İslam Toplumu Ve Sünnet
Paylaş:

29201 İslam Toplumu Ve Sünnet‘Ortam

Günümüzde sünnete temel teşkil eden hadislere güvene- miyeceklerini zanneden müslümanlar bulunmaktadır. Prensip ola­rak hadislerin sıhhatini inkar etmek, sonra da bu yüzden bütün sünnet nizâmını inkara yönelmek moda haline getirilmek isten­mektedir.

Garb medeniyetinin tesirinin iyice arttığı şu günlerde, İslâm ül­kelerinde sünnete uyma meselesinde aydın adını verdiğimiz kim­selerin takındıkları garip tutumun temelinde “aynı zamanda hem sünnete uymak, hem de Garb’ın hayat yoluna ayak uydurmak mümkün değildir”anlayışının bulunduğu gözlemlenmektedir.

Ne acıdır ki, bugünün müslüman nesilleri, sırf yabancı ve göz kamaştırıcı olduğu, güçlü gözüktüğü için Garb’a ait olan herşeyi büyütmeye ve yabancı her medeniyete tapınmaya hazır bir psiko­loji içine itilmiş bulunmaktadırlar.

İşte bu yabancıya ve Garblılığa özenme, Resûlullah’ın hadisleri­nin ve onlara bağlı olan sünnet nizâmının kabul görmemesinin en kuvvetli sebebi olmaktadır. Çünkü sünnet, garb medeniyetinin da­yandığı fikrî temellere açıktan açığa karşıdır. Garb Medeniyetinin câzibesine körü körüne kapılanlar, bu müşkil durumdan kurtulmak için, -mevsuk olmayan hadislere dayandığı gerekçesi ile- sünnete uymanın müslümanlara gerekli olmadığını söylemekten başka çâre bulamıyorlar. Bundan sonra ki aşama ise, Kur’an esaslarının, garb medeniyetinin ruhuna uyacak şekilde tevil ve hatta tahrif edilmesidir.

Bu süreçte İslâm, ancak -dün olduğu gibi- sünnetteki yorumu­na sahip çıkılmakla korunabilecektir. Zira mâna ve ruh olarak İs­lâm’a uygun bir hayat, ancak sünnete uymak, onunla amel etmek süretiyle mümkündür.

Öte yandan günümüzde dünya, amansız bir medeniyetler arası kültürel savaşa şahit olmakta ve sahnelik yapmaktadır. Eskinin din­ler arası sıcak savaşları, şimdilerde teknoloji destekli ya da tekno­loji rehberliğinde kültürler savaşına dönüşmüştür. Temelde yine dinî amaçlar yatmaktadır. Bütün imkan ve câzibesiyle medya, işte bu kültürler savaşının çağdaş silahlarının toplu adı ve vasıtası ol­maktadır.

İslâm kaynaklarına yönelik yeniden yorumlama ihtiyacı, gelişen şartlara paralel olarak ortaya çıkmaktan çok, bu kültürel savaşın zorlamasıyla hızlandırılmadadır. Bu sebeple şimdilerde -imânın teğayyuru ile ahkâmın teğayyürü”, esası, büyük ölçüde dış güdümlü bir seyr içinde sınırsız bir uygulama şansına sahip kılınmaya çalışılmaktadır.

İslâm ülkelerindeki değişmeler ve gelişmeler, hep sömürgeci kültürlerin baskısı sonucu ivme kazanmıştır. Bugün yaşadığımız çalkantılı ve tartışmalı ortam da yeni dünya düzeninin, özellikle İslâm dünyasına vermek istediği yeni biçim ile yakından ilgilidir.

Dünya artık İslâm”ı ne yapacağını düşünmektedir. Çağdaşlık, demokrasi, insan haklan, toprak bütünlüğü, kültürel eşitlik, çok seslilik vs. ne kadar erdem ifade eden kavram varsa hepsinin, müslüman varlığına tahammül noktasında sıfırlandığını, iş bu nok­taya gelince hiç bir bağlayıcı rol üstlenmediğini görüyoruz. Bosna- Hersek olayları bu tahammülsüzlüğün küresel en yeni örneğidir. Bugün “Avrupada bir tek müslüman görmek istemeyen” çağdaş AvrupalInın, yarın “dünyada bir tek müslüman görmek istemeye- ceği”ni kestirmek için dâhi olmaya gerek yoktur.

İşler bu noktaya gelmişken yoğun bir şekilde kendi kültür kö­kenlerimize yönelik tartışma başlatmanın ve malesef bunu güven­sizlik çizgisinde sürdürmenin daha çok kimin işine yaracağı baştan bellidir.

Ortamı böylece tesbit ettikten sonra , bahis konusu tartışmala­rın bize ait tarihî seyrini ve getirdiklerini birlikte takip edebiliriz.

 

Tarihçe

İslâm tarihi içinde Sünneti kaynak ve prensip olarak kabul et­meyip inkar eden herhangi bir mezhep mevcut olmamıştır. Sünne­tin şer’î delillerden olduğu herkes tarafından kabul edilmiştir. An­cak Sünneti prensip olarak kabul etmekle beraber, onun sözlü- yazılı belgeleri demek olan hadislere yer yer itiraz eden kişi ve gruplara rastlanagelmiştir. Bu itirazlara gerekçe olarak da Kur’ân-ı Kerîm’in ön plana çıkarıldığı görülmektedir. Meselâ, İmrân İbni Husayn (v.52) radıyallahu anh, Hz. Peygamber’in sünnetinden bahsetmekteyken adamın biri;

Ey Ebû Nüceyd, bize Kur’ân’dan bahset! demiştir. Bunun üze­rine İmrân;

Sen ve senin gibiler Kur’ân’ı okuyorsunuz (değil mi?). Bana, namazdan, namazın içindeki davranışlardan bahsedebilir misin? Bana altının, sığırın, devenin ve diğer malların zekâtından bahse­debilir misin? Fakat sen yokken ben vardım, diye çıkışmıştır.

Daha sonra İmrân, adama Hz. Peygamber’in zekât konusundaki açıklamalarını anlatmış, adam bunun üzerine;

Beni ihyâ ettin, Allah da seni ihyâ etsin! demiştir.

Olayı bize nakleden Hasan-ı Basrî diyor ki “Bu adam daha son­ra müslümanların fakihlerinden oldu.(Hakim,Müstedrek,1,109-110)

Bu ve benzeri münferit olaylar, tâ eskiden yani sahâbe döne­minden beri görülegelmiştir. İmam Şafiî bu istikâmetteki görüş sahipleriyle tartışmaya girerek onları cevaplandıran ve susturan ilk müelliflerdendir.

Zaman içinde uzun süre hiç seslendirilmeyen bu yöndeki itiraz­lar, batı sömürgeciliğinin etkisiyle son bir-iki asırdır İslâm dünya­sında yeniden gündeme gelmiştir.

Mısırda Tevfik Sıdkı, Ahmed Emin, İsmail Edhem ve Ebû Beyye gibi kişiler ve bunları belli bir dönem için de olsa destekleyen bir kaç kişi, Hindistanda Ehl-i Kur’ân Cemiyeti çevresinde kümelenen kişiler ve onların öteki İslâm ülkelerindeki uzantıları şimdi yeniden “Kur’ânla yetinme” çağrıları yapmaya başlamış, “sünnetsiz İslâm arayışı” içine girmişlerdir. Her konuda âyet aramakta, âyet dışında kendilerini bağlı hissedecekleri bir başka “lâ raybe fih” delilin bu­lunmadığını ileri sürmektedirler.

Bu anlayışın varacağı nihâî noktayı, Ehl-i Kur’ân Cemiyeti’nin kurucusu Gulâm Perviz Ahmed’in hayatında izlemek mümkündür. Bu kişi, “Kur’ân dışında her hangi bir söz ile amel edenlerin, – isterse bu söz Hz. Peygamber’e ait ve mütevâtir-sahih bir hadis olsun- “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin tâ kendile­ridir”(Maide,44) âyetinin hükmüne girerler” demek cür’etini göstermiştir.

Buna karşılık devrin âlimleri de kendisinin küfre girdiğine dair fetva vermişlerdir.

Varacağı son nokta bu olayla daha baştan belli olan bu akımın -malesef- memleketimizde de şu veya bu şekilde gündeme geti­rilmekte olması, yeni yeni yerleşmekte olan İslâm bilincini ve biri­kimini temelden yaralayabilecek tehlikeli bir gelişme olarak gö­rülmektedir.

Burada konuya ait iddiaları tek tek ve uzun uzun cevaplandır­mak mümkün olmayabilir. Ancak mes’eleyi belli ölçüde açıklığa kavuşturacak bazı temel noktalara işaret etmek uygun olacaktır.

 

Peygamber ve Sünnete Olan İhtiyaç

 

Yüce yaratıcı insanoğlunu mükerrem ve mükemmel bir varlık olarak yaratmıştır. Fakat bu mükemmelliğine rağmen insan, İlâhî hitâba doğrudan muhâtab olacak yapıya sahip değildir. Bu sebep­le dünyada insan hayatının başladığı günden beri, Allah Teâlâ, on­ların arasından seçtiği “Nebi” veya “Resûl” denilen peygamberleri kendisiyle kulları arasındaki irtibâtı kurmak ve açıklamakla görev­lendirmiştir.

Bütün peygamberler, Allah’ın emir ve nehiylerini O’nun kulla­rına ulaştırmak ve onlara doğru yolu göstermekle görevlendirilmiş hidâyet elçileridir. Peygamberler bu kutsal elçilik görevlerini hak­kıyla yerine getirmeye çalışmışlardır. Bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa sallellâhu aleyhi ve sellem de ümmetine Al­lah Teâlâ’nın istediği şekilde yaşamaları için gerekli bilgileri uygu­lamalı olarak vermiştir. Her peygamber gibi bizim peygamberimi­zin de iki terpel görevi vardı: Tebliğ ve beyân.

“Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun” (bknz; Mübharekfûrî, Tuhfetu’L-ahvezî, VII, 425)

“İnsanlara kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın diye sa­na da Kur’anı İnzal ettik.” (Maide,67)

‘Peygamber Efendimiz vahiy yoluyla Allah’tan aldığı Kur’an âyetlerini, görevi gereği, insanlara sadece ulaştırmakla kalmıyor aynı zamanda onları açıklıyor ve anlatıyordu . Tebliğ ettiklerini açıklamak ve anlatmak onun aslî göreviydi. Hemen işaret edelim ki Peygamberimiz’in tebliğ görevi evrensel olduğu için, açıklamaları da ona uygun bir çerçeve ve nitelikte gerçekleşiyordu. Yani bir an­lamda sünnet, Kur’ân’ın evrensel planda Hz. Peygamber tarafından yorumlanması demek oluyordu. Hz. Peygamberin bütün beyan ve uygulamaları bu nitelikte değilse de, Sünnet’in anlaşılmasında, onu herhangi bir alimin açıklaması gibi sanmaktan kurtulmakta, bu “evrensel yorum” olabilme özelliği daima göz önünde bulun­durulmalıdır.

Mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in eksiksiz, yeterli, açık ve her şeyi açıklayıcı olmasına ve dinimizin de ikmal edilmiş bulun­masına rağmen, sünnet’in ifâde ettiği bir yorum ve anlatıma ger­çekten ihtiyaç var mıdır, şeklinde bir soru aklımıza takılabilir. Ger­çek şu ki, yüce kitabımızın yeterli, açık ve açıklayıcı oluşu elbette bir hakikattir. Ancak onun bu niteliklerine rağmen, muhatapları olan insanların anlayış sevileri farklı ve sınırlı olduğu için onu tek tek doğru olarak anlayıp kavramaları ve hele uygulamaları müm­kün değildir. Öte yandan sorumluluk için duymak değil, anlamak gerekmektedir. İnsanları anlamadıkları şeylerden sorumlu tutmak mümkün değildir. Bu sebeple kim, neyi anlamak ihtiyacında ise, ona onu anlatmak lazımdır. En iyi, en güzel, en doğru ve doyurucu açıklamayı da elbette Kur’an âyetlerini getirip tebliğ eden Pey­gamber yapacaktır. Peygamberin açıklamaları, hiç bir zaman Kur’ân’ın esasen eksik, yetersiz ve kapalı olduğu anlamına gelmez. “Allah’a kul olmak”tan başka görevleri bulunmayan insanlar kendi yapı ve imkanları gereği olarak, ancak sünnetteki açıklamalar saye­sinde Allah’a nasıl kulluk edeceklerini öğrenmiş olacaklardır. Bu sebeple sünnetsiz bir müslümanlık düşünmek mümkün değildir.

Hayatın İlâhî irâde doğrultusunda şekillenmesi konusunda Sünnet, Kuran ile birlikte hemen onun yanıbaşında birinci dereceden bir görev üstlenmiş bulunmaktadır. Bunun böyle olduğunu hem Peygamber’e itaati emreden Kur’an-ı Kerim, hem de Hz. Pey­gamberin bizzat kendisi ifâde ve ilan etmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulmaktadır:

“Peygamber size ne verirse onu alın, neyi yasaklarsa ondan da kaçının!”

“De ki; Allah’ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”

“Allah’a ve kıyâmet gününe kavuşacağını uman sîzler için Al­lah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır.”

“Allah’a ve Resülü’ne inanıyorsanız, anlaşmazlığa düştüğünüz konulan Allah’a ve Resülü’ne arz ediniz!”

“Hayır rabbına andolsun ki onlar, aralarında çıkan anlaşmazlık­larda seni hakem tayin edip verdiğin hükmü, içlerinde hiç bir sıkın­tı duymadan kabul edip teslim olmadıkları sürece tam mü’min olamazlar.”

“Gerçekten sen,doğru yola, Allah’ın yoluna çağınyorsun.”

“Peygamberin emrine muhalefet edenler, fitneye ya da can ya­kıcı bir azaba uğramaktan çekinsinler.”

“Kim Peygamber’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.”

Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:

“…Kim benim sünnetimden(yaşama tarzımdan) yüz çevirirse benden değildir.’’(Buhari,Nikah,1)

Dinin elden çıkışı sünnetin terkiyle başlar. Halat nasıl lif lif ko­pup parçalanırsa, din de sünnetin birer birer terkiyle ortadan kal­kar.”(Darimi,Mukaddime 16)

Bütün bu âyet ve hadisler, müslümanların ancak sünnete sarıl­mak ve ondan ayrılmamaya çalışmak sûretiyle İslâmî kimliklerini koruyabileceklerini ifâde etmektedir. Zira açık bir gerçektir ki, sün­netin terk edilmesiyle doğacak boşluk, sünnetin tam zıddı demek olan bid’atla doldurulacaktır.

Nasıl, içimizden seçtiği peygamberler aracılığı ile emir ve ya- saklannı biz kullarına duyurması, Allah Teâlâ için bir âcizlik ve ek­siklik değilse, Sünnet de Kur’ân-ı Kerîm için aslâ bir yetersizlik bel­gesi değildir. Vahyi alıp öğrenmede peygamberlerin aracılığına nasıl ve ne ölçüde ihtiyâç varsa, Kur’ân’ı anlamakta da Peygamber­in yorumuna yani sünnete öylece ihtiyaç vardır, tabiî ve doğru olan budur. Bunun dışındaki iddialar ne adına yapılırsa yapılsın, nasıl takdim edilirse edilsin, temelden yanlıştır. Bu tür iddia ve ta­vır Hz. Peygamber tarafından önceden şöylece teşhis ve teşhir edilmiştir.” Benim emrettiğim veya nehyettiğim bir konu kendisi­ne iletildiğinde, sakın sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış olarak, “biz onu bunu bilmeyiz, Allah’ın kitabında ne bulursak ona uyarız, işte o kadar” derken bulmayayım!”(Ebu Davud,Sünnet,5)

Öte yandan Sünnet, en kısa ve fakat genel anlatımıyla “İslâm kültürü” demektir. Bid’at ise, İslâm kültürüne ters düşen, onda yeri olmayan ve fakat ondanmış gibi görülmeye ve gösterilmeye çalışı­lan yabancı unsur demektir. Muhtelif kıta ve iklimlerde yaşayan müslümanlar arasında çağlar boyu görülegelen ortak değerler ve uygulama benzerlikleri, sünnet’in belirleyiciliği, birleştiriciliği, bütünleştiriciliği yani evrenselliği sâyesinde olmuştur. Açıkça söyle­yecek olursak, ümmet sünnetle vardır, onunla yaşar. Fiilî hayatta yozlaşma sünnetten ayrılmakla başlar.

Başlangıçta hadisin, Hz. Peygamber’in sözlerini, sünnetin ise, fiil ve uygulamalarını ifâde etmek için kullanılması, hadis’i sünnetten ayrı düşünmek için yeterli değildir. Bu birlik, sünnet’e kendine ait olmayan bir unsuru yamamak, ona kendisinden olmayan bir şeyi katmak mânasına asla gelmez. Bu yöndeki müsteşrik iddialarına kulak asmamak gerekir. Çünkü söz de fiil de yani hadis de sünnet de “peygamberden sâdır olmak”ta birleşmektedirler. Zaten sün­net, hadis kitaplarında gördüğümüz hadis metinleri değil, onların ifâde ettiği mânâlardır.

Sünnet, Kur’ân’ın açıklayıcısı olduğu için Kur’ân-ı Kerîm’den hemen sonraki ikinci delildir. Kur’an, okunan vahiy, sünnet, rivâyet olunan vahiy(Şafii,Risale,s.91-92), hadis ise, “rivâyet edilen sünnet”demektir.

Hadis kitaplarımız, rivâyet olunan vahy demek olan sünnet’in yazılı belgeleri ile doludur. Bu belgelerin niteliklerine göre farklı ve özel terimlerle ifâde edilmesi ve değişik hükümlere bağlanması İlmî bir meseledir. Bu nitelikleri ve terimleri Hadis Usûlü İlmi tayin ve tesbit etmektedir.

 

Sünnet’in Evrensel Karakteri

 

Sünnet’in tüm hayatı ya da hayatın tüm safhalarını bütün bo­yutlarıyla kucaklayıcı bir yapıya sahip olduğu açıktır. Bu durum, sünnetin evrensel karakteri, özelliği ve hatta bütünlüğü demektir.

“De ki, ey insanlar! Ben sizin hepinize göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim”(Araf,158) âyeti ve konuya ait diğer âyetler, bir taraf­tan İslâm’ın cihanşümül bir din olduğunu ilân ederken bir taraftan da Hz. Peygamber’in elçiliğinin ve dolayısıyla onun sünnetinin, yaşama tarzının evrensel boyut ve karakterini ortaya koymaktadır.

İslâm tebliğine muhâtap olan insanlar arasında çeşitli açılardan farklılıklar olacağı pek tabiîdir. Bu farklılıklara rağmen her insan veya topluluk, yatıp-kalkmak, yiyip-içmek, ağlayıp-gülmek, alış­veriş, hayır-hasenât yapmak, öğrenip-öğretmek, hastalanıp tedâvî olmak gibi hayatın bütün hallerinde kendilerine örnek alacakları bir rehbere muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç, ruhî ve hissî alanlarda ve ilişkilerde daha büyük boyutlardadır.

İşte bütün toplum kesimlerinin bütün ihtiyaçlarını ferd, aile, millet ümmet ve insanlık seviyesinde ve evrensel çerçevede karşı­lamak, şekillendirmek, örneklendirmek sünnet’in sorumluluğu ve özelliğidir. Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’i “en güzel örnek “diye tanıtması, onun hayatında bütün bu hayat şart ve şekillerine göre İslâm çerçevesinde örnek alınabilecek ahenkli bir çeşitlilik, zengin­lik, seyyâliyet ve uygulanabilirlik bulunduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber’in hayatını ve ondaki çeşitliliği ashâb-ı kiram,”o bir peygamberdir, bizden farklıdır. Biz kendi işimize bakalım” yorumu ile değil, “onun bütün hareketlerinin bize bakan bir yönü mutlaka bulunmaktadır. Biz onu örnek almalıyız” yaklaşımı içinde algılamış­lardır. Hz. Peygamberin hayatını ciddiyet ve insaf ile tedkik eden herkes neticede, “tarih boyunca başka hiç bir kimsede toplanma­mış, hayatın her yönünü etkileyen, şekillendiren üstün özelliklerin Hz. Muhammed’de bir arada görüldüğünü” itiraf etmekten kendi­lerini alamamıştır.

Örnek alınacak şahsın pratik bir hayat sahibi olması fevkalâde önem taşımaktadır. Bu da örneğin, çok yönlü bir yaşayış deneyi­mine sahip olmasıyla mümkündür. Ümmet için Hz. Peygamber in yegâne örnek oluşu biraz da bu açıdan ele alınmalıdır. Zira sünnet, Hz. Peygamberin, Allah emirlerine uygun hareket etmek maksa­dıyla seçip yaşadığı hayat, gittiği yol demektir. Bir anlamda sünnet, son İlâhî kitap Kur’an’ın, “son peygamber”, “‘âlemlere rah­met”,1″üsve-i hasene”, “büyük ahlâk sahibi”, “mü’minlere düşkün ve onların sıkıntıya uğraması kendisine çok ağır gelen” bir Allah elçisi olarak Hz. Muhammed tarafından evrensel plânda ortaya konmuş nebevî yorumudur. Bu sebeple de Kur’ân-ı Kerîm, beşerî, coğrafî, tarihî, sosyal, meslekî ve ekonomik farklılıklarına rağmen bütün insanları Hz. Muhammed’in sîretine, hayat modeline uymaya, onun izinden gitmeye, onun yoluna koyulmaya davet etmektedir. Çünkü onun sünneti, muhtelif toplum kesimlerinin hepsine birden örnek olabilecek zenginliktedir. Onun hayatı, canlı Kur’an niteliğiyle insan hayatına tam bir uygulama örneği ve ışığıdır. Herkes onda örnek alabilecek bir yön bulabilir. Sünneti bu bütünlük, zenginlik ve evrensellik içinde düşünmemek, Hz. Peygamber’i ve onun şekil­lendirdiği İslâm hayatını kavramakta ve tabiatıyla Hz. Muhammed’i anlamakta çekilen güçlüklerin ve düşülen yanlışların gerçek sebe­bidir. Konuya ait bütün olumsuz ve temelsiz düşünce ve beyânların düzeltilebilmesi, sünnet’i evrensel boyut ve bütünlüğü içinde algılayabilmeye bağlıdır.

İnceleyin:  Medeniyetin Oluşumunda Sünnetin Yeri

Hz. Peygamberin sünnetinin evrensel boyutta uygulanabilir bir bütünlüğe ve esnekliğe sahip olduğunu gösteren ashâb-ı kirâm’a ait bir kaç tesbiti şöylece sıralayabiliriz:

Yapılabilecekleri emrederdi: Hz. Aişe anlatıyor: “Resûlullah sallellahu aleyhi ve sellem ashabına emrettiği zaman, daima kolay­lıkla üstesinden gelebilecekleri amelleri emrederdi.(Buhari,İman 13)

Ümmetini düşünürdü: İbni Abbas radıyallahu anhümâ, Hz. Peygamberin, “ümmetimi meşakkate sokacağından endişe etme­seydim, yatsı namazını geç saatlerde kılmalarını emrederdim” bu­yurduğunu(Buhari,Mevakıt,24); Ebû Hüreyre radıyallahu anh de “ümmetime zor ge­leceğinden endişe etmeseydim, onlara her abdest alırken misvak kullanmalarını emrederdim” buyurduğunu(Müslim,Tahre,42) haber vermektedirler. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ın bildirdiğine göre Hz. Pey­gamber “Sizi bir şeyden men ettiğim zaman ondan kesinlikle kaçı­nın. Bir şey emrettiğimde ise, onu gücünüz yettiğince yerine geti­rin”(Buhari,İ’tisam,2) buyurmuştur.

Gösterdiği yolda, dinî gayretle de olsa, aşırı davranılmasını aslâ tasvip etmemiştir. “Bazılarına ne oluyor ki, benim yaptığım bir şeyi yapmaktan çekiniyorlar. Allah’a yemin ederim ki, içlerindeAllah’ı en iyi tanıyan ve O’ndan en çok korkan benim”(Buhari,İ’tisam,5) buyurarak kendi­rlinden daha ileri bir müslüman olma imkânının bulunmadığını dile /getirmiştir.

Yapîlabilecekleri emretmiş” olmasına rağmen, onun emirlerini enemsemeyerek karşı çıkanları da asla hoş karşılanmamıştır.

Hz; Peygamber çevresine karşı duyarlıydı, cemaatini gözetirdi, Enes Mâlik radıyallahu anh’ın şu müşahedeleri bunu göster­mektedir:

“Resûlullah (s.a.), hiç bir şeyi eksik bırakmaksızın, insanların en hafif namaz kıldıranıydı.”

“Resûlullah(s.a.) namazdayken, annesinin yanında mescide gelmiş bir çocuğun ağlamasını işitir de kısa bir sûre okuyuverir- di”(Buhari,Ezan,65)

Kolaylaştırma Onun temel prensibiydi. Hz. Peygamber bu pren­sibi ” Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirme­yiniz!”(Buhari,İlm,11)diye tesbit ve ilân etmiştir.

Bütün bu nakillerden çok açık bir şekilde anlaşılacağı gibi sün­net, kolaylaştırma ve sevdirme çizgisinde İslâm’ın uygulanışından ibârettir. Bu sebeple de her insan ve toplum Hz. Peygamber’in ha­yatında ve sünnetinde kendilerine örnek olacak bir çok yön ve olay bulabilirler. Çünkü bütün insanlığı bir şahsiyette, toplayıp misallendirmek Allah Teâlâ için asla zor değildir. Bu sebeple Hz. Peygamberin sîreti, hayatın her safhasını kapsayan bir bütünlük içindedir. O Allah’ın kendisine verdiği yetki ile, ülkelerinde krallara, devlet başkanlarına; yollarda, yaylaklarda çobanlara; mekteplerde hocalara; sınıflarda öğrencilere, obalarda fakirlere; köşklerde zen­ginlere; otağlarda, kışlalarda ordulara, komutanlara; yuvalarda analara-babalara, yavrulara kısaca bütün insanlara aynı çağrıyı yapmakta, kendisini izlemeye davet etmektedir. Çünkü onun sîreti, bütün insanlık için en güzel örnektir. Çünkü onun sünneti, dünyayı kucaklayıcı bir zenginlik, çeşitlilik, pratiklik, bütünlük ve âhenk manzumesidir.

Hz. Peygamber’in harb-sulh, ibâdet-ticâret, hak ve adalet, suç- cezâ gibi ciddî ve önemli konularla meşgul olması hemen herkes tarafından pek tabiî karşılandığı halde, onun, günlük insan hare-

ketlerinin biçim ve şekilleriyle de meşgul olmasını bazılan akılları­na sığdıramayabilirler. Nitekim Selmân-ı Fârisî’ye bir müşrik biraz da alaylı bir edâ ile şöyle dedi:

– Görüyorum ki dostunuz Muhammed, size her şeyi, ama her şeyi, hatta helaya nasıl oturacağınızı bile öğretiyor?

Selmân, gayet ciddî bir edâ ile onu tasdik ettikten sonra Hz. Peygamberim tuvalet âdâbıyla ilgili tavsiyelerini sıraladı.(Müslim,Tahare,27-28)

Hiç kuşkusuz işlerin ve konuların önemlerine göre sıralanması esastır. Ancak insan hayatındaki her şeyin belli şekillerle ıslah edilmesi, İnanç sisteminin gereklerine uygun hâle getirilmesi de aynı derecede önemlidir. Hz. Peygamber ümmetine bir baba gibi her konuyu öğretmiş, onların izzet ve şerefine yaraşır davranışları göstermiştir. Bunda “küçük işlerle meşgûliyet” gibi bir basitlik de­ğil, “en küçük ayrıntıyı bile ihmal etmeme derecesinde bir ciddiyet, sorumluluk ve insanı bir bütün olarak değerlendirme” gibi derin ve anlamlı bir hassâsiyet yatmaktadır. İşte Selmân, bunun farkın­daydı ve aklınca alay etmek isteyen “bir peygamber de böyle şey­lerle uğraşır mıymış?” demeye getiren devrin çağdaş müşrik kafa­sına gerçeği bütün safiyeti ve açıklığı ile haykırıyordu: “Evet, her şeyi bize O öğretiyor!.”

Abdullah İbni Ömer radıyallahu anhümâ da kendisine:

Biz hazar namazı ile, korku (havf) namazını Kurian’da buluyoruz. Fakat sefer (yolculuk) namazını Kuran’da bulamıyoruz. Nasıl  oluyor bu?” diyen Ümeyye İbni Abdullah İbni Hâlid’e;

Bak yeğenim! Biz hiçbir şey bilmezken Allah bize Muhammed’i peygamber olarak gönderdi. Biz, Muhammedi neyi, nasıl yaparken görmüşsek, onu öylece yaparız”(Nesai,Taksir,1) diyor, ashabın bilgi kaynağının ve her sahada örneğinin Hz. Peygamber olduğunu açıkca ifâde ediyordu.

 

Kurân-ı Kerim’in esaslarını anlama ve uygulama noktasında, alemlere rahmet olmak üzere,Kur’an’ın kendisine vahyedildiği zattan yani Hz. Peygamberden daha üstün bir hakem ve örnek yoktur. Bu sebeple ” Kur’ân’a dönelim, fakat kendimizi sünnete kul ve köle yaparcasına bağlı kalmayalım” düşüncesinin, İslâm’a dost bir düşünce olmadığı ve İslâm’ı bilmemekten kaynaklandığı orta­dadır. Bu görüşün sahipleri, muhtedî Profesör Muhammed Esed’in teşbihi İle bir köşke girmek isteyen fakat, kapısını açabilecekleri anahtarı kullanmayı arzu etmeyen kimselere benzemektedirler.

Hz. Peygamber’in sünnetinin, evrensel karakteri, onun ashâb-ı kîrâm tarafından değiştirilmesine mâni olmuştur. Nitekim Hz. Aişe: “Eğer kadınların yeni yeni icad ettikleri halleri Resûlulah görseydi, – Israiloğullarının kadınlarının men olunduğu gibi- onları mescidlere gitmekten men ederdi”(Buhari,Ezan,163)demekle beraber, böyle bir yasaklama yoluna ne kendisi gidiyor, ne de halifelerden böyle bir yasak ge­tirmelerini istiyordu. Çünkü “Allah’ın hanım kullarını, Allah’ın mescidlerinden men etmeyiniz!”/Buhari,Cuma,13) hadîs-i şerifi ona bu yetkiyi vermiyordu.

Sünnet’i evrensel bütünlüğü içinde düşünmek, kendi içimizde tatmin edici bir yoruma kavuşturamadığımız sünnet verilerini he­mencecik reddedivermekten bizi kurtaracaktır. Hatta onların da geçerli olacağı yöre veya dönemlerin bulunabileceği fikrine ve ra­hatlığına ulaştıracaktır. Bu ise İslâm kültürü olduğunu belirttiğimiz Sünnet’e dair hiçbir bilgi ve belgenin zâyi olmamasını gerektirir. Hz. Peygamber bütün hayatı boyunca, söz ve davranışları ile Kur’ân’da bildirilen hakikatların izâhını yapmıştır. Bu sebeple Zührî’nin dediği gibi, “peygamberlik Allah vergisidir. Resule tebliğ, bize de teslimiyet düşmektedir”

Netice itibâriyle bir kere daha vurgulamamız gerekirse, Sünnet- ‘in temel özelliğini gerçekçilik, evrensellik ve esneklik yani uygula­nabilirlik olarak tesbit etmemiz mümkündür. Aslında bunlar, bizzat İslâm’ın temel özellikleridir.

İslam, en son ve en mükemmel din, Hz. Muhammed de en son peygamberdir. Kıyâmete kadar geçerli olan Kur’an ve onun birinci dereceden açıklaması ve uygulama biçimi demek olan sünnet, her türlü şart altındaki insanların meselelerine ya bilfiil ya da yolunu yöntemini göstermek suretiyle çözüm getirmek ve müslümanlar arasında inanç ve davranış birliğini sağlamakla yükümlüdür. Böyle olunca da sünnet’in gerçekleri esas alması, insanı tanıması, ona her türlü imkan ve şartta yaşayabileceği genel esasları tedricî ola­rak öğretmesi, aynı konuda uygulanabilir farklı şekil ve biçimleri sunması pek tabiîdir. Bu söylediklerimiz, cihanşümullüğün yani evrenselliğin bir sonucudur.

Aynı konuda farklı bilgiler ve değişik uygulama imkânları sunan hadislerin, bu açıdan bakıldığı zaman tabiîlikler manzumesi olduk­ları, bu bahis konusu farklılıkların ya da seçenek imkânlarının üm­met için tam bir rahmet vesilesi olduğu açıktır. Zira İslâm belli bir yöre veya şehir halkına gelmiş değildir. Eğer öyle olsaydı, daha net ve değişmeyen uygulamalar teklif ederdi. Halbuki İslâm, bütün insanlara gelmiş bir dindir. Bu yüzden de getirdiği esasların kıyâmete kadar dünyanın her tarafında uygulanabilir olması, ken­disine inananların hidâyetlerini temin edebilmesi açısından hayâtî bir zorunluluktur.

SÜNNET’E YÖNELİK BAZI TARTIŞMA KONULARI

Sünnetin Kaynağı

Kur’ân-ı Kerîm, hem lafzı hem de mânasıyla vahiy olduğu için ona vahy-i ırıetlüv (okunan vahiy) denilmektedir. Sünnet ise, vah­yin bir çeşit meal ve mefhûmu olduğundan dolaylı vahiydir. Fakat lafız olarak vahiy niteliğine sahip değildir. Bu sebeple de ona vahy-i gayrı metlüv denilmektedir.

Hz. Peygamber vahiy, üstün beşerî akıl ve nebevî akıl ya da peygamberlik birikimi (meleke-i nübüvvet) denilen üçlü bir yolla ilim elde etme imkânına sâhip bulunmaktadır. Vahiy gibi diğer insanların ulaşması mümkün olmayan bir bilgi kaynağıyla uzun süre temasta bulunan beşerî aklın en üst seviyesine sahip Hz. Peygamberde,meleke-i nübüvvet denilen bir peygamberâne ictihad kabiliyet ve birikiminin oluşacağı muhakkaktır. Bu yetenek sâyesinde de Hz. Peygamber, başkalarının intikal edemediği bir takım İlâhi gerçekleri kavrayıp en uygun ifâde ve uygulamalarla insanlara anlatır. Sünnetin ulaşılmaz boyutu, başkalarının yorumla­rından üstün oluşu işte buradan kaynaklanmaktadır.

Hz. Peygamberdeki bu peygamberlik melekesine, diğer bir ifâdeyle nübüvvet ilmine, Kur’ân-ı Kerîm değişik kelime ve tâbirlerle işâret buyurmaktadır: Zikir, hüküm, hikmet, şerh-i sadr, tefhim, ta’lîm ve irâe gibi kelime ve terimler bunlardandır. Hz. Peygamber’in İlâhî irâdenin beyânı niteliğindeki açıklamaları, İlâhî anlatım ve denetim altındaki nebevî akıldan doğmaktadır, denile­bilir. Sünnetin bağlayıcılığı da işte bu ilâhî-nebevî niteliğinden ileri gelmektedir.

Hz. Peygamber’in bilgilendirilmesi, Kur’an vahyi ile sınırlı değil­dir. Bu durumu bizzat Kur’an-ı kerim’deki bazı âyetler ve hadis-i kudsîler açıkça ortaya koymaktadır. Allah Teâlâ gönderdiği her peygambere vahy-i metluvv yoluyla bir kitah vermek zorunda de­ğildir. Nitekim kitap getirmemiş paeygamberler de bulunmaktadır. D peygamberin vahye muhatab olmadığını söylemek nasıl mümkün değilse, vahy-i metluv yoluyla bilgilendirilen bir peygamberin Dunun dışında bir başka yolla vahye muhatab olmayacağını söy- emek için de elde hiç bir delil bulunmamaktadır. Ohalde “vahy-i gayr-i metluvv diye bir şey yoktur” şeklindeki bir iddianın hiç bir iImî ve dini kıymeti söz konusu olamaz.

Sünnet’in bütünüyle vahiy kaynaklı olup olmadığı tartışılmıştır. Vahiy tarafından düzeltilen Hz.Peygambere ait görüş ve uygula­malar, onun bütün uygulamalarının vahiy kaynaklı olmadığının açık delilidir. Ancak onun uygulamalarının vahyin denetiminden geçtiği de bir başka gerçektir. Böylesi bir denetimden geçen uygu­lamalar, vahyin tasvibini arkasında taşımak gibi farklı bir konuma sahip bulunmaktadır. Bu sebeple başlangıçta değilse bile sonuç itibariyle Sünnetin bütününün vahiy ile irtibatlandırılması, mümkün olmaktadır.

 

Sünnet in Dindeki Yeri           ‘

Yukarıda işaret ettiğimiz gibi Sünnet, Peygamber Efendimiz’den Kur’ân dışında sâdır olmuş her türlü söz, fiil ve tak­rirlerden oluşmaktadır. Daha kısa ve fıkıh usûlü âlimlerinin anlayı­şına uygun bir anlatımla “sünnet, Allah Resûlü’nün söz, fiil ve tak­rirlerinden ibârettir”. Şer’î delillerin İkincisi olan Sünnet’in tarifinde “peygamberlik” kaydı, vaz geçilmez unsurdur. Böylece sevgili Peygamberimizin, peygamberliğinin başlangıcından vefâtına ka­dar, Kur’an dışında söylemiş olduğu her söz veya yaptığı her fiil sünnet içinde yerini almış olmaktadır. Bu söz ve fiillerin ümmete yönelik genel bir hüküm getirmiş olması ile özel kişilere veya ken­di zâtına yönelik olması arasında hiç bir fark yoktur. Yine onun fii­linin yaratılışla ilgili (cibillî) olup olmaması da neticeyi değiştirmez. Bütün bunlar, sonuçta farklı hükümlere bağlansa bile, “peygam­berden sâdır olan söz ve fiiller” olarak “sünnet” kavramı ve kapsa­mı içindedir. Kimine vâcip, kimine mendup, kimine mekruh v.s. denilmesi, kiminin ümmetin tamamına yönelik, kimilerinin belli , bazı kişilere has olması ayrı bir konudur.

Yalnız burada bir kere daha işâret edelim ki, Hz. Peygamber’in  sözlerini “sünnet” kavramından ayrı düşünmek isteyenlere, buna gerekçe olarak da başlangıçta sünnet denilince Hz. Peygamber’in sadece fiillerinin anlaşıldığını, sözlerinin o çerçevede düşünülme­diğini ileri sürenlere iltifat edilmemelidir.

Bu kapsamdaki sünnetin delil olduğunda bütün müslümanlar icma etmişlerdir. Yani “sünnetlin dinde delil olmadığını söyleyen hiç bir kimse veya grup bulunmamaktadır.

Öte yandan, Kitab’ın Sünnet’e göre üstün olduğu konusunda da bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Zira Kitap, lafız olarak Allah Igtından indirilmiş, ibâdetlerde okunması emredilmiş, bütün bir insaghjl^n küçük sûresinin benzerini getirmekten âciz kalmış İlâhî bir beyândır. Sünnet ise bu vasıflara sahip değildir. Bu açıdan ba- kıldığt zaman, delillerin sıralanmasında Sünnet, elbette Kitap’tan sonra gelmektedir.

Kur’an’da Sünnetin hukûkî delil olduğunu gösteren âyetler bu­lunmaktadır. Bu sebeple sünnete ait her hangi bir delililin, meselâ çelişki halinde olduğu sanılan bir âyetin zâhirini korumak maksa­dıyla dikkate alınmaması, sünnetin delil olduğunu bildiren âyetlerin tamamının dikkate alınmaması anlamına gelir.

Diğer taraftan Peygamberin mûcize göstermesi, rabbinden tebliğ ettiği şeylerin güvenilir, doğru ve hatâdan korunmuş oldu­ğunu isbat eder. Demek oluyor ki Kitap ve Sünnet’ten her biri yek diğerini desteklemekte ve doğrulamaktadır. Dinde delil oldukları da aynı derecede kesindir.

İmam Şafiî’nin ifâdesiyle Kur’ân’ın okunan, Sünnetin rivâyet olunan vahiy olması, önce bu kaynak birliği içindeki iki delil ara­sında her hangi bir çelişkinin bulunmamasını gerekli kılar. Buna bağlı olarak da şayet görünürde bir çelişki varsa, bu takdirde, her ikisi de âyet olsaydı ne yapılacak idiyse öyle hareket edilmesi lâzım gelir. Biri sünnet delilidir, ötekisi Kitap’tır deyip hemen birincisin­den vaz geçme şeklinde bir yola gidilmemeli, gerekli İlmî araştırma yapılmak suretiyle cem-te’lif, nesh veya tercih gibi çözüm yollarına baş vurulmalıdır. Ama daima her ikisinin kendilerine özgü nitelik ve konumlarını göz önünde bulundurarak…

Sünnet, Kur’ân karşısında üç görev üstlenmiştir: Te’kid, tefsir,teşri’,Te’kid: Sünnet her hangi bir hükme Kur’an gibi delâlet eder, yani her yönüyle Kur’an’ın hükmüne uygun bir beyânda bulunur. Meselâ,”Namazı kılın ve zekâtı verin”, “Ey inananlar, oruç size farz kılındı”,”Ka’be’ye gitmeye yol bulabilene haccetmek Allah’ın insan­lar üzerinde bir hakkıdır” âyetlerinde mutlak olarak ifâde buyurulan İslâm’ın şartlarını bir de “İslâm beş temel üzerine ku­rulmuştur” hadisi, -uygulamaya yönelik hiç bir açıklama getir­meksizin- sadece hüküm açısından beyân etmektedir. Yine “malla­rınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin…” âyeti ile “hiç bir

 

müslümanın malı, kendi gönül rızası bulunmadan helal olmaz“ hadisi tam bir uyum içinde aynı mânayı ifâde etmektedirler.

Burada akla, Sünnet’in Kur’ân’a verdiği destek ve teyid, Kur’ân için bir kıymet ifâde eder mi? şeklinde bir soru takılabilir. Bu husus, Sünnet ile Kur’ân arasındaki kaynak birliğinden doğan bir uyumu göstermesi yönüyle ele alınmalıdır. Kur’ân için değilse bile, Kur’ân’ın muhâtabları açısından Sünnet’in teyid ve te’kidi elbette büyük bir anlam ifâde eder. Buradaki beraberlik, diğer noktalarda­ki birlikteliğin ve uyumun göstergesi olarak kabul edilmelidir.

Tefsir veya beyân; Sünnet, Kur’ân’da bulunan herhangi bir hükmü her hangi bir yönden açıklar. Buna genellikle, kısaca temas edilmiş (mücmel) hükümlerle, anlaşılması kolay olmayan (müşkil) hükümlerin açıklanması, mutlak hükümlerin belli kayıtlara bağ­lanması (takyid), genel hükümlerin özelleştirilmesi (tahsis) denil­mektedir. Meselâ namaz ve zekât’ın uygulama biçim, ölçü ve şekil­lerine açıklık getiren hadisler, yine “beyaz iplik siyah iplikten sizin için ayırt edilinceye kadar” âyetindeki beyaz ve siyah iplikten maksadın gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı olduğunu belir­ten hadisler ve yine “inanıp da imânlarına herhangi bir zulüm bu- laştırmayanlar..” âyetindeki zülumden kastın, “şirk” olduğunu açıklayan hadis, sünnetin bu özelliğini ortaya koymaktadır.

Sünnet’in en yoğun şekilde icrâ ettiği görev Kitab’ı açıklamak­tır. Bu sebeple “sünnet Kitab’ın açıklayıcısıdır” denilmiş ve Kitap ile Sünnet arasındaki ilişki de açıklayan- açıklanan (mübeyyin- mübeyyen) alâkası olarak tesbit edilmiştir.

Sünnet’in bu iki fonksiyonu (te’kid ve tefsir) hakkında İslâm bil­ginleri arasında herhangi bir görüş ayrılığı söz konusu değildir.

İnceleyin:  Sünnette Bayram

Teşri; Kur’ân’ın,her hangi bir hüküm getirmediği konuda Sün­net’in bir hüküm ortaya koyması demektir. Bu konu âlimler tara­fından tartılmıştır.Bazı âlimler, “Allah Teâlâ, Peygamber’e itaati farz kılması ve Peygamber’in kendi rızâsına uygun davranacağını

bilmesi sebebiyle Kitab’ta hükmü belirtilmeyen konularda Pey­gambere hüküm koyma yetkisi vermiştir’1 dediler. Bazıları da “hiç bir sünnet yoktur ki, onun mutlaka Kur’ân’da bir aslı bulunmasın. Namazın nasıl kılınacağını gösteren sünnetin, namazın kılınması emrini getiren âyete dayandığı gibi diğer konulardaki teşriî sün­netler de mutlaka bir âyete dayanır. Peygamber neyi haram veya helal kılmışsa, onları Allah tarafından bir açıklama olmak üzere ortaya koymuştur” dediler.

Bir kısım âlimler de, “Peygamberin sünnet olarak ortaya koy­duğu her şey, onun kalbine Allah Teâlâ tarafından konulan hik­metten ibarettir. Peygamberin kalbine konulan şey, onun sünneti olmaktadır” dediler.

Bu görüşler sünnetin müstakil olarak hüküm getireceğinde bir­leşmekte, sadece Peygamber’in tek başına ortaya koyduğu hük­mü, doğrudan doğruya Allah’ın yardımına dayanarak kendiliğin­den mi ortaya koyduğu, yoksa kendisine vahiy mi edildiği, ya da kalbine ilka ve ilham mı edildiği noktasında biribirlerinden ayrıl­maktadırlar. İhtilaf aslında işte bu değerlendirme ve ifâdelendirme noktasında yoğunlaşmaktadır.

Kitap’ta olmayan bir hükmü Sünnet’in belirlemesi Kitab a muhâlefet anlamına gelmez mi? diye sorulabilir. Buna şöyle cevap vermek mümkündür:

Kitap üzerine yapılan ziyâde şu üç halde bulunabilir.

 

1- O konu Resûlullah(s.a.) tarafından ortaya konulmamış olur.

 

2-Var olan bir hükmü ortadan kaldırıcı (Nâsih) olabilir. (Tabiî sünnetin mütevâtir olması halinde bu ihtimal düşünülebilir)

 

3-Hükmü bir konuya tahsis edici (muhassıs) olabilir.

Bu demektir kİ, Kitap üzerine ziyâde -eğer böyle bir şey varsa- ya hükmü ortadan kaldırıcı(nâsih) veya bir konuya ait kılıcı (muhassıs) olacaktır. Bu iki halde de iyi düşünüldüğü zaman iki yönün bulunduğu anlaşılacaktır:

 

  1. Kitâb’ın (yani âyetin) beyânı

b-Kitabın bir açıklama getirmediği konunun hükmünü tek ba­şına (müstakillen) açıklaması

Muhassıs, bir taraftan genel olan nassın hükmünü, o hükme dâhil olanların bir kısmıyla sınırlarken, diğer yandan da o genel nassın kapsamından çıkarılanların hükmünü tek başına beyân et­miş olur. Meselâ “bunların dışında kalanlar size helal kılındı” âyetinden sonra Resûlullah (s.a.) “kadının, halası ile aynı nikah al­tında birleştirilmesi haram olur. Nesep yoluyla haram olan, süt emme yoluyla da haram olur” buyurmuştur. Bu şu demektir: Ayetteki “bunların dışında kalanlar” ifâdesinden maksat, dışda ka­lanların hepsi değil, bazılarıdır. Bu durumda âyet bu bazılarının helalliğine delâlet etmiş, fakat hüküm dışında kalanların hükmünü açıklamamış olur. Resûlullah’ın beyânı muhassıs olarak hem bu bazı fertlerin o genel hükmün dışında olduklarını, hem de hüküm dışına çıkarılmış olanların haramlığını açıklamış olur. Yani muhassıs hem âyetin hükmünü açıklar, hem de âyetin sükut ettiği noktanın hükmünü tek başına (müstakillen) ortaya koyar. Bu sebeple Kitab’ı tahsis, takyid veya nesh eden sünnete ait delillerin beyân ve müs­takillik olmak üzere iki yönü bulunduğu dikkatten uzak tutulma­malıdır.

O halde yukarıdaki esas ve açıklamalar çerçevesinde sünnetin müstakillen teşri kaynağı olduğu açıklık kazanmaktadır. Fıkıh ki­taplarında görülen “bu konunun meşruiyeti sünnetle sabittir” ifâdeleri de sünnetin müstakil teşri kaynağı kabul edildiğini göste­rir. Meselâ, mest üzerine mesh etmek, yağmur duası ve namazı, şuf’a, lükata, içki içene verilecek ceza bu tür konulardandır.

Burada şu hususa da dikkat edilmelidir. Nebî (s.a.), herhangi bir hükmün tebliği konusunda hataya düşmekten korunmuştur. Bu hüküm ister vahy-i metlüv ile indirilmiş isterse vahy-i gayr-i metlüv ile bildirilmiş olsun; ister müstakil hüküm koyucu, ister beyan edici veya isterse teyid edici olsun, hatâdan korunmuştuk açısından farketmemektedir.Hatta şeriatın tamamı vahy-i gayr-i metlüv şek­linde yani sünnet olarak gönderilmiş olsaydı bile , o yine hataya düşmekten korunur, tebliği de bağlayıcı olurdu. Nitekim peygam-

 

Nisa

Ber olarak gönderilmenin şartları arasında kendisine mutlaka bir kitap indirilme kaydı bulunmamaktadır. Öte yandan Allah Teâlâ*-nin, peygamberine kitabında indirmediği bir hükmü tebliğ etme­sini emretmesine mâni her hangi bir hal de söz konusu değildir. Zira “Allah yaptıklarından kimseye hesap verecek değildir.”(Enbiya,23)

 

3-Sünnetin Bağlayıcılığı

 

Sünnetin bir bütün ve kavram olarak bağlayıcılığı kesindir. Pey- gamber’e uymayı, verdiği hükme râzı olmayı, onun verdiği hüküm karşısında mü’minlere seçim hakkı tanınmadığını belirleyen âyetler, sünnetin müslümanların hayatındaki etkin ve bağlayıcı ro­lünü ortaya koymaktadır.

Ancak Hz. Peygamber’in değişik vasıflarla ortaya koyduğu sün­netin bağlayıcılık derecesinin ve çerçevesinin aynı olmadığı da bir gerçektir. Hz. Peygamber;

Risâlet (Peygamberlik),

İftâ (müftilik)

Kazâ (hâkimlik)

İmâmet (devlet başkanlığı) vasıflarından biri ile tasarrufta bulunur.

Risâlet yani peygamberlik vasfıyla ortaya koyduğu sünnet, ge­nelde âyetleri özelliklerine göre, açıklama (tefsir), belli bir şarta bağlama (takyid), muayyen fertlere özel kılma (tahsis) , helal ve haramı açıklama, akâid ve ahkâmı beyân etme maksadını taşır. Bu çeşit sünnet, İlâhî ahkâmın bîr beyân ve tefsiri demek olduğu için, hükmü kıyâmete kadar devam edecek olan bir teşri anlamınadır. Zira Hz. Peygamber bu tebliğ ve beyân tasarrufunda bir tebliğci ve nakilci durumundadır. Allah katından kendisine bildirilen gerçekle­ri nakil ve beyân etmektedir. Hz. Peygamberin bu sıfatla ortaya koyduğu tasarrufları bütün ümmeti bağlayıcıdır.

İftâ, Allah Teâlâ nın hükmünü delillerden çıkararak dinî soruları cevaplandırmak, ahkâm, Allah adına haber vermek, tebliğ ve izah

 

 

etmek demektir Hz. Peygamber bu tasarrufunda delillere bağlıdır.

Bu yolla ortaya koydukları da ümmeti bağlayıcıdır.

Kazâ, iki veya daha fazla kişi arasında cereyân eden anlaşmaz­lıklarda, sebep ve delillerin meydana getirdiği kanaate göre, haklı­yı haksızı belirlemek (adalet tevzii) maksadıyla verdiği hükümler­dir. Peygamber burada yeni bir hüküm ortaya koymaktadır ( münşidir.

Hz. Peygamber, kendisine getirilen davalar konusunda genel durumu ortaya koymak üzere şöyle buyurmuştur:

Dâvanızı bana getiriyorsunuz, ben ancak bir beşerim. (Kimin haklı olduğu konusunda) bana bir vahiy gelmiş değildir. Vahiy gelmeyen konularda ben ancak re’yimle hükmediyorum. Olur ki biriniz, diğerine nisbetle delilini daha tesirli anlatır, daha iyi ortaya koyar, ben de onu haklı zannederek lehine hükmederim. Her kime kardeşine ait bir hakkı hükmeder, verirsem, sakın onu almasın. Ben ona bir ateş parçası vermiş olurum.” Hz.Peygamber’in kazâ tasar­rufu olarak ortaya koyduğu sünnet, sadece davacı ve davalıyı bağ- lar.Ancak hüküm verirken takip ettiği usûl, dikkate aldığı esaslar, kazâ ve huhuk usûlünde bize örnek oluşturur.

îmâmet (devlet başkanlığı) tasarrufu , ilk üç vasfı ve tasarrufun­dan farklı ve onlara ilâve bir selâhiyet ve tasarruftur. Bunda bir yaptırım gücü söz konusudur. Öte yandan peygamberliğin devlet başkanlığını gerektirmediği de ortadadır. Çünkü bazı peygamber­lere hükümdarlık verilmemiş, bazılarına ise verilmiştir. Hem hü­kümdar hem de peygamber olan Efendimiz’in bu iki vasfıyla orta­ya koyduğu tasarruflar birbirinden farklıdır. Hz. Peygamber’in dev­let başkanı sıfatıyla yaptıkları hem diğer devlet başkanlarını bağ­lamaz hem de zamanın devlet başkanı izin vermedikçe, benzeri haklar müminler tarafından re’sen elde edilemez. Ganimetlerin paylaştırılması, devlete ait mal varlığının uygun bir şekilde kulla­nılması ve sarfk cezâların infâzı, orduların teşkili ve şevki, toprak, maden, su gibi kaynakların özel şahıs veya kuruluşlarca işletilmesi gibi hususlar bu tür tasarruflardır. Başkan veya temsilcisi hüküm ve

izin vermedikçe, bunların alınması, yapılması, icra ve infaz edilmesi câiz değildir. Bu konulara ait tasarrufları, sonra gelen başkan de­ğiştirebilir. Meselâ Hz. Osman isyancıların üzerine asker sevketmezken Hz. Ali sevketmiştir.

Hz. Peygamber’in tasarrufları konusunda en önemli husus, onun tasarrufunun hangi vasfının gereği ve sonucu olduğunu tesbit edebilmektir. Alimler, bu noktadaki farklı tesbitleri dolayısıy­la bir çok konuda değişik sonuçlara varmışlardır. Meselâ Hz. Pey­gamber “Bir yeri işleyerek kullanılır hale getiren ona mâlik olur” buyurmuştur. Hz. Peygamber’in bu hadîs-i şerîfi iftâ ve tebliğ sıfa­tıyla ortaya koyduğu kabul edilirse, bir başkasının mülkiyetinde olmayan toprağı işleyip kullanılır hâle getiren kişi, oraya sahip ola­bilecektir. Nitekim İmam Şâfiî, bu hadisi fetvâ ve tebliğ tasarrufuna bağlamış, “çünkü Resûlullah’ın asıl işi ve sıfatı budur, aksine delil bulunmadıkça hadisleri buna göre yorumlamak gerekir” demiştir. Böyle olunca da bu hakkı kullanmak hiç kimsenin iznine tâbi ol­maz. Herhangi bir kişi toprağı ıslah ederek kendiliğinden ona sa­hip olabilir.

Hz. Peygamber bu hadisi, devlet başkanı sıfatıyla söylemişse, bu hüküm diğer başkanları bağlamaz, onlar kendi çağ ve ülkele­rinde kamu yararını gözeterek devlete ait topraklar üzerinde tasar­rufta bulunurlar ve toprak imarının mülkiyet sebebi olması, sürekli olarak devletin iznine bağlı bulunur. Ebû Hanîfe, bu görüştedir. Çünkü toprak üzerinde onu birine bağışlamak (iktâ) vb. şekillerde tasarruf hakkı ve görevi devlet başkanına aittir.

İmam Mâlik, bu konuda şehir ve mücâvir alan topraklarını biribirinden ayırmış, şehir topraklarını devlet başkanlığı sıfatıyla ilgili görmüştür. Çünkü buralarda oturan insanların huzur ve menfaatlarını korumak devlet başkanının sorumluluğu altındadır.

Bu misalde de görüldüğü gibi Hz. Peygamber’in ortaya koydu­ğu tasarrufların, onun hangi vasfına ait olduğunu tesbit etmek fevkalâde önem arzetmektedir. Zira sünnetin bağlayıcılık çerçeve­sini ortaya koyabilmek, bu noktanın doğru olarak tesbitiyle alâkalı bulunmaktadır.

Sünnetin bağlayıcılığı, tartışmasız bir gerçektir. Cereyan ettiği konuya ve dayandığı vasfa göre kapsam ve fıkhî hüküm açısından (vacip, mendup, müstehab gibi) farklılık göstermesi onun temel niteliğini (bağlayıcılığını) ortadan kaldırmaz, aksine uygulama alanı ve kıymet hükmünün açıkça belirlenmesi anlamına gelir.

 

  1. Sünnetin Korunmuşluğu

 

Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de, kâfirler istemeseler de nûrunu tamamlayacağını açıklamaktadır. “Allah’ın nuru”, kulları için seç­tiği, onları kendisinden sorumlu tuttuğu ve Resûlü’ne vahyettiği şeriatıdır. Bu hem Kur’ân’ı hem de Sünnet’i içine alır.

Allah Teâlâ “Gerçekten Zikr’i biz indirdik; onun koruyucusu da elbette biziz”[1] buyurmuştur. Bu âyette geçen zikri, Kitap ve Sün­net olarak anlamak mümkündür. Zikir kelimesi Kur’ân ile tefsir edi­lecek olursa, bu takdirde âyetteki hasr ifâdesinden, Kur’ân’ın dı­şında hiçbir şeyin korunmayacağı, koruma hükmünün sadece Kur’ân’» içine aldığı anlamı çıkmaz. Çünkü Allah Teâlâ, Kur’ân’da Kur’ân dışında başka şeyleri de meselâ, Resûlullah’ı insanların ve­receği zararlardan koruyacağını bildirmiş ve korumuştur. Yine arşı, gökleri ve yeri kıyâmete kadar yok olmaktan koruyacaktır. Sonra âyetteki “lehû” kelimesinin öne alınmış olması, hasr için değil, âyet sonlarındaki uyuma riâyet içindir.

Kur’ân’ın korunması, Sünnet’in korunmasını da içine alır. Çünkü Sünnet, Kur’ân’ın açıklayıcısı, güvenilir bekçisidir; keyfî yorumlara tâbi tutulmasını.-önler. Nitekim Allah teâlâ, “…Sana zikri indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın.Tâ ki düşünüp öğüt al-

buyurmuştur. Nebî (s.a.), Allah’ın insanlara indirmiş oldu­ğu Kelâm’ı sünnetiyle açıklıyor ve şerhediyor. Bu da Sünnet’in korunmuşluğu demektir. Kendisiyle vacibin # tamamlandığı şey de vaciptir diye bir usûl kaidesi vardır. O halde şeriatın muhafaza edilmesi nasıl gerekli ise, kendisiyle şeriatın tamamlandığı Sün­netin de korunması öylece gereklidir.Bugün burada değerlen­dirmesini yapmaya çalıştığımız tartışmaların, sünnet üzerinde yo­ğunlaşmış olması bile, Kur’an’ın tartışmalardan büyük ölçüde uzak kalmasını sağlamaktadır. Bu da Sünnet’in, Kur’an’ın korunmasında üstlendiği rolün günümüze yansıyan sadece bir yönü olmaktadır. 0 halde Sünnet’in korunması, Kur’ân’ın korunması için gerekli ön­lemlerden biridir. Bu sebeple de Kur’ân’ın korunması, Sünnet’in de korunması demektir.

Burada ileri sürülen itiraz, Kur’an-ı kerim’in ta başlangıçtan beri okunmak, yazdırılmak, ezberlenmek ve denetlenmek suretiyle muhafaza edilmiş olmasına rağmen, hadisler için böyle bir yola gidilmemiş hatta Hz. Peygamber tarafından başlangıçta belli bir süre onları yazma yasağı konulmuş olmasıdır. Ancak hemen be­lirtmemiz gerekir ki, bahis konusu bu yazma yasağı ve arkasından gelen uygulamalar, Hz. Peygamberin şahsî içtihadına değil, risalet vasfına dayalı bağlayıcı bir tasarruftur. Binaenaleyh İlâhî iradenin bu yönde olduğunun delilidir. Şekil farklılığına bakılarak, olayın gerisindeki irâdeyi görmemek, anlayış ve yorumlarda yanılmak, görüntüye takılıp kalmak olur.

Sünnet’in korunması ümmet’e, ümmetin âlimlerine havâle edilmiş gözükmektedir. Yani sadece Kur’an ile Sünnet’in korunma şekillerinde farklılık vardır. Bu da İslâm bilginlerinin hadis ilimleri­nin bütün branşlarında gerçekleştirdikleri her türlü takdirin üstün­de değer arzeden İlmî mesâiler ile gözler önüne serilmiş bir ger­çektir.

Sünnetin tamamı ümmet tarafından korunmuştur. Tek tek fert­ler ele alındığı zaman, elbette onların bütün sünneti ihata edeme­dikleri görülürse de ümmetin bütünü ele alındığı zaman sünnetten

hiç bir şeyin kayıp olmadığı anlaşılacaktır. Bu şuna benzer; her­hangi bir dili, bir dil âliminin bütünüyle bilmesi mümkün değilse de, o dili konuşan millet, dilin bütün kelimelerini bilir. Hatta İmam Mâlik’e, devrin halifesi, Muvatta’ı yegâne kitap olarak ilân etme teklifini iletince, büyük imam “bizim muttali olmadığımıza başkala­rı muttali olmuş olabilir” diyerek karşı çıkmış, sünneti, ümmetin bütünü çerçevesinde düşünmek gerektiğini hatırlatmıştır. Yani fert olarak bilgileri sınırlı da olsa âlimlerin tümü, sünnetin tümünü ihâta etmişlerdir. Bu da sünnet’in korunmuşluğunu gösterir.

 

Sünnetin Kurtarıcılığı

 

Sünnet’ten yararlanabilmek için her şeyden önce onun “en gü­zel örnek” olduğuna, yaşanabilirliğine, insan özüne ve ihtiyaçlarına en üst seviyeden cevaplar ve alternatifler getirdiğine inanmak ge­rekir. Sonra da bu inanca dayalı olarak sünneti kendi özellikleri içinde iyi tanımak lâzımdır. Zira Hz. Peygamber âlemlere rahmet ve hidâyet rehberi olarak gönderilmiştir. Onun sünneti, hidâyette olabilmenin çarelerini göstermektedir. Sünnetin kurtarıcılığından şüphe etmek Hz. Peygamber’in risâletine karşı çıkmak anlamına gelir.Nitekim Abdullah İbni Mes’ud bir defasında “Nebinizin sün­netini terkettiniz mi saptınız gitti demektir” tenbihinde bulunmuş­tur.

“Gerçekten sen doğru yola çağırıyorsun”, ve “Eğer o pey­gambere itaat ederseniz doğru yolu bulmuş olursunuz” âyetleri, sünnetin kurtarıcılığını ortaya koyan Kur’ânî delillerdendir.

Hm peygamber de muhtelif hadîs-i şeriflerinde bir yandan ken­di konumunu anlatırken bir yandan da ümmetin kurtuluşuna olan katkısını açıkça gözler önüne sermiştir. Ateşe düşmeye çalışan kelebek ve  pervâneleri kovalamaya çalışan kişi durumunda olduğunu hatırlatarak ‘ben sizi bel bağınızdan tutmuş ateşe düşmekten kurtarmaya çalışıyorum; siz ise, elimden kurtulup ateşe girmeye gayret ediyonuz” buyurmuştur. O kendisinin ümmet için kurtuluş

 

Solduğunu daha başka hadislerinde de yine böyle temsiller­le açıklamıştır. Kendisini, düşmanı görüp koşarak gelen ve milletini uyaran bir haberciye benzettiği hadis de bu hususta tam bir kana­at verecek açıklıktadır:

“Benim ve Allah’ın benimle gönderdiği İslâm’ın durumu, bir topluluğa gelip şöyle diyen kişinin durumuna benzer:

– Ey Milletim, gerçekten ben, üzerinize gelmekte olan bir ordu­yu gözlerimle gördüm. Ben, size bu tehlikeyi haber veren sade bir habercisiyim. Binaenaleyh yakanızı kurtarmaya bakın!

Bu sözler üzerine ahâlinin bir kısmı ona itaat etti ve akşamdan yola çıkarak tabiî bir yürüyüşle bulundukları yeri terkedip gittiler, kurtuldular. Bir kısmı da onu yalanladı, yerlerinde kaldılar. Ordu onlara sabaha karşı baskın verdi ve hepsinin kökünü kazıdı. İşte bu hal, bana itaat, getirdiklerime ittiba edenler ile bana isyan ve Hak’­tan getirdiklerimi yalanlayan kimselerin durumunun ta kendisi- dir.’*

Sünnetin kendisine sarılanları kurtardığı kesindir. Dahhâk ne güzel ifade etmiştir: “Cennet ile sünnet aynı konumdadır. Zira âhirette cennete giren, dünyada sünnete sarılan kurtulur. İmam Mâlik de sünnet’i Nuh aleyhisselâm’ın gemisine benzetmiş ve “kim ona binerse, kurtulur, kim binmezse boğulur” demiştir.