konusu ettiğimiz grup ve türlerden hangisinin statüsünde bulunduğu gerçeğinin açığa çıkarılabilmesi için her konuda akıl yürütmek ve tefekkür etmektir. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

(…)

Bir grup şöyle demiştir: Tefekkürü terketmek daha salim bir yoldur, çünkü istidlalde bulunan kişi doğruya ulaşmaktan emin olamaz. Bir de tefekkür ve istidlal yönteminde, kişinin kesin delil ve nihaî sonucu elde etme vecîbesini kendine gerekli kılma pozisyonu mevcuttur, halbuki kişi istidlale girişmeseydi böyle bir tehlikeye mâruz kalmayacaktı. Şöyle ki istidlal olmasaydı murâd-ı ilâhiyyeye tam isabet adına etrafında dolaştığı zan veya bâtıl alanı önüne açılmayacaktı. Çünkü tefekkür ve araştırmada kendisinin ulaşacağı sonucun gerçek olduğunu belirlemeye mecbur eden bir irade vardır, bunun yanında üzerinde durulacak konuda bir taraftan rahmânî bir ilhamın gelip gelmediğinin tereddüdü, diğer yönden de şeytanî bir vesvesenin üşüşmesinden sakınma telâşı mevcuttur. Buna mukabil tefekkür ve araştırmanın terkedilmesi halinde bunlardan emin olunmaktadır, bu durumda kişi için alternatifleri birbirinden ayırt etmeye mecbur edecek fikrî bir açılım söz konusu olmadığı gibi onu araştırmaya sevkedecek zihnî bir hareket de mevcut değildir. Bütün güç ve kudret Allah a aittir.

Tefekkür ve istidlali gerekli gören grup ise şöyle demektedir: Kişinin bunu terketmesinde, şüphe yok ki kendi mahvoluşunun faktörü mevcuttur. Çünkü istidlalin gerekliliği önceki bir istidlalin özentisiyle değil, gerçekten düşünmeyi ve araştırmayı sağlayan akıl yeteneğinin tesiriyle ortaya çıkmaktadır. İnsan akıl sayesinde güzellikleri ve çirkinlikleri tanımakta ve diğer canlılardan üstünlüğünü de onun sayesinde anlamaktadır. Yine yaratıkların yönetilmesindeki inisiyatif ancak onunla sağlanabilmektedir. Bir de hayatın tadım alan, uzun süre yaşama arzusuna ve gelebilecek ölüm tehlikelerinden büyük bir elem duyma hissine sahip kılman insanın yok oluş endişesine kapılması tabiidir. Bu sebeple o, kendisince uygun olan, en çok zevk verip arzu edilen şeyleri sağlayıp sürdürecek niteliği taşıyan vasıtaları tesbit etmenin yolunu mutlaka araştıracaktır. Bunun yanında nesne ve olayların zararlılarını haber verip sakınmasını, yararlı olanlarıriı bildirip elde etmesini sağlayacak bir “belirleyici” tesbit etmeden hayatı pahasına her şeyi denemeye, kişinin aklı müsaade etmez. Söz konusu belirleme işi, ya vereceği bilgilere güveneceği ve göstereceği hareket tarzında hainlik yapmasından emin olacağı bir kişiyi tesbit etme yoluyla olur -ki bu durumda her konudaki davranış biçimi bu kişiden gelecek emirle belirlenir- yahut da insan kendi başına, sonucun zararlı mı yararlı mı olacağını gösterecek kadar az bir şeyi deneme gayretine girişir; burada denenecek şey az olacağından deneyeni ölüme götürmeyeceğinden emin olunabilir.

İnceleyin:  İnsanlar Niçin Belâya Mâruz Kalırlar?

Bu şıkların her ikisinde de istidlal ve araştırmanın gereği belirgindir. Aslında insan aşağı arzulara sahip kılındığı ve nefsi tarafından maddî zevklere itildiği için kendisine gelebilecek nahoş ve elem verici halleri bilmez; bu bilgisizlik onu ister istemez öz varlığının konumu hakkında düşünmeye sevkeder: Bu konumu nasıl elde edebilmiş, o her zaman böyle miymiş yahut da hangi faktörle bu duruma gelebilmiştir? İnsan, kendi varlığının hallerini araştırmayı ihmal etmesine müsaade etmeyecek bazı derunî faktörlerden (havâtır) uzak kalamaz; öyle ki bu araştırmasıyla o, mevcudiyetinin prensiplerine vâkıf olsun ve bunun kendi kendine mi oluştuğunun veya bizzat yaratıp yönetme gücüne sahip bulunan bir varlık sayesinde mi meydana geldiğinin idrakine ulaşsın! Şunu da belirtmek gerekir ki insan dirlik ve düzenine vesile olanla bunları bozan şeyleri, ayrıca sahip bulunduğu maddî-mânevî imkânlarıyla bunları koruma yöntemlerini bilmeye mecburdur. Bütün bunlarda düşünmeye ve kesin sonuçlara ulaşmaya mecburiyet derecesinde ihtiyaç bulunduğu ortadadır. Başarıya ulaşmak ancak Allahın yardımıyla mümkündür.

İnsan şunu da bilir ki kendisine düşünmemeyi telkin eden his şeytanî vesveseden başka bir şey değildir; çünkü böyle bir davranış ancak şeytanın işi olabilir» amacı da kişiyi aklının ürününü toplamaktan alıkoymak, fırsatları değerlendirmesine ve arzusuna ulaşmasına vesile olan bu İlâhî emaneti kullanmak konusunda onu korkutmaktır. Bu söylediklerimizin delili şudur: İnsanın, nesneler (âlem) hakkında fikir yürütmek suretiyle akimi kullanması, bu sayede onların başlangıç ve sonuçlarıyla ilgili olarak gizli kalan yönlerini ve ayrıca sonradan vücut bulup bir yaratıcının varlığına delil oluşturmalarını tesbit edip öğrenmesi kendisini nefsânî arzulardan alıkoyacaktır. Kişi böyle bir engellemenin şeytan işi olduğunu mutlaka anlayacaktır. Nasıl ki bedenin organlarından herhangi birini kendisine tevdi edilen yararlardan menetmek veya onu fonksiyonlarından uzaklaştırmak asla isabetli olmayıp, aksine organı zararlı pozisyonlardan korumak ve yararlı yollarda kullanmak yerine getirilmesi gereken bir ödevse, yararlar ile zararların belirlenmesine vasıta olan akıl ve istidlalin de ihmal edilmemesi daha büyük bir önemle gereklidir.
Düşünen bir insan aklına gelebilecek fikirler açısından üç alternatifi aşmaz, a) Onun düşüncesi ya kendini, yaratılmış olduğu ve iyi davranışına mükâfat, kötü davranışına ise ceza ile karşılık veren bir yaratıcısının bulunduğu şuuruna erdirecektir; bu sebeple kişi yaratıcısının gazabını celbeden şeylerden sakınır, Onun rızâsına götüren davranışlara yönelir ve böylelikle mutluluk bulup dünya ve âhiret şerefine nail olur; b) Veya düşüncesi onu sözünü ettiğimiz hususları reddetmeye götürür ve bu durumda çeşitli dünya zevklerinden faydalanır; göreceği ceza ise onu âhirette bekleyedursun; c) Yahut da kişinin istidlali onu, davet edildiği gerçeğin iç yüzünü anlama kapısının kapalı olduğu sonucuna götürür; bu durumda da gönlü huzura kavuşur ve zaman zaman zihnine gelebilecek fikirlerin doğuracağı korku ortadan kalkar. Hulâsa istidlalden ayrılmayan bir insan düşünce eyleminde her açıdan kârlı olduğunu anlamakta gecikmez. Bütün güç ve kudret Allah a aittir.

Denilirse: Allah Teâlâ’nın, kulun aklî yeteneği açısından anlayamayacağı şeyleri (iman etmesi için) emretmesi mümkün olduğuna göre, anlayamayacağı şeylerle ona hitap etmesi (ve mükellef tutması) neden mümkün olmasın?

Cevap verilir: İlk bakışta aralarında fark yok gibidir, fakat senin dile getirdiğin şekilde mutlak bir hüküm vermek isabetli olmaz. Aklın uyarılıp harekete geçirilmesi veya naklî hitabın yönelmesi suretiyle Allah’ın emrettiği hiçbir şey yoktur ki anlaşılması için yine O nun koyduğu bir yol bulunmasın! Anlama yeteneği bunu taşıyamayacak seviyede olan kişi İlâhî emrin dışında kalır. Ne var ki bu konuların yöntemleri farklı olup her birinin hangi türden olabileceği yine tefekkür ve istidlalle bilinir. Bütün güç ve kudret Allah a aittir.

Hazırlayan:Recep Alpyağıl – Klasik ve Modern Metinlerle Din Felsefesi Dersleri İçin Yardımcı Kitap,syf:34-38

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir