Hz. Peygambere Kur’an’ın Dışında İnen Vahiyler
Paylaş:

images-1-2 Hz. Peygambere Kur'an'ın Dışında İnen Vahiyler

“Onu acele (kavrayıp ezber) etmen için dilini onunla tahrik etme (depreştirme). Onun toplanması ve onu okutması bize aittir. Sana vahiy ile kıraat eylediğimizde sen de oku. Sonra onun beyan ve izahı da bize aittir” (Kıyamet; 16-19) Bu önemli bir ayettir. Bu ayette öyle bazı usul ve prensipler anlatıl­mıştır ki, bunları iyice kavrayan bir kişi başkalarının yaydıkları yalan yan­lış şeylere inanmaktan kurtulur.

Birincisi, Hazreti Muhammed (a.s.)’e, Kur’ân-ı Kerim’de yer alan Al­lah’ın kelamının dışında da vahiylerin geldiği bu ayetle sabittir. Kur’ân-ı Kerim’de yer almayan bazı emir ve bilgiler de Allah tarafından Hz. Pey­gamber (a.s.)’e aktarıldı. Kur’ân’da yer alan emir, talimat, işaret, kelimeler ve özel deyimler ile ilgili açıklamalar da Allah’ın kitabında yer almış ol­saydı, o zaman “onun beyanı ve izahı da bize aittir” demenin hiçbir an­lamı kalmazdı. Zaten Kur’ân’da olan bir şeyin izahına ihtiyaç yoktur. O halde teslim etmeliyiz ki, Kur’ân-ı Kerim’in anlatımı, açıklaması ve yorumlanmasıyla ilgili Allah tarafından Hazreti Peygamber’e gelen ilham ve vahiyler Kur’ân-ı Kerim’de yer almamıştır. Kur’ân-ı Kerim’in dışında yapı­lan bu açıklamalar, Hz. Muhammed (a.s.)’e “hafî” (gizli) vahyin gelişinin bir delilidir.

İkincisi, Allah tarafından Hazreti Peygamber (a.s.)’e iletilen ve ulaştı­rılan Kur’ân-Kerim’in mefhumu, hikmetleri ve açıklamalarının maksadı, Rasûlullah (a.s.)’ın insanlara Kur’ân-ı Kerim’i söz ve fiilleriyle daha açık bir şekilde anlatmasını kolaylaştırmaktı. Maksat bu olmasaydı, Kur’ân-ı Kerim’in mefhum ve açıklamalarının sadece Peygamber (a.s.)’in istifadesi için gönderilmesi anlamsız olurdu. Bu açıklama ve bilgiler yalnızca Hz. Peygamber (a.s.)’in şahsiyetine ait olsaydı. Allah’ın bu gayreti hâşâ beyhude olurdu. Çünkü bunlar Hz. Muhammed (a.s.)’in kendi peygamber­lik vazifesini yerine getirmesinde hiç de yardımcı olamazdı. Onun için, sadece akılsız ve düşüncesiz bir insan Allah’ın ek açıklayıcı bilgilerinin hiçbir amacı ve pratik önemi olmadığını ileri sürebilir. Nitekim, Allahu Teâlâ Nahl suresinin 44. ayetinde şöyle buyurmuştur: “Onları Mu’cize ve kitaplarla gönderdik. Sana da (habibim) insanlara kendileri için indirilen her şeyi açıklayasın diye Kur’ân’ı indirdik”. Ayrıca, Cenab-ı Allah, Kur’ân-ı Kerim’de “dört ayrı yerde, Rasûlullah (a.s.)’ın işinin insanlara, sa­dece Kur’ân-ı Kerim’in ayetlerini duyurmak değil, bunun talim ve terbiye­sini vermek olduğunu belirtmiştir. (Bakara; 29 ve 151. ayetler, Al-i İm­ran; 164. ayet ve Cum’a; 2. ayet). Bundan sonra aklı başında olan bir kişi, Kur’ân-ı Kerim’in en güvenilir ve doğru açıklamasının Hz. Muhammed (a.s.)’in söz ve fiilleriyle yapıldığına inanmaktan kaçınabilir mi? Bu doğ­ru, güvenilir ve resmi açıklama ile yorumu bir yana bırakıp, kendi keyfine göre Kur’ân-ı Kerim’i tefsir etmeye çalışan bir kişi büyük bir günah işle­miş olur.

Üçüncüsü, Kur’ân-ı Kerim’i şöyle gözden geçirmiş olan bir kişi bile, bu ilâhi kitapta geçen pek çok söz ve deyimi sadece Arapçayı bilen bir ki­şinin tam anlamıyla anlayamayacağının derhal farkına varabilir. Örneğin, “salât” kelimesini ele alalım. Kur’ân-ı Kerim’de imandan sonra üzerinde en çok durulan bir şey varsa o da “salat”tır. Fakat sadece Arapçaya vakıf olan, ya da Arapçanın sözlüğüne bakarak bu kelimenin anlamını çıkarma­ya çalışan bir kişi gerçek anlamını asla bulamayacaktır. Kur’ân-ı Kerim’de bu kelimenin sık sık kullanıldığını görünce diyecektir ki, Arapça’nın bu kelimesi muhakkak bir terim veya ıstılah olarak kullanılmıştır. “Salât’ın gerçek mefhumuna vakıf olmayan bu şahıs en nihayet diyecektir ki, bun­dan iman sahiplerinin mutlaka yapmaları gereken bir fiil kastedilmiştir. Ama o fiilin gerçek anlam ve mahiyetini bilemeyecektir. “Salat”tan ne kastedildiğini, sadece Arapça bilen bir kişinin anlaması mümkün değildir. Şimdi sorarım size, Cenab-ı Allah, Kur’ân-ı Kerim’de kullanılan bu ve bu­na benzer pek çok söz ve deyimleri açıklamak ve fiilen göstermek üzere kullarına bir peygamber göndermeseydi, dünyada Kur’ân-ı Kerim’i oku­yanlardan iki kişi bile “salat”ın, namaz manasına geldiği ve bunun belli bir ibadet şekli olduğu üzerinde anlaşabilirler miydi? Halbuki, yaklaşık 1400 yıldan beri müslümanlar nesilden nesile aynı şekilde namazı eda ede-geliyorlar ve yanlış şeyin yakıştırılmaması için azami gayret sarf ediyorlar. Yanlış şeylerin Hazreti Peygamber (a.s.)’e yakıştırılma ihtimalleri gittikçe artınca da ümmetin iyiliğini düşünen bir takım fedakâr ve cefakâr fertler, ak ile karayı, doğru ile yanlışı birbirinden ayırmak için görülmemiş çaba harcadılar. Aslında hadislerin hazırlanması konusunda müslüman âlim ve fakihlerin gösterdiği olağanüstü titizlik ve meydana getirdikleri muazzam ilmin bir başka örneğini görmek mümkün değildir ve müslümanlar bu­nunla ne kadar iftihar etseler azdır. Bu ilmi bilmeyip batılı oryantalistler tarafından aldatılmaları yüzünden hadis ve sünnet’i güvenilir saymayan bu zavallı İnsanlar aslında çok talihsizdirler. Maalesef, kendi cehaletleri se­bebiyle İslâmiyet’e ne büyük zarar verdiklerinin farkında bile değillerdir.

 

1.Kıble’nin Tayini

 

Kur’ân-ı Kerim’in dışında, Hz. Peygamber’e başka vahiyler ve başka ilahî emirlerin geldiğini bizzat Kur’ân-ı Kerim açıklamıştır. Hz. Peygam­ber (a.s.) hem Kur’ân-ı Kerim’e hem diğer vahiylerde yer alan emirlere uymaya mecburdu:

“Senin üzerinde bulunduğun Kıbleyi, Peygamber’e tabi olan ile, ar­kasını döneni bilelim diye yaptık” (Bakara; 143)

Yukarıdaki ayet, her çeşit te’vile son veren ve Hz. Peygamber (a.s.)’e Kur’ân’dan başka vahiylerin gelmediği düşüncesini tamamıyla silen apa­çık bir ayettir. Mescid-i Haram (Kâbe) “kıble” ilan edilmeden önce, müs­lümanların kıblesi olan yerin (Mescid-i Aksa) kıble ilan edilmesine dair herhangi bir emir Kur’ân-ı Kerim’de yer almıyor. Ama ilk kıblenin Hz. Muhammed (a.s.) tarafından belirlendiğini ve müslümanların yaklaşık 14 yıl buna dönerek namaz kıldıklarını kimse inkâr edemez. 14 yıl sonra ise, Cenab-ı Allah, Bakara suresinin yukarıdaki ayetiyle Hz. Muhammed (a.s.)’in bu kıble seçimini onayladı ve bu kıbleyi kendisinin seçtiğini ilan etti. Nitekim, Cenab-ı Hak ayette diyor ki, “bu kıbleyi, Hz. Peygamber va­sıtasıyla ben seçtim. Bununla gayem, Peygamber’e kimin itaat ettiğini, ki­min etmediğini görmekti”. Bu ayet bir yandan, Hz. Peygamber Efendimiz (a.s.)’e Kur’ân-ı Kerim’in dışında başka vahiylerin geldiğini, bir yandan da müslümanların, Kur’ân-ı Kerim’de yer almayan bazı konularda Hz. Pey­gamber (a.s.)’e itaat etmeye mecbur olduklarını beyan ediyor. Hatta Allah katında Rasûlullah (a.s.)’a imanın, onun vasıtasıyla gelen emir ve talimata uyulma derecesine göre değerlendirildiği de bir gerçektir.

