Ulema hem sahih bilginin nesiller boyu intikalini sağlamak, hem de insanların din adına diledikleri gibi konuşmalarının önüne geçmek için koruyucu usuller geliştirip uygulamıştır. Bu usuller İslamî bilginin safiyetini muhafaza ettiği gibi çeşitli nedenlerden kaynaklanan ihtilafların çözümlenmesinde de hakem rolü üstlenmişlerdir. Bunlar içerisinde inşası itibariyle müslümanlara ait olan ve İslam’ın erken yıllarından itibaren uygulanan “isnad” sistemi önemli bir yeri haizdir.
Peygamberlere karşı mücadele edenler, muvaffak olamayacaklarını anladıklarında suretâ müslüman olup, derin düşmanlıklarını münafık kimlikleriyle sürdürmüşlerdir. İslam’a inanmadıkları halde müslümanların içine şüphe düşürmek için günün başlangıcında inanan, sonunda inkâr eden(1) rolünü üstlenmişlerdir.
İdeolojik saplantı içerisinde olan insanlar isnad sistemin yokluğundan istifade ederek kendi yorumlarını Allah’a ya da peygamberlere dayandırarak kutsallaştırmışlardır. Bu durum zaman içerisinde önceki ümmetlerin kitapları gibi peygamberlerine ait sözlerin de zayi olmasına ya da batıl görüşlere karışıp değerini yitirmesine sebep olmuştur.
Kur’an-ı Kerim’e karşı da aynı yöntemi uygulamak isteyenler, “Korunan Kitap” karşısında başarısız olunca ayetleri te’vil ederek ve hadis uydurarak planlarını uygulamak istemişlerdir. Fakat isnad sistemi doğru ile yanlışın sentez yapılmasına engel olduğu gibi kaos ortamında üretilen anarşist bilgiye de meşruiyet imkanı vermemiştir.
“Kâle Rasulullâh” (Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki) diye hadis rivayet eden sahabe (radiyallahu anhum) ile şifahi olarak başlayan isnad, tedvin faaliyetleri ile birlikte sadırlardan satırlara aktarılmış ve böylece ilmin nesiller boyu intikalinde görev alan adil ve zabit raviler menkul bilginin güvenilir olmasını sağlayan unsur olarak temayüz etmiştir.
İsnad sisteminin mevcut yapısı içerisinde diledikleri hadisleri zayıf ya da mevzu olarak gösteremeyeceklerini anlayan bazı modernist müslümanlar “metin tenkidi” başlığı altında İslam’ın müteal değerlerini beşeri formlarda anlamlandırma ameliyesi içine girmişlerdir. Muhaddislerin hadis-i şeriflerin sahihlerini zayıflarından ayırma usulü olarak kullandıkları “metin tenkidi” günümüzde Batılılar’ın, özellikle Kitab-ı Mukaddes bağlamında geliştirdikleri yöntemle daha çok uyuşmaktadır. Ellerinde bulunan dini metinlerin beşer müdahalesine maruz kaldığı, hatta beşer eliyle oluşturulduğu gerçeği üzerine ibtina eden Batı tarzı “metin tenkidi” yöntemi en hafif bir değerlendirme ile isnad sisteminin koruma altına aldığı sahih hadisleri aşma amacına hizmet etmektedir.
İki Rükün
Ma’kulât ve menkulât olmak üzere iki rükün üzerine ibtina eden dinin en mühim rüknü şüphesizki menkulâttır. Menkulâtı temelinden sarsmak isteyenler isnad sisteminin İslam’ın ilk yıllarında olmadığını dolayısıyla isnadın “kadim metinlere” onları inandırıcı kılmak için sonradan eklendiğini iddia etmektedirler. Böylece bir çok haberin zayıf hatta asılsız olduğunu, dolayısıyla da onlardan hareketle yapılan ictihatların da mesnetsiz addedileceğini iddia etmişlerdir.
İSNAD
Hadis, sened ve metin olmak üzere iki ana unsurdan oluşur. Metnin kimler aracılığı ile ulaştığının belgesi mahiyetinde olan sened, birinin diğerinden alması ve nakletmesi şartıyla hadisi rivayet eden şahısların Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne kadar sıralanmasıdır. “Falan filandan, o da filandan rivayet etti.” şeklinde düzenli olarak ravilerin isimlerini vermeye ise isnad denir. Zamanla sened ve isnad birbirinin yerinde kullanılmıştır.
Hadisin metnine ulaşma yolu olan isnad, Nebevî bir hadis de olduğu gibi sahabe ya da tabiûn sözünü rivayet için de kullanılmıştır.
İsnadı dinden kabul eden ulema, Efendimiz’e bir ravî daha yakın olup senedi “alî” kılabilmek için aylarca süren seyahatlere çıkmıştır. Ahmed b. Hanbel “Âlî isnad”ın seleften tevarüs eden bir sünnet olduğunu söylerken, ölüm döşeğindeki Yahya b. Maîn’e ne arzuladığı sorulduğunda “boş bir ev ve alî isnad” şeklinde cevap vermiştir.(2)
İsnadın Önemi
“Bana Kur’an ve onunla birlikte benzeri verildi.” hadisinin de işaret ettiği gibi İslam’ın ikinci ana kaynağı olan hadisi şerifleri senedle rivayet etmek özellikle fitnenin ve tartışmaların baş gösterdiği yıllardan itibaren önem kazanmıştır.
İsnad, alimlere hadisin Allah Resulü’ne ait olup olmadığını kontrol edebilme imkanı vermiştir. Eğer isnad olmasaydı sahih hadis ya da haberleri uydurma rivayetlerden ayırmak imkansız olurdu. Bu yüzden isnad “medâr-ı ilmi hadis” (hadis ilminin esası) olarak kabul edilmiştir.
Hadisleri dinden kabul eden ulema onları kimden aldığına bakmış, bu noktada son derece seçici davranmıştır. Hassasiyetin boyutunu göstermesi açısından ayrıca önem arz eden İmam Malik’in konu ile alakalı ifadesi şu şekildedir: “Bu hadis ilmi dindir. Dininizi kimlerden aldığınıza dikkat ediniz. Şu direklerin dibinde “Kâle Resulullah (Allah Resulü ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ buyurdu ki) diyen yetmiş zata mülaki oldum ki herhangi birine ‘Beytü’l-Mal’i teslim etseniz onu emîn sayabilirsiniz. Böyle iken onların hiçbirinden hadis almadım. Çünkü bu işin ehli değillerdi. Sonra memleketimize İbn Şihâb ez-Zührî gelince hepimiz kapısına koşup içtima olurduk.(3)”
İbrahim en-Nehaî muasırı olan alimlerin ilim aldıkları kişinin namaz kılması yanında haline ve tavrına da baktıklarını söylemektedir.(4)
Ulema dini anlamak ve Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne en yakın olanların Efendimiz’den yaptıkları rivayetle dinin esaslarını tefsir edebilmek için hadisin yanı sıra sahabe sözünü de esas kabul etmiş, güvenirliğini temin edebilmek için onu da senedle nakletmiştir. Sahabeyi en iyi bilenler olmaları hasebiyle tabiun ve onların tabilerinin sözlerini de aynı maksatla senedle birlikte rivayet etmişlerdir.
Ulema zamanla isnad halkasını genişletip, isnadı rivayet yoluyla gelen bütün disiplinlere uygulamıştır. Bir ayetin tefsiri, hadisin şerhi yanında edebiyat, fıkıh, usul, kelam gibi ilimlere ait ifadeleri de senedle rivayet etmiştir. Daha da ileri giderek ahmaklar ve gafiller; zekiler ve meşhurlar ile ilgili eğlendirici ve güldürücü haberleri de senedle nakletmiştir. Nitekim Hatib el-Bağdadî’nin “Kitabu’l-Buhalâ”sı, Ebu’l-Ferec b. el-Cevziyye’nin “Ahbâru’l-Ezkiyâ”sı gibi eserler bu usul esas alınarak telif edilmişlerdir.
Ulema isnadı, nakle dayalı ilimlerin kabul ya da reddi için ölçü olarak gördüğünden ilmi açıdan hiçbir kıymeti haiz olmayan akıl hastasının basit bir sözü için dahi iki üç satırlık sened yazmaktan imtina etmemiştir.
Ulema rivayete dayalı bir malumatın önemli önemsiz; kısa uzun olmasına bakmaksızın onu ancak senedle kabul etmiştir. Temel İslamî ilimlerle alakalı olmayan rivayet merkezli kitaplarda metinden daha uzun sened yer almasının arkaplanında bu hassasiyet vardır.
Rivayet tefsirlerinde bazen bir kelimenin izahı için her biri birkaç satırdan oluşan dört beş tane sened nakledilmiştir. İbn Cerîr et-Taberî Bakara Suresi’nin 36. ayetinde geçen “Hîn” kelimesinin anlamı ile alakalı 4 ayrı isnad zikretmektedir.(6)
Ulemaya Göre İsnad
Abdullah b. Mübarek “Bana göre isnad dindendir. Eğer isnad olmasaydı dileyen dilediği gibi konuşurdu. Fakat raviye ‘bunu sana kim rivayet etti?’ diye sorulduğunda susmak zorunda kalır.(7)”
İsnad sahih bilginin teselsülen intikalini temin eder. Dinden olmayanın dine girmesine engel olur. Bu yüzdendir ki İbn Mubarek isnadın dindeki yerini tesbit ederken: “Eğer isnad olmasaydı din elden giderdi.(8)” demektedir. Süfyan es-Sevrî de: “İsnad müminin silahıdır. Yanında silahı olmazsa ne ile savaşır?!(9)”
Ehl-i Sünnet dışı fırkaların etkinliklerini yitirmelerinde de isnadın önemli bir rolü olmuş, batıl te’villeri desteklemek için uydurulan hadislerin mevzu oldukları isnad yardımıyla ortaya konabilmiştir. Hadisenin bu boyutuna dikkat çeken İbn Mübarek, Ehl-i sünnetle bidatçilerin arasını isnadın ayırdığını söylemektedir.(10)
İslam Ümmeti ve İsnad
Allah Teala Müslümanları isnad sistemini ilk uygulayan millet olmaları özelliğiyle teşrif etmiş, yüceltmiştir. Müslümanlar isnadla sahih bilgiyi zayıftan ayırmış, menkulâtın kıymetini isnadla takdir etmişlerdir. İmam Şafii isnadsız hadis öğrenen kişiyi gece karanlığında odun toplayan, yaptığı odun demeti içerisinde haberi olmadan yılan taşıyan adama benzetmiştir.(11)
Hadis mecmuları Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne ulaşan rivayet zincirleri ile dolu iken(12) , Ehl-i Kitab’ın peygamberlerinden rivayet ettiği metinler içerisinde onlara kadar ulaşan sahih isnad yoktur. Onlar, isnadda peygamberlerinin ashabına ulaşamadıkları gibi ashabın tabilerine de ulaşamamışlardır. Ulaştıkları en yakın iki isim Şemun ve Pavlos’tur. Bu yüzden kendi medeni birikimlerini esas alarak ellerindeki muharref kitapları tashih etmeleri ya da gelenek içerisinde yeniden var olmaları mümkün olmamıştır.
Müslüman alimler dışında peygamberlerinin mirasını sahih bir şekilde koruyup sonraki kuşaklara aktaran başka bir ümmetin olmaması isnadın vahyin tahrif edilmesini önlemede ne derece büyük bir yeri haiz olduğunu göstermektedir.
Teracim Kitapları
Ulema, isnadda yer alan ravileri her açıdan inceleyen nakdu’r-rical (cerh ve ta’dil), tabakât, tarihu’r-ruvât, esmau’-ricâl, tezkire, el-esmâ ve’l-künâ gibi isimlerle bilinen ricâl (hadisle ilgili kişiler) kitaplar kaleme almıştır. Bunlardan bir kısmı İbn Esir’in “Usdu’l-Ğabe”si, İbn Hacer’in “el-İsabe fî Ma’rifeti’s-Sahabe”si gibi sahabi ravileri, el-Makdisî’nin (ö. 507/1113) “el-Cem’u Beyne Ricali’s-Sahihayn”ı gibi Buharî ve Müslim ricalini, İbn Hacer’in “Tehzibu’t-Tehzib”i gibi Kütüb-i Sitte ricalini, Muhammed b. Ahmed el-Bustî’nin (ö. 354/965) “Kitabu’s-Sikât”ı gibi sika (güvenilir) ravileri, ez-Zehebî’nin “el-Muğnî fi’z-Zuafâ”sı gibi farklı nedenlerden dolayı cerhedilen ve bu yüzden zayıf kabul edilen ravileri ihtiva etmektedir. Ulema bunlardan başka sadece ravilerin vefat tarihlerini içeren Vefayât adı altında da bir literatür oluşturmuştur. Böylece isnadda yer alan sika ya da mecruh ravileri doğru ve yanlışlarıyla ilmî araştırma yapacak kişilerin önüne koymuşlardır.
Bu kitapların pek çoğunda vefat tarihlerinin zikredilmesi araştırmacıya raviler arası irtibatı tesbit etmede önemli kolaylık sağlamaktadır. Hafs b. Ğıyas şöyle demektedir: “Bir şeyhi itham ettiğinizde onun yaşadığı yılları hesaplayın. Böylece yaşadığı yılların hadis rivayet ettiği kişinin ömrüne tekabül edip etmediğini ölçersiniz.(13)” Vefayât literatürü de ravilerin imamlarla karşılaşıp onlardan hadis dinleyip dinlemediklerini dolayısıyla da doğru söyleyip söylemediklerini kontrol imkanı vermektedir.
İsnaddaki Müşkiller
İsnadın muttasıl ya da munkatı olmasına göre ayrı ıstılahlar geliştiren ulema, isnaddaki bir illeti çözmek için mahallî imkanlar yeterli olmayınca kilometrelerce yol kat etmekten imtina etmemiştir.
Muhaddisler hadisteki müphem bir noktayı aydınlatmak için yoğun gayret sarf etmiş, müşkil bir hususu on yıl kadar zihinlerinde ilk günün canlılığıyla korumuşlardır. “Lükata”nın duyurulması ile ilgili Buharî’de geçen hadis-i şerif(14) ravilerin bu noktadaki hassasiyeti ile alakalı bilgi vermektedir: Buhari’deki şekliyle Şu’be’nin Seleme’den, Onun Süveyd’den, Onun da Übeyy b. Ka’b’tan rivayet ettiği yüz dinar kıssasını Süveyd, İbn Ka’b’dan işitir ve Seleme’ye rivayet eder. Seleme’de Şu’be’ye bu parayı bulanın onu üç yıl ilan etmekle emr olunduğunu nakleder. Aradan on yıl kadar bir zaman geçtikten sonra Seleme ile Şu’be Mekke’de karşılaşır. Seleme Şu’be’ye: “Sana rivayet ettiğim kıssanın duyurma zamanıyla alakalı kısmını Süveyd’ten üç yıl mı yoksa bir mi olarak işittiğimi tam olarak bilemiyorum.” şeklinde tereddüdünü izhar eder.(15)
Bu ve benzeri hassasiyetler daha sonra kayda geçen isnadın şüpheye ihtimal vermeyecek ilmi bir ciddiyet içerisinde nasıl korunduğu ile alakalı önemli ip uçları vermektedir.
Rivayet Hassasiyeti
Alimler rivayetlerin yok olmasından endişe duydukları ve sonraki kuşakların onlara vâkıf olmalarını arzuladıklarından kendilerine ulaşan sahih zayıf, makbul, merdud her rivayeti nakletmişlerdir. Metinle birlikte isnadı da zikrederek, en az metin kadar isnad üzerinde de durmuşlardır. Zamanla kesbettikleri meleke sayesinde rivayet edilen hadisin muttasıl mı yoksa munkatı mı olduğunu anlayacak bir konuma gelmişlerdir.
İlerleyen yıllarda rivayetlerin sıhhat ya da zafiyetinin ölçüsü ile alakalı kitaplar telif edilip sabit kriterler belirlenmiştir. Sonraki dönem alimleri şifahî olarak uygulanan cerh-ta’dil sistemini kitabî esaslar çerçevesinde devam ettirmiştir.
Büyük Alimlerin Eserlerindeki Zayıf Hadisler
Allah Teala her makam için bir söz, her fen için hususi alimler takdir etmiştir. (16) Farklı özellikleriyle temayüz eden her bir alime başkalarında bulunmayacak üstünlükler vermiştir. Muhaddislere metni bütün yönleriyle anlamadan, esrara vakıf olmadan hadis ezberleyip rivayet etme melekesi, fukahaya da hadis rivayetinde muhaddis kadar mahir olmadan fıkhî meseleleri tesbit etme yeteneği vermiştir. Bu yüzden her birini kendi varlık alanında değerlendirmek gerekir.(17)
Fukahanın senedsiz olarak rivayet ettiği hadisler ancak muhaddislerin tahkikiyle kabul edilir. Fakahetiyle maruf olmayan muhaddislerin sözleri de muteber addedilmez.
Büyük alimler “ilmi kudretlerine rağmen neden eserlerine zayıf hadis aldılar?”, “neden onları sened tenkidine tabi tutmadılar?”, şeklinde günümüzde çokça sorulan sorular yukarıdaki satırlar çerçevesinde cevaplanmalıdır.(18) Onlar -mevcut vazife taksimi gereği- hadis olduğunu zannettikleri rivayetleri eserlerine almış, sened tenkitlerini ise muhaddislere havale etmişlerdir. Çünkü haberlerin rivayet keyfiyetini ayrıntılı bir şekilde incelemek muhaddislerin vazifesidir.
Ayrıca büyük alimlerin eserlerindeki zayıf hadisler terğib-terhib, siyer gibi helal-haram disiplini dışında kalan mevzularla sınırlıdır. Bu hususta Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere bir çok müçtehit şöyle demektedir: “Helal-haram mevzuunda hadis rivayet ederken tavizsiz, fezail-i a’mal ve benzeri hususlarda ise mütesahil olduk.(19)”
Ali el-Karî de: “Günlerin en faziletlisi Arefe’dir. Arefe Cuma gününe tekabül ederse yetmiş hacdan daha faziletlidir.” anlamına gelen hadisi rivayet ettikten sonra “bu hadisin zayıf olması maksada zarar vermez. Çünkü zayıf hadis fezail-i a’malde muteberdir.” demektedir.
Ebeveyn-i Resul’ün diriltilmesi ile alakalı hadis de zayıf olmasına rağmen Suyutî, bunun rivayetinde tesahül caiz olan zayıf hadis kapsamına girdiğini bu yüzden onunla fetva verdiğini söylemektedir.(20)
Ulema zayıf hadis helal haram ya da akidevî hususlarla alakalı olması durumunda ise tesâhüle yanaşmamış aksine son derece titiz davranmıştır.(21)
Rivayetlerin bu yönünü gözardı edip İbn Cerîr et-Taberî gibi bazı alimlerin telifatını “hurafeler mecmuası” gibi ölçüsüz ithamlarla mahkum etme ameliyesi ilmi esaslara aykırıdır. Konunun farklılığına dikkat çeken Muhammed Zahid Kevserî şöyle demektedir: “İbn Cerîr’in rivayetinin değeri senedinin kıymetiyle aynıdır.(22)” Ebû Ğudde’ye göre Kevserî’nin bu ifadesi rivayete dayalı bütün eserler için geçerlidir. Senedi sahih olmayan hiçbir büyük imamın haberi kabul edilemeyeceği gibi isnadı sahih olan bir alimin rivayeti de reddedilemez.(23)
Öğrenci Muhaddis Münasebetine Dair Notlar
Ulema isnaddaki titizliği, ilmi emanet edecekleri haleflerinin yetişmelerinde de göstermiştir. Ders esnasında kimin, nasıl hadis dinlediğini, hangi öğrencilerin derse iştirak ettiğini, dersin kaç oturum sürdüğünü kayıt altına almıştır. Beyhaki’nin “es-Sünenu’l-Kübrâ”sının on ciltlik Haydarâbâd baskısında konu ile alakalı ilginç ayrıntılar vardır. İbn Salah’ın 757 mecliste tamamlanan takririyle ayrı bir değer kazanan es-Sünen’in sekizinci cildini Melik Eşref tarafından Dımaşk’ta inşa edilen Daru’l-Hadîsi’l-Eşrefiyye’de Ondan 90 mecliste tam 93 muhaddis dinlemiştir.
Eserde, ilim taliplerinin İbn Salah’tan sekizinci cildi dinlemelerinin kaç meclis devam ettiği, öğrencilerin nerelerde oturduğu, talebelerden hangilerinin kesintisiz derse iştirak ettiği, kimlerin dersi aksattığı, kimin bazı celselerde uyku ya da şekerleme yaparak dersi dinlediği, kimin konuştuğu, ya da bu süreçte rivayetleri yazdığı gibi hususlar belirtilmektedir.(24)
Bu tür vasıf ya da durumların kaydedilmesi derse atfedilen önemin yanında yeni yetişen muhaddislerin güvenilirliği ile alakalı önemli ayrıntılar da vermektedir.
Dipnotlar:
(1): Âl-i İmrân(3): 72.
(2): Ebû Amr Osman b. Abdirrahman İbn Salah, Mukaddimet-u İbn Salâh, Beyrut, 2004, 151.
(3): Ahmed Naim, Sahîh-i Buharî Muhtasarı ve Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ankara, 1979, I, 72.
(4): Ebû Gudde, Lemahât, Dip not: 3, s. 140.
(5): Abdulfettâh Ebû Gudde, Safhatun Müşrigatun min Tarîh-i Semai’l-Hadîs-i inde’l-Muhaddisîn, (el-İsnâd-u mine’d-Dîn ile birlikte), Haleb, 1992, s. 95.
(6): Muhammed İbn Cerîr et-Taberî, Camiu’l-Beyân, Beyrut, 2005, I, 279-280.
(7): Nurettin Itr, Menhecu’n-Nakd fî Ulûmi’l-Hadis, Beyrut, 1997, s. 344; Hatib el-Bağdadî, Tarih-u Medineti’s-Selam, Bağdad, VI, 166.
(8): Itr, a.g.e., s. 345.
(9): Itr, a.g.e., s. 344; Ebû Gudde, Safhatun Müşrigatun, s. 95.
(10): Ebû Gudde, Lemahât, s. 142.
(11: Muhammed Abdulhayy el-Leknevî, el-Ecvibetü’l-Fadile, Beyrut, 2005, s. 22.
(12): Her nekadar bazı hadis mecmualarında aslı olmayan rivayetler olsa da ulema isnad sisteminin yardımıyla sahihleri zayıflardan ayırt etmişlerdir.
(13): Ebû Gudde, Lemahât, s. 143.
(14): Buharî, Lukata, 1.
(15): Kamil Miras, a.g.e., VII, 342.
(16): İnnellahe ceale likülli mekamin mekalen ve likülli fennin ricalen , el-Leknevî, a.g.e., s. 31.
(17): el-Leknevî, a.g.e., s. 31.
(18):Ulema mevzu olduğunu bildiği hiçbir hadisi rivayet etmemiştir.
(19): el-Leknevî, a.g.e., s. 36.
(20): el-Leknevî, a.g.e., s. 39.
(21): el-Leknevî, a.g.e., s. 40.
(22): Ebû Gudde, Safhatun Müşrigatun, s. 97.
(23): Ebû Gudde, Safhatun Müşrigatun, s. 97.
(24): Ebû Gudde, Safhatun Müşrigatun, s. 113 vd.
İhsan Şenocak
Kaynak
0 Yorumlar