İhsan ŞENOCAK: Bismillahirrahmanirrahim. Hocam Kur’an-ı Kerim’in anlaşılabilmesi için İslam’ın erken asırlarından bu tarafa uygulanan ve zaman içerisinde de tedvin edilerek metin haline getirilen tefsir ve fıkıh usulü günümüzde modernist müslümanların yenilenme çağrıları ile karşı karşıyadır. Modernistler, mevcut tefsir ve fıkıh usulü ile Kur’an-ı Kerim’in anlaşılamayacağını, mutlaka batılıların geliştirdiği çağdaş anlambilimin verilerinden istifade edilmesi gerektiğini söylemektedirler. Üç telif tefsirin sahibi olarak ne söyleyeceksiniz? Kur’an-ı Kerim’i anlarken fıkıh/tefsir usulünde yetersizlik gördünüz mü? Görmediyseniz, bu çağrının arka planında ne olabilir?
M. Ali SÂBÛNİ: Allah Teala’ya hamd ve O’nun bütün beşeriyete rahmet olarak gönderdiği Muhammed Mustafa’ya salat-u selam olsun.
Kur’an-ı Kerim Allah Teala’nın bütün insanlığa gönderdiği Arabi bir kitaptır. Bütün insanlık O’nun nuru ile aydınlansın diye nebilerin sonuncusu olan Muhammed Mustafa’ya -sallallahu aleyhi ve sellem- Arapça olarak indirilmiştir. Çünkü; Allah Resul’ü Arap’tı ve Arabi bir çevrede yaşıyordu. Bu yüzden fesahat ve beyanın zirvesi olan Kur’an’da Arapça olarak indi. Niçin indiğini, gayesinin ne olduğunu bizzat kendisi açıklıyor: “Bu Kur’an, Rablerinin izniyle insanları karanlıktan aydınlığa çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.” (İbrahim: 1)
Allah Teala Kur’an-ı Kerim’i irşat için indirdi. O, bütün alemi aydınlatacak, insanlık da O’nun nuru ile aydınlanacaktır.
Kur’an’ın nurundan istifade ede bilmek için, O’nu Arapça’nın esaslarına göre anlamalıyız. Usul kitapları bunun için telif edilmiştir. Bütün müfessirler de bu esasları kullanmışlardır.
Kur’an-ı Kerim’i anlamak için müsteşriklerin usulüne ya da onların geliştirdikleri anlambilime hem ihtiyacımız yok, hem de kullanmamız durumunda Allah’ın muradına aykırı manalar ortaya çıkar. Bu nasıl olabilir ki?! Arapça’yı Arap gibi bilmeyenlerden Arapça inen Kur’an-ı Kerim’i anlamanın usulünü nasıl alabiliriz?!
Müsteşrikler kısmen Arapça konuşabilirler; fakat ibarenin mantûk ve mefhumunu Arap gibi anlayamazlar. Bu durum “ben Türkçe’nin felsefesini sizin kadar iyi bilirim” dememe benzer.
Kur’an-ı Kerim, ilahi bir nur olarak indi. Nitekim Allah Teala “Biz size apaçık bir nur (Kur’an) indirdik.” (Nisa: 174) buyurmaktadır. Bu yüzden O’nu anlayacak kişinin kalbinde nur olması gerekir. Nur olacak ki, nur olan Kur’an-ı Kerim’i anlayabilsin. Kalbinde zulmet olan ya da küfür ve fısk içinde yüzen kişiler Kur’an’ı doğru bir şekilde anlayamazlar. Çünkü Cenab-ı Hakk böyle bir kalbi Kur’an’ı anlayacak şekilde açmaz. Allah Teala şöyle buyuruyor: “Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden uzaklaştıracağım. (Onlar) her ayeti görseler de ona iman etmezler. Doğru yolu görseler de onu yol edinmezler. Ama sapıklık yolunu görseler onu hemen yol edinirler. Bu onların ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil olmaları sebebiyledir.” (A’raf: 146) Bu ayet göstermektedir ki, asilerin ya da fasıkların son nebi Muhammed aleyhisselam’a indirilen ve nur olan Kur’an-ı anlamaları mümkün değildir. Buna göre müsteşriklerin dar akılları ve yetersiz dil bilgileri ile Allah’ın ayetlerini anlamaları nasıl mümkün olabilir?! Allah fasıkları, nurunu anlamaktan mahrum ederken kafirlere nasıl bu imkanı verebilir?! Bu durumdaki kişilerin anlambilimlerini kullanmak sadece Kur’an’ın anlamını tahrif etmeye yarar. Bu, batıl bir davadır.
Kur’an-ı Kerim’i anlamak isteyen kişi öncelikle meani, beyan, bedi’, usul-u fıkıh, usul-ü tefsir,…, gibi ilimleri bilmesi gerekir. Aksi takdirde kendi görüşüne göre Kur’an’ı Kerim’i tefsir eder ki bu fahiş hatalara ve batıl anlamlara irtikap edilmesine yol açar. Tıpkı ayetleri zahir anlamalarına göre tefsir edenlerin fahiş hatalara düşmeleri gibi… Nitekim Adiyy b. Hatim -radiyallahu anh- Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- gelip şöyle der: “işittim ki Allah Teala şöyle buyuruyor: ‘sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için.’ (Bakara: 187)” Bu ayet, Allah’ın Kitabı Kur’an’ı Kerim’dedir. Kitap Arapça, bu sahabi de Arap’tır. Fakat usul bilmediğinden ayeti anlayamıyor. Sahabi ayetten güneşin doğmasına yakın bir ana kadar yani beyaz ipin siyah ipten ayrılmasına kadar yemek yemeye devam etmeyi çıkarıyor. Halbuki “beyaz iplik” fecir vaktini yani tan yerinin ağırmaya başladığı anı, “siyah iplik” de gecenin karanlığını anlatmaktadır. Yoksa gerçek anlamda iplikleri birbirinden ayırmak değildir.
Bu yüzden asıl kaynaklara dönmemiz gerekir. Kur’an’ı Kerim, ihatası imkansız bir deniz gibidir. Lügat ve belagat bilmeyenler O’nun anlamlarını bulup çıkaramazlar. Müfessirlere bakın; her biri lügat, usul ve fesahatta zirve şahıslardır. Buna rağmen takrib yoluyla Allah’ın muradını anladılar. Kesin bir şekilde anladıklarını belirtmediler. Herkes nasibi nisbetinde Kur’an’dan istifade etmiştir. Onlar bu halde iken açıklamalarının altına “her şeyin en doğrusunu Allah Teala bilir.” kaydını düşmekten imtina etmediler.
Âma olanlar, gören kişilere yol gösteremezler. Müsteşrikler ulemaya nisbetle âmadırlar. Bu kişilerin Kur’an’ın anlaşılmasında referans kabul edilmeleri ya da görüşlerine itibar edilmesi âmanın görenlere yol göstermesine benzer. Müsteşrikler nasipsiz olmaları cihetiyle âmadırlar.
Usul Bilmeyenler Kur’an’ın
Muradını Anlayamazlar
İhsan ŞENOCAK: Çağdaş anlambilimden etkilenen yakın dönem tefsir telakkilerinin bir çoğuna göre ahkam ayetlerinin mevcut halleriyle modern dünyada uygulama alanı bulmaları imkansızdır. Bunlara göre, -örneğin- müslüman bir kadına mirasta erkek kardeşinin yarısı kadar pay alacağını ya da iki kadının bir erkek şahide denk olabileceğini anlatmak güçtür. Böyle bir yaklaşım ya da usul, İslami bir esasla izah edilebilir mi?
M. Ali SÂBÛNİ: Bu usul değil, cehalet ve ahmaklıktır. Bunlar Kur’an’ın muradını anlayamayan cahil kişilerdir. Mesela şehadetle ilgili ayete bakalım: Bunda ki sır nedir? Bu konu maddi ve mali hususlar ile alakalıdır. Erkekler bu alanlarda ihtisas sahibidirler. Kur’an-ı Kerim kadını aile meselesinde ihtisas sahibi kabul ettiğinden mali hususlarda erkeği mütehassıs olarak görür. Erkek gece, gündüz mali hususlar ile ilgilenir. Zihni bu alanda daha canlıdır. Mali meselelerde unutkanlığı kadına nisbetle daha azdır. Bu yüzden kadın mali işlerde erkek kadar başarılı olamaz. Sonra kadın, erkeğe nisbetle daha unutkandır. Ayet bağlamında düşündüğümüzde kadının bu işlerle iştigal etmemesi unutkanlığının artmasına etki eder. Çünkü; insanın sahasına girmeyen işlerde zabdı zayıftır. Konuya kadın cihetinden bakıldığında onunda ihtisas sahibi olduğu alanlarda zabdının erkekten daha güçlü olduğu görülür. Mesela yemekle alakalı meselelerde kadın, bir gördüğü yemeği başarılı bir şekilde yapabilirken, erkek ön bilgiye sahip olmadığından kadın kadar tez kavrayamaz.
Kadın, erkek kadar mütemekkin de değildir. Daha duygusaldır. Daha unutkandır. Daha tez kızar. Allah Teala kadın ve erkeğin mevcut konumlarına göre bu hükmü takdir etmiştir.
Erkek de kadın da duygusal ve akıllı varlıklardır. Fakat kadının duygusallığı genelde aklına galiptir. Bu durum göz ardı edilmemelidir.
Allah Teala kadını evin mürebbiyesi olarak yaratmıştır. Niçin? Çünkü çocukları yetiştirmede duygusallık ve şefkat önemlidir. Bunlar kadında daha öndedir.
Erkeğin aklı genelde duygusallığına galiptir. Ayrıca erkek, iktisadi hayatın içerisinde olduğundan ticari teamülleri daha iyi bilir. Bu itibarla onun mali işlerde ki konumu kadınınkinden daha güçlüdür.
Erkeğin mirastan iki, kadının bir pay almasına gelince; bahsettiğiniz kişiler bu hükmü anlamış olsalardı göreceklerdi ki kadın (bir pay almasına rağmen) gerçekte erkekten daha müreffehtir. Niçin? Bir örnek üzerinden meseleyi değerlendirelim: Bir adam ölüyor ve geride bir erkek ve bir kız çocuk bırakıyor. Allah Teala’nın hükmüne göre erkek iki, kız bir hisse alacak. Yani adamın üç bin riyali olsa iki binini erkek, binini kız alacak. Bu çocukların her biri evlenecek. Bu açıdan bakıldığında iki bin riyal alan erkek evlenirken mehr verecek. Mirasın bin riyalini mehr verdiğini düşünelim geriye bin riyali kalacak. Bin riyalle de ev kiralayacak, eşine elbise temin edecek, onun nafakasını sağlayacak, tedavi giderlerini karşılayacak. Fakat kız böyle değildir. Miras kalan bin riyalin hepsi kendisine kalmaktadır. Harcama zorunluluğu yoktur. Çünkü o, mali hiçbir şeyle mükellef değildir. İşte sosyal adalet budur. Allah Teala yarattığı insanın maslahat ve ihtiyacını en iyi bilendir: “Babalarınız ve oğullarınızdan, hangisinin size daha faydalı olduğunu bilemezsiniz. Bunlar (mirasla alakalı hükümler), Allah tarafından farz kılınmıştır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa: 11)
Modernistlerin Kadın Telakkisi
İhsan ŞENOCAK: Hocam kadının şahadeti bağlamında konuya baktığımızda şöyle diyebilir miyiz; Kur’an-ı Kerim, kadını çocukların hem annesi hem de öğretmeni olarak görmektedir. Bugün her ne kadar kadın cemiyetin farklı noktalarında çeşitli konumlarda görev almış olsada bu, Kur’an’ın telkin ettiği bir cemiyet fotoğrafı değildir. Bu yüzden modernistlerin kadın telakkisi temelde Kur’an’la çelişmektedir. Onlar itirazlarını çelişen bu telakki üzerine bina etmektedirler…
M. Ali SÂBÛNİ: Evet kadının yeri evidir. Kadını evinden çıkarmak ona yapılan en büyük ihanettir. Kadını sokağa itenler ona hürriyet verelim derken onu tehlikenin içine ittiler. Nafakasını kendisi kazanan bir kadının mali işlerden vakit bulup asıl vazifesi olan annelikle ilgilenmesi ne kadar mümkün olabilir?! Bu yüzden İslam, modern dünyanın zıddına kadını mürebbiye olarak düşünmüş ve onun iffet ve kerametini korumuştur.
Modernistler akıllarıyla konuşmuyorlar. Kadına nafakanı kazan, hayatını kurtar, kamuya açıl, meslek sahibi ol diyorlar. Peki çocukları kim yetiştirecek?! Eğer çocukları anne terbiyesinden mahrum bırakırsak o zaman diledikleri gibi yaşarlar, kendileri bozuldukları gibi cemiyeti de bozarlar. Kadının çocuk terbiyesi ile ilgilenmesi mali meselelerle ilgilenmesinden daha önemlidir. Çünkü; çocuk terbiyesini en güzel anneler yapabilir. Buna rağmen kadının mali işlerde ilgilenmesinde bir beis yoktur.
Şehadetle alakalı ayet, malı korumayı da hedeflemektedir. Mal, canın yongasıdır. İslam malın israf edilmesine karşıdır. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın sizin için geçim kaynağı yaptığı malllarınızı aklı ermezlere vermeyin.” (Nisa: 6) Ayet, insanlara hitap etmektedir. Sefih (aklı ermez kişi) malını harcıyor ona kimse karışamaz diyemezsiniz. İsraf edilen mallar milli serveti tüketir, bu da cemiyete zarar verir. Bu yüzden mal korunmalıdır. Bunun hamilerinden biri de şahitlerin güvenilir olmalarıdır. Erkeğe nisbetle daha çok unutan ve daha duygusal olan kadının erkek kadar güvenilir olmadığı aşikardır.
Yeni Arayışların Arkaplanı
İhsan ŞENOCAK: Buraya kadar ki ifade ve örneklerinizden fıkıh ve tefsir usulünün modern dünyanın problemlerini çözebilecek şekilde Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasını temin edeceği çıkmaktadır. Hal bu iken niçin modernistler yeni usul arayışları içerisine girmişlerdir?
M. Ali SÂBÛNİ: Bu, öncelikle iman zayıflığından sonra da Kur’an’ın sırlarını ve hükümlerini anlamamaktan kaynaklanmaktadır. Kur’an-ı Kerim herkesin anlayabileceği bir kitap değildir. Lügat ve usul okumayan bir Müslüman O’nu anlayamaz. Bu yüzden Kur’an’ı anlayacak kişinin istinbat için gerekli olan ilimleri bilmesi gerekir. Çünkü hükmünün istinbatı salim bir anlayışa dayanmaktadır. Mesela Cenabı Hak “Onlar (kadınlar) size örtüdürler, siz de onlara örtüsünüz/hünne libasun leküm ve entüm libasun lehünne” (Bakara: 187) buyurmaktadır. Kişi ayetin muradını anlayamazsa büyük bir hataya düşer. Nitekim lügat ve belagat ilminden mahrum bir Fransız, Kur’an-ı Kerim’i tercüme ederken ayette geçen “libas” kelimesini “pantolon” olarak çevirmiştir. Halbuki ayet-i kerimede geçen “libas” kelimesinin anlamı bu değildir. Bir Arap da, “libas”ı “ şalvar” olarak tefsir etmiştir. Ayette güçlü bir anlatım vardır. Eşler arasındaki ilişkiden bahsedilmektedir. Elbise ve örtü nasıl insanı soğuk ve sıcaktan koruyorsa eşlerde birbirlerine karşı koruyucu olurlar denmektedir. Buna göre “libas” kelimesinin anlamı “erkek kadın için, kadın da erkek için örtüdür.” şeklindedir. Yani birbirlerini tamamlarlar.
Müfessir olduğunu zanneden kişi, tefsir usulünü ve hüküm istinbatı için gerekli olan ilimleri bilmezse kesinlikle Kur’an-ı Kerim’i anlayamaz.
Arap dilini bilmeyen, beyan, bedi’, meani gibi ilimlerden mahrum olan kişilerin Kur’an-ı anlama gayretleri beyhudedir. Bu ilimlere vakıf olan çocuklar bile bunlardan daha nasipdardırlar. Esmai’in anlattığı şu olay bunu tescil etmektedir: “Bir gün içerisinde derin manalar barındıran şiirler inşad eden dört beş karış boyunda bir kız çocuğuna rastladım. Şiirini işitince ‘bu kız ne kadar fasih konuşuyor.’ dedim. Çocuk bana şu şekilde karşılık verdi: ‘yazıklar olsun sana! Şu ayetten sonra fesahat mı olur: “Musa’nın annesine, ‘Onu emzir, başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman onu denize bırak, korkma, üzülme. Çünkü biz onu sana döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız’ diye ilham ettik.” (Kasas: 7) Bu ayet son derece kısa olmasına rağmen iki emir (emzir ve denize bırak), iki nehiy (korkma, üzülme), iki haber (ilham ettik, başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman) ve iki müjdeyi (biz onu sana döndüreceğiz, onu peygamberlerden kılacağız) bir araya getirmiştir. Bunu hiçbir beşer yapamaz.”
Modernistler tefsirle alakalı ilimlere vakıf olsalardı yeni usul arayışlarına girmeyeceklerdi. Nasipsizlikleri bu kız çocuğu kadar Kur’an-ı anlamalarına engel olmuştur.
Kur’an-ı Kerim Bir Denizdir
İhsan ŞENOCAK: Kur’an-ı Kerim’i anlama noktasında hangi tefsirler ölçü alınmalıdır? “Şu tefsir, şundan daha başarılıdır” denebilir mi?
M. Ali SÂBÛNİ: Kur’an-ı Kerim bir denizdir. Tek başına hiçbir müfessir O’nu ihata edemez. Her müfessir O’nun farklı bir yönünü keşfetmiştir. Biri O’ndan fıkhi hükümleri çıkarmış, namaz, hac, zekat gibi… Diğeri belağat perdesini kaldırmış, bir diğeri Arap Dili ile alakalı inceliklerine dikkat çekmiştir. Bir başkası kıssaların ihtiva ettiği haberleri izahta daha başarılı olmuştur. Tek başına bir müfessirin bütün yönleri ile Kur’an’ı anlaması beşer takatini aşan bir durumdur. O’nu anlamak için ihtisas gereklidir.
Ayrıca zaman ilerleyip geliştikçe mütekaddimin ulemaya nasip olmayan bazı Kur’an hakikatleri de ortaya çıkmaktadır. Mesela insan önceden yukarıya doğru çıkıldıkça oksijenin azalacağını bilmiyordu. Bugün biliyoruz ki, semaya doğru yükseldikçe oksijen azalmakta ve buna paralel olarak kişinin sadrı daralmaktadır. Bu gerçek Kur’an-ı Kerim’in şu hakikatini doğru bir şekilde anlamamıza yardımcı olmaktır. Allah Teala kişinin kalbini aydınlatmak istediğinde onu İslam’a açar. Bir başkasının dalaletini isterse sanki semaya çıkıyor gibi onun kalbini daraltır: “Allah her kimi doğruya erdirmek isterse onun göğsünü İslam’a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun da göğsünü göğe çıkıyormuşcasına daraltır, sıkar.” (En’am: 125) Ayetin zahir anlamı kişi semaya doğru çıkmak ister fakat buna gücü yetmez. Fakat gerçek anlam bu değildir. Semaya doğru ilerledikçe oksijenin azaldığını buna bağlı olarak kişinin nefesinin daraldığını bilmemiz bu ayetin sırrını ortaya çıkarmıştır.
“Evet bizim, insanın parmak uçlarını (benane) bile düzenlemeye gücümüz yeter.” (Kıyame: 4) “Benane” parmak uçları demektir. Modern ilim parmak uçlarının sırrını ortaya çıkarana kadar bunun hikmeti bilinmiyordu. Fakat bugün anlaşılmıştır ki, bir insanın parmağındaki basit çizgiler bir diğer insana benzememektedir. İşte bu, Kur’an-ın i’cazıdır. İnsanın yaratılışı da böyledir. Gayr-i Müslim bir tabip insanın yaratılışı ile ilgili ayetleri duyunca hayretini gizleyememiş ve “daha düne kadar bilinmeyen bu hakikatleri, ümmi olan Muhammed’in -sallallahu aleyhi ve sellem- bilmesi mümkün değildir. Kur’an mutlaka Allah’ın vahyidir.” demiştir. Doktorun Müslüman olmasına sebep olan ayetlere bir bakın: “Sonra onu az bir su (meni) halinde sağlam bir karargaha (ana rahmine) yerleştirdik. Sonra bu az suyu ‘alaka’ haline getirdik. Alakayı da ‘mudga’ yaptık. Bu ‘mudga’yı da kemiklere dönüştürdük ve bu kemiklere de et giydirdik. Nihayet onu bambaşka bir yaratık olarak ortaya çıkardık.” (Mü’min: 13-14)
“Sizi annelerinizin karnında bir yaratılıştan öbürüne geçirerek üç (kat) karanlık içinde oluşturuyor.” (Zümer: 6)
Kur’an’ı Allah Teala vahyetmemiş olsaydı Araplar bu hakikatleri nereden bilebilirlerdi?!
Hasan Hanefi
İhsan ŞENOCAK: Hasan Hanefi katıldığı bir toplantıda Kur’an-ı Kerim’in nuzulünü anlatırken, örnek olarak erkeğin eşine yaklaşmasını kullanıyor. Yani vahyin gelişini o hale benzetiyor. Kur’an-ı Kerim’i anlama iddiasında olan bir zihinde, bu tür bir teşbihin oluşması nasıl izah edilebilir?
M. Ali SÂBÛNİ: Bu adam cahil değil sefihtir, ahmaktır. Bu ifade hastanelik derecede bir cinnettir. Bu ibare, üzerinde konuşulmayacak kadar çirkindir. Sefahetin sınırıdır. Bu cahil herif, Kur’an’ın nuzülünün esrarını idrak etmekten uzaktır.
Hz. İsa’nın İnmesi
İhsan ŞENOCAK: Modernistler Kur’an-ı Kerim’i anlama usulünde olduğu gibi anladıkları mana itibariyle de ulema ile çelişmektedirler. İsterseniz biraz da modernitenin sürekli gündemde tuttukları geleneğe itiraz noktaları üzerinde konuşalım. Şüphesiz ki bunların başında Hz. İsa’nın –aleyhisselam- inişi meselesi gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa’nın öldüğünü ima eden bir karine var mıdır?
M. Ali SÂBÛNİ: Allah Teala “Onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi.” (Nisa: 157) buyurmaktadır. Yahudiler kesinlikle İsa’yı –aleyhisselam- asamadılar. Hz. İsa zannederek O’na benzetilen kişiyi öldürdüler.
Yahudiler, O’nu öldürdüklerini iddia ediyorlar. Ne gariptir ki Hristiyanlar da onların iddialarını tasdik ediyor. Kur’an-ı Kerim de onları “Onu ne öldürdüler, ne de astılar” diyerek tekzip ediyor. Burada tuhaf olan bir durum var ki, o da Hristiyanlar Hz. İsa’nın ilah olduğunu iddia ediyorlar sonra da ilahın asıldığını söylüyorlar. Bu ne kadar tuhaf bir durumdur. Şair ne güzel söylemiştir:
Yahudi bir kulun eliyle asılan ilah, nasıl bir ilahtır?!
Yahudi ve Hristiyanların Hz. İsa’nın ölümü ile alakalı inançları zan üzerine ibtina etmektedir. Çünkü; onlar öldürülen kişinin Hz. İsa mı yoksa O’nun yerini gösteren münafık mı olduğu noktasında şüpheye düşmüşlerdir. Zira “Eğer bu öldürülen İsa ise bizim arkadaşımız (şikayet eden) nerede? Yok eğer bu arkadaşımız ise o takdirde İsa nerede? demekten kendilerini alamamışlardır. Bu yüzden akideleri şüphe üzerine ibtina etmektedir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “Onun hakkında ihtilafa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içerisindeler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur.” (Nisa: 157)
İhsan ŞENOCAK: Hz. İsa’nın yeryüzünden ayrılışını ifade eden “teveffa” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa ile ilgili “müteveffike” ve “teveffeyteni” (Al-i İmran:55; Maide: 117) şeklinde iki ayrı yerde kullanılmaktadır. Zemahşeri “Esasu’l-Belağa”da “teveffa” kelimesinin “öldürmek” anlamında mecazen kullanıldığını söylemektedir. Buna göre “teveffa” kelimesinin mecaz anlamı, “bir şeyi bütünüyle kabzetmek” demek olan asıl anlamının önüne geçmektedir. Neler söyleyeceksiniz?
M. Ali SÂBÛNİ: Modernistler “mütevvifike” kelimesini anlayamamışlardır. Bu, ölümü vaattır. Yani “sen ey İsa! İlah değilsin, bir gün diğer insanlar gibi öleceksin.” demektir.
“Seni öldüreceğim demek” tıpkı “sana şunu vereceğim” demek gibidir. Yani şu an vermediniz fakat gelecekte vereceksiniz. Bu cümle verilecek şeyin gelecekte olacağını göstermektedir. Ayete dönersek Cenab-ı Hakk, Hz. İsa’nın ilah olmadığını, günü gelince diğer insanlar gibi öleceğini bildirmektedir. Fakat şu an semaya yükseltilmiştir.
İmam Taberi “Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim/ya İsa innî müteveffîke ve rafiuke ileyye” ayetinde takdim ve tehir olduğunu söylemektedir. Buna göre anlam; “seni katıma yükseltecek sonra vefat ettireceğim.” şeklindedir. Burada mucize vardır. Fakat asıldıktan sonra ruhunun göklere çıkmasında hiç bir olağanüstülük yoktur. Bu herkes için geçerli olan bir durumdur.
Hz. İsa günü gelince yeryüzüne inecektir. Peki ineceğini söylerken ne ile istidlal ediyoruz. Kur’an-ı Kerim O’nun kıyametin alameti olduğunu söylemektedir: (Zuhruf: 61) Ayrıca bu konudaki hadisler tevatür derecesindedir.
İhsan ŞENOCAK: Keşmiri’nin “et-Tasrih bima Tevatere fi Nüzuli’l-Mesih” adlı eseri tevatürü gözler önüne sermektedir.
M. Ali SÂBÛNİ: Evet.
İhsan ŞENOCAK: Zuhruf Suresi’nde ki “Şüphesiz ki O (İsa) kıyamet için (onun yaklaştığını gösteren) bir bilgidir.” mealine gelen ayet açık bir şekilde Hz. İsa’nın ineceğini göstermektedir diyebilir miyiz?
M. Ali SÂBÛNİ: Evet, ayet açıkça nüzülün olacağını bildiriyor.
İhsan ŞENOCAK: Hz. İsa yeryüzüne peygamber olarak değil, Muhammed Mustafa’ya -sallallahu aleyhi ve sellem- tabi olarak gelecek…
M. Ali SÂBÛNİ: İsa –aleyhisselam- Allah Resulü’nün şeriatıyla amel edecektir. Yeni bir din getirmeyecektir. Nebinin nebiye tabi olması caizdir. Bütün nebiler kendilerinden önceki şeriatları tamamlayıcı olarak gelmişlerdir.
Yahudilerin ve Hristiyanların
Ahiretteki Durumu
İhsan ŞENOCAK: Yahudi ve Hristiyanların küfür üzere olduklarını tasrih eden ayetler hakkında neler söyleyecekseniz?
M. Ali SÂBÛNİ: Kıldığımız namazların her rekatında okuduğumuz Fatiha Suresi’nde “nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil.” âyeti vardır. Allah Resulü -sallallâhu aleyhi ve sellem- buradaki “gazaba uğrayanları” Yahûdiler; “sapkınları” ise Hristiyanlar olarak tefsir etmiştir. Allah Resulü’nün bu tefsirinden sonra artık kimseye söz düşmez. Kur’ân-ı Kerim’de Yahûdi ve Hristiyanları cehennemlik olmaları noktasında müşriklerle eş değer tutan bir çok âyet vardır: “Gerek Ehl-i kitaptan, gerek müşriklerden olan kâfirler, hem de devamlı kalmak üzere cehennem ateşindedirler. Onlar bütün yaratıkların en şerlisidirler.” (Beyyine: 6) Yahûdilerle ilgili şöyle buyrulmaktadır: “Küfürleri ve Meryem hakkında pek büyük bir iftirada bulunmaları sebebiyle (lânete uğramışlardır)” (Nisâ: 156) Hristiyanlarla ilgili şöyle buyrulmaktadır: “Andolsun ki, ‘Meryem oğlu Mesih, Allah’tır.’ diyenler kâfir olmuşlardır.” (Mâide: 17); “And olsun ki, ‘Allah üçten biridir’ diyenler kâfir olmuştur.” (Mâide: 73)
Bu ayet-i kerimeler, Yahûdi ve Hristiyanların küfür içinde olduklarını açık bir şekilde belirtirken ve onlar Allah’ı ve Rasulü’nü yalanlayıp dururken biz onların îman sahibi olduklarına ve cennete gireceklerine nasıl hükmedebiliriz? Ayrıca Allah Teala Hz. Îsa’nın diliyle şöyle buyurur: “Oysa Mesih, ‘Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin; kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir, zulmedenlerin yardımcıları yoktur’ dedi.” (Mâide 72)
Onları cennete girmekten mahrum bırakan biz değiliz; ancak onlar küfrederek, Üzeyr ve Mesîh’in Allah’ın oğlu olduğu iddiasında bulunarak, Mesîh’in çarmıha gerildiğine inanarak ve O’na ilahlık isnad ederek cennete girmekten yüz çevirdiler.
İhsan ŞENOCAK: Günümüzde yaşayan Yahudi ve Hristiyanlarda benzer akıdeye sahip olduklarından onlar içinde yukaradaki ayetler geçerlidir…
M. Ali SÂBÛNİ: Tabii ki, günümüz Yahudi ve Hristiyanlarından Peygamberimiz’in -sallallâhu aleyhi ve sellem- resul olduğuna iman eden ve Kur’an’ı tasdik eden kimse var mıdır? Böyle birileri varsa bunlar nerede yaşamaktadır? Bizim gezegenimizde mi, yoksa başka alemlerde mi? Yahûdi veya Hristiyan olup da Peygamberimize iman eden bir kişi gösterebilir misiniz?
İhsan ŞENOCAK: Bütün bu deliller göstermektedir ki cennete girmenin vazgeçilmez şartlarından birisi de Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- îmân etmek ve O’na tâbi olmaktır…
M. Ali SÂBÛNİ: Evet, cennete girmenin vazgeçilmez şartlarından biri de, Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- iman etmek ve Allah’tan getirdiği her şeye tâbi olmaktır. Ne Katoliklerin lideri Vatikan’daki “Papa”, ne de en alt seviyedeki bir papaz ya da bir haham, Peygamberimiz’in ve Kur’an-ı Kerîm’in hak olduğuna inanmaktadır. Bütün Yahûdi ve Hristiyanlar Peygamberimiz’in risaletini yalanlamaktadır. Farz-ı muhal kabilinden bir an için onların Allah Resulü’nün -sallallâhu aleyhi ve sellem- peygamberliğine inandıklarını, Mesîh’in ilahlığını ve Allah’ın oğlu olması şeklindeki inançlarını tashih ettiklerini düşünsek bile bu yeterli değildir. Mutlaka, Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- tâbi olmaları ve O’nun getirdiği dîne ters düşen dîni terk etmeleri gerekir. Şurası kesin bir vâkıadır ki, Hz. Peygamber Yahûdi ve Hristiyanların iddia ettikleri gibi sadece Araplar’a değil, bütün beşeriyete gönderilmiştir: “Ey Rasûlüm! Biz seni bütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik.” (Sebe: 28); “Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah tarafından gönderilen Peygamberim.” (A’râf: 158) âyetleri sebebiyle Hz. Muhammed’in -sallallâhu aleyhi ve sellem- peygamberliğinin evrensel olduğunu hiç kimse inkâr edemez. Allah Resulü bütün insanlığa gönderilmişse O’na tâbi olmanın vâcip olmadığı nasıl söylenebilir?! Yoksa Allah Teâlâ O’na îmân etmeyi vâcip kılıp daha sonra O’na tâbi olmayı mübah mı addetmiştir?!
Allah Teâlâ, Resulü’ne -sallallâhu aleyhi ve sellem- îmân etmeyi, getirdiklerine tâbi olmayı bütün peygamberlere farz kılmış ve bu hususta onlardan söz almıştır: “Hani Allah, peygamberlerden: ‘Ben size Kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde Ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz’ diye söz almış, ‘kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?’ dediğinde, ‘kabul ettik’ cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: ‘O halde şahit olun; ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim’, buyurmuştu.” (Âl-i İmrân: 81). Bu ayete göre bütün Peygamberler Hz. Muhammed’in dönemine yetişmeleri durumunda O’na tâbi olmayı kabul etmişken o peygamberlerin ümmetlerinin Hz. Muhammed’in dînine tâbi olmakla mükellef olmadıklarını söylemek ne kadar tuhaftır.
Allah Teâlâ, Yahûdi ve Hristiyanların îmânlarının makbul olmasını Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- tâbi olmalarına bağlamıştır: “Onlar ki yanlarında Tevrat ve İncil’de yazılı bulacakları o Rasûle, o ümmî Peygambere ittiba’ ederler.” (A’râf: 157) Bu âyette sözü edilen peygamber kimdir? Hz. Mûsâ mıdır? Hz. Nûh ya da Hz. İbrâhim midir?
Hiç şüphesiz, burada zikredilen peygamber Hz. Muhammed’tir -sallallâhu aleyhi ve sellem-. Çünkü âyet-i kerîme o peygamberi ümmîlikle vasıflamış ve Tevrat ve İncil’de adının geçtiğini belirtmiştir. Bu vasıflara sahip olan peygamber de Hz. Muhammed’den başkası değildir. Allah Teâlâ burada peygambere imân etmekten veya risâletini tasdik etmekten değil de O’na tâbi olmaktan söz ediyor. Tabi olmak da O’nun getirdiği şerîatla amel etmek ve dînine sarılmaktır. Yoksa ittibâ içermeyen îmânın anlamı yoktur.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar.” (Bakara: 137) Bu âyetin ifade ettiği gibi hidâyetin şartı Müslümanların îmân ettiği her şeye îmân etmektir ki Müslümanlar son peygamber Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve O’nun getirdiği İslâm dînine tâbi olurlar.
Nesh Meselesi
İhsan ŞENOCAK: Kur’an-ı Kerim’de hükmü kaldırılan/mensuh ayet var mıdır? Varsa neshi reddedenler neye dayanarak bu hakikate itiraz ediyorlar?
M. Ali SÂBÛNİ: Öncelikle şunu söyleyeyim ki neshi reddetmek icmayı reddetmektir. Çünkü red, hem mütekaddimun hem de müteahhirun ulemanın icmaına aykırıdır.
Nesh ile alakalı nasslar açıktır: “Biz bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak (ertelersek) mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz.” (Bakara: 106) Nitekim müslümanlar hicretten sonra on altı ya da on yedi ay Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılmış daha sonra bu hüküm yürürlükten kaldırılmıştır.
İhsan ŞENOCAK: Neshi inkar edenler Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılmanın Kur’an-ı Kerim’de olmadığını bu yüzden “artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.” (Bakara: 144) ayetinin her hangi bir ayeti nesh etmediğini idda etmektedirler.
M. Ali SÂBÛNİ: Kur’an “(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün semaya doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz.” (Bakara: 144) diyor. Bu ayet delalet etmektedir ki Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem- Mescid-i Haram’a yönelmeden önce başka bir tarafa doğru namaz kılmakta idi. Bunun içindir ki, Mescid-i Haram’a dönmek için vahiy bekliyordu. Bu “yön” de önceki ve sonraki ulemanın icmaı ile Beyt-i Makdis’tir. Ayrıca “İnsanlardan bir kısım beyinsizler: yönelmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir? diyecekler.” (Bakara: 142), Yahudi ve münafıkların kıble değişince neler konuşacaklarını haber veren bu ayet de Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılındığına delalet etmektedir.
İhsan ŞENOCAK: Buna göre Allah Resulü ve müslümanların Kabe’den önce Beyt-i Makdis’e doğru namaz kıldıkları mefhum olarak Kur’an-ı Kerim’de vardır dolayısıyla nesh karşıtlarının istidlalleri batıldır diyebiliriz.
M. Ali SÂBÛNİ: Evet… Kur’an-ı Kerim’in Yahudilerin “Muhammed’i önceki kıblesinden çeviren nedir?!” türünden konuşacaklarını haber vermesi sarih bir şekilde Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılındığını göstermektedir.
Bu bir imtihandır. Allah Teala dilediği gibi hüküm koyar. Dilediğini helal yapar dilediğini haram. Modernistler bu noktada yeniden düşünmelidirler.
Nesh ile alakalı Kur’an-ı Kerim’de daha bir çok örnek vardır. Kocası ölen kadının iddetinden bahseden ayet iddetin bir yıl olduğunu söylerken sonra gelen ayet iddetin dört ay on gün olduğunu bildirmektedir. Bu açıkça bir nesihtir. Sonra gelen ayet öncekinin hükmünü yürürlükten kaldırmıştır. Zina da böyledir. İlk olarak zina eden kadınların evlerinde hapsedilmeleri emredilmişti. (Nisa: 15) Sonra gelen ayet zina eden bekar kadına yüz sopa vurulmasını emretmiş (Nur: 2) ve açıkça hapis hükmünü nesh etmiştir.
Yine Allah Teala bir ayeti başka bir ayetle değiştirdiğini bildirmektedir: (Nahl: 101).
İhsan ŞENOCAK: Modernistler bu ayetin (Nahl: 101) Mekke’de indiğini Mekki ayetlerde de nesh olmadığını dolayısıyla ayetin neshin isbatına delil olamayacağını söylüyorlar. Bu durumda ayet önce inmiş fakat sebebi sonradır denebilir mi?
M. Ali SÂBÛNİ: Evet! Allah Teala haber veriyor ki, nesh olacak ve buna itiraz edecekler. Muhammed bunu kendi nefsinden uyduruyor diyecekler. Bu ayet neshin olacağını ve gayri müslimlerin ne diyeceklerini önceden bildirmektedir. Olmadan önce haber veriyor ve diyor ki Allah Resulü’nün neshe dahli olmayacaktır. Çünkü Peygamberin görevi aldığı vahiyi tebliğ etmektir.
İhsan ŞENOCAK: Modernistler neshin varlığının kabul edilmesi durumunda Allah Teala’ya “beda” isnat edileceğini iddia etmektedirler. Neshin kabulü böyle bir hükme ihtimal verebilir mi?
M. Ali SÂBÛNİ: Allah Teala hikmeti gereği bir tabip gibi insanlığı tedavi etmektedir. Doktor bir hastaya tedavi sürecinde farklı ilaçlar kullandırır. Vücuttaki değişime paralel olarak ilaçların dozunu artırmakta ya da azaltmaktadır. Bu durum doktora cehalet isnat edilmesine sebep olabilir mi?! Allah Teala’da her şeyi en iyi bilendir. Cemiyetin durumuna göre hüküm ayetlerinde değişikliğe gitmiştir. Doktor önceden nasıl bir tedavi programı uygulaması gerektiğini bilir de Allah Teala bilmez mi?!
İçkinin haram kılınma sürecine bakın: Araplar bizim su içtiğimiz gibi içki içiyorlardı. Kur’an-ı Kerim’de onu tedricen yasakladı. Eğer ilk ayet “içki içmeyi terk edin.” şeklinde olsa idi, “onu bırakmayız” derlerdi. Bu örnek Allah Teala’nın hüküm koyarken insanların içinde bulundukları konumu dikkate aldığını göstermektedir. İnsanların talim ve terbiyesi de böyledir. Hayatın her aşamasında tedricilik vardır.
Hz. Aişe -radiyallahu anha- ilk olarak cennet ve cehennemden bahseden tergib ve terhib içerikli ayetlerin indiğini rivayet etmektedir. İman, insanların içine yerleşince helal ve haramla alakalı ayetler inmiştir. Tersi olsa idi insanlar ilahi emirlere karşı çıkarlardı.
İhsan ŞENOCAK: Günümüzde bazı tefsirciler Hz. Adem’in indiği Cennet’in, Kur’an-ı Kerim’de anlatılan cennet olmadığını, yeryüzündeki mamur bir bölgeden Hicaz’a gönderildiğini iddia etmektedirler…
M. Ali SÂBÛNİ: Hz. Adem’in dünyaya gelmeden önce içinde yaşadığı yer müminler için hazırlanan ve inanların içerisinde ebedi olarak kalacakları Cennet’tir. Hz. Adem’i yeryüzünde yaratan Canab-ı Hakk, O’na semada secde edilmesini emretti. İblis hariç herkes secde etti. Dolayısıyla yeryüzündeki bir bahçeden indirildiği iddiası yanlıştır.
İhsan ŞENOCAK: Hz. Adem’in indiği Cennet’ten bahseden ayette orada acıkma ve susama gibi hasletlerin olmadığından bahsedilmektedir. Dünyada acıkmadan ya da yemeden yaşayan hiçbir canlının olmadığı düşünüldüğünde Kur’an-ı Kerim açık bir şekilde Hz. Adem ile Havva’nın bilinen Cennet’ten çıkarıldıklarını bildirmiştir denebilir mi?
M. Ali SÂBÛNİ: Müfessirlerin tamamı bu Cennet’in müminlerin içerisinde ebedi yaşayacakları uhrevi cennet olduğunda hem fikirdirler. Çünkü; ayette anlatılan vasıflar başka hiçbir yere uymamaktadır. (Taha, 118/119) Kur’an-ı Kerim önce “Sen ve eşin Cennet’te kalın…” diyor ardından “orada acıkma ve susama” olmadığından bahsediyor. Dünyada acıkmanın olmadığı bir yer ya da susamayan hiçbir insan yoktur. Krallar ve devlet başkanları dahil yeryüzünde acıkmayan, susamayan, güneşin isabet etmediği tek bir şahıs gösteremezsiniz. Bu vasıflar ancak ebedi olan cennete uymaktadır.
İhsan ŞENOCAK: Cenneti tartışanların önemli bir bölümü, kafirler için cehennemin ebedi olmasına da itiraz ediyorlar…
M. Ali SÂBÛNİ: Bu, insanların akıllarına hükmeden şeytana ait bir sözdür. Cehennemin ebediliği gaybi bir konudur bu yüzden de gaybı bilen Allah Teala’ya bırakılmalıdır. Sadece biz O’nun -celle celaluhu- cennet ve cehennemin ebedi olduğunu bildiren sözünü naklederiz.
Cenab-ı Hakk’ın bu konudaki hükmüne itiraz edenler ölümün olmadığı ahiret gününde cennet ehlinin cennette, cehennem ehlinin cehennemde ebedi kalacaklarını göreceklerdir. Kur’an durumuna göre cehennem ehlinin orada ebedi kalacağını, cennette olan kişinin de oradan çıkarılmayacağını bildirmektedir: (Hicr; 48). Dilediğini yapan Allah Teala Kur’an’da neyi, nasıl bildirdiyse müminler O’na iman ederler.
İhsan ŞENOCAK: Eserlerinizi okuyan ya da İnkişaf vesilesi ile sizi tanıyan okurlarınıza neler söyleyeceksiniz?
M. Ali SÂBÛNİ: Allah Teala hepimizi itaat, ibadet ve faydalı ilmi tahsil etmede muvaffak kılsın. İlmi sadece “ilahi rıza” için okumalarını onlara tavsiye ediyorum.
Eğer Allah Teala katında ilimden daha değerli bir şey olsa idi, Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- onu emrederdi. Fakat O’na malımı ya da makamımı artır diye değil “ilmimi artır” (Taha; 114) diye dua etmeyi emretmiştir.
Cahiliyye devrinde Araplar taşlara ibadet ediyor, Kabe’yi de analarından doğduğu gibi çırılçıplak tavaf ediyorlardı. Onları böyle yapmaya şeytan ikna etmişti. İnsanlara gelip: “Nasıl elbiselerin içerisinde tavaf edersiniz. Allah’a asi oldunuz. Hemen elbiselerinizi çıkarın, öyle tavaf edin.” dedi. Erkekler çırılçıplak, kadınlarda avret yerlerini elleriyle kapatarak tavaf ederlerdi. Tavaf eden kadınlar şu şiiri okurlardı:
Bu gün bir kısmı ya da tamamı ortaya çıktı,
Görünen kısmı kimseye helal kılmıyorum.
Kur’an-ı Kerim cehalet üzerine ibtina eden bu davranışa “fahişe/çirkin amel” diyor.(A’raf, 28) Üstelik İbn Abbas’ın naklettiğine göre bu çirkin ameli onlara Allah Teala’nın emrettiğini söylemekte idiler.
Cahilliye kültürünün esasında, h akikati çarpıtma ve kendi değer yargılarına göre şekillendirme vardır.
Hadiseye İslam zaviyesinden bakıldığında insan fıtratıyla birebir örtüşen bir güzellikle karşılaşıyorsunuz. Hac ya da umre yapılacağı zaman dünya elbiseleri çıkarılacak fakat yerine mahşeri çağrıştıran izar ve ridadan oluşan iki parça elbise giyilecek.
İnsanlar ilmi derinliğe ulaşırlarsa şeytan onlar üzerinde ki tasarrufunu büyük oranda kaybeder. Bunun içindir ki Allah Resulü şöyle buyurmuştur: “Şeytana bir fakih bin abitten daha şedid gelir.”
İhsan ŞENOCAK: İlim yolcuları modern dünyada müstakim duruşlarını koruyabilmeleri için nasıl bir yöntem benimsemelidirler?
M. Ali SÂBÛNİ: Talebeleri kalbinde eğrilik olan (Al-i İmran: 7) kişilerin eserlerinden korumalıyız. Onları bidatçıların kitaplarıyla baş başa bırakmamalıyız. Çünkü; onlar Müslümanları “din” ve “ilim” adına sömürüyorlar.
Hevasına ya da oryantalistlerin usulüne göre Kur’an-ı anlamada ısrar eden bu kişiler İblis’in öğrencileri konumundadırlar.
İhsan ŞENOCAK: Hocam sohbete başladığımız andan şimdiye kadar saatler geçti, gece yarsı oldu. Sohbet ve misafirperliğiniz için teşekkür ederim.
M. Ali SÂBÛNİ: Ben teşekkür eder Cenab-ı Hakk’tan hepimizi muvaffak kılmasını temenni ederim.