Şimdi bizim sormak istediğimiz soru şudur: Madem ki Hz. Peygamber (a.s.)’e Kur’ân-ı Kerim’in dışında herhangi bir vahiy gelmiyor, o zaman “kıble” ile ilgili ilâhi emir kendisine nasıl geldi? Bu, Hazreti Peygamber (a.s.)’e, Kur’ân-ı Kerim’de yer almayan bazı emirlerin de geldiğinin açık bir delili değil midir?

 

2.Mekke’nin Fethiyle İlgili Müjde

 

Hz. Peygamber (a.s.) Medine’de rüyada, Mekke’ye girdiğini ve Bey­tullah (Kâbe)’ı tavaf ettiğini görür. Hz. Peygamber (a.s.) bu rüyasını saha­beye açıklar ve 1400 kişiyle umre yapmak üzere yola koyulur. Mekke kâ­firleri, Hz. Peygamber ile beraberindekileri Hudeybiye adlı yerde durdu­rurlar. Nihayet Hudeybiye Anlaşması imzalanır. Bundan bazı sahabe hayli rahatsız olurlar. Aralarında bu durumdan yakınanlar da vardır. Bunların temsilciliğini Hz. Ömer (r.a.) üstlenir ve Hz. Peygamber (a.s.)’e sorar: “Ya Rasûlallah, siz bize dememiş miydiniz, biz Mekke’ye gireceğiz ve tavaf edeceğiz? Rasûlullah buyurdular: “Ben bu yolculuk sırasında mı bunun böyle olacağını söylemiştim?” Daha sonra Kur’ân-ı Kerim’de Cenab-ı Al­lah şunları söyler:

“Andolsun ki Allah, Peygamberine hak olarak gösterdiği rü’yayı tas­dik etti. İnşallah (hepiniz) emin ve korkusuz başınızı tıraş etmiş, kısalt­mış olarak Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Fakat Allah, sizin bilemediği­niz şeyleri bildi de, Mekke fethinden önce size yakın bir fethi mukadder kıldı.” (Fetih; 27)

Yukarıdaki ayetten anlaşılıyor ki, rüya yoluyla Hazreti Peygamber (a.s.)’e Mekke’ye giriş şekli, arkadaşlarıyla birlikte oraya gidişi kâfirlerin onlara mani olacağı, sonra anlaşma yapılacağı, bundan sonra iki sene müddetle müslümanlara umre yapmak imkânı sağlanacağı ve nihayet Mekke fethinin yolunun açılacağı tek tek anlatılmıştı. Bu da, Kur’ân-ı Kerim’in dışında başka vahiy ve ilhamların Hz. Peygamber’e gelmelerinin bir delili değil midir?

 

3.Gizli Bir Şey

 

Hazreti Muhammed (a.s.), zevcelerinden birine gizli bir şey anlatır. Ama bu zevcesi bu gizli şeyi başkalarına anlatır. Hz. Peygamber (a.s.) bu­nun üzerine kendisine serzenişte bulunur ve gizli bir şeyi niçin başkaları­na anlattığını sorar. Zevcesi de hayret içinde kendisine sorar, “Ya Rasûlallah benim bu hareketimi nereden öğrendiniz?” Hz. Peygamber (a.s.) de der ki, “Bu bilgiyi bana her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah vermiştir”:

İnceleyin:  Bid'atlerin Kötülenmesi ve Bid'atçilerin Kötü Akıbetleri

“Peygamber zevcelerinden birine bir sözü sır olarak söylediğinde o zevce de diğerine bunu haber verdi. Ve Allah da bunu Peygamber’e bil­dirdi. Peygamber onun bir kısmını bildirmeyip bir kısmını haber verdi­ğinde zevcesi, ‘Bunu sana kim haber verdi’ dedi. Peygamber de: Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan (Allah) bana bildirdi’ dedi” (Tahrim; 3)

Kur’ân-ı Kerim’de yukarıdaki ayetin dışında, Hz. Peygamber (a.s.)’in zevcesinin, sır olarak söylenen sözü başkasına aktardığına dair Cenab-ı Allah’ın kendisine verdiği bilgiyi ihtiva eden bir başka ayet var mıdır? Eğer yoksa, Cenab-ı Allah (c.c.)’ın, Hz. Peygamber (a.s.)’e Kur’ân’ın dı­şında da bazı mesaj ve haberler yolladığı doğru değil midir?

 

4.Hz. Zeyneb’i Nikahlaması

 

Hazreti Peygamber (a.s.)’in evlatlığı, Zeyd bin Harise (r.a.), karısını boşar, daha sonra Hazreti Peygamber bu kadın (Hz. Zeyneb) ile evlenir. Bunun üzerine münafıklar ve muhalifler, Hz. Muhammed (a.s.)’e karşı bü­yük bir iftira kampanyasını başlatırlar. Hz. Peygamber (a.s.)’i soru ve iti­razlara boğarlar. Cenab-ı Allah bu soruların cevabını Ahzâb sûresinin bü­tün bir rükûsunda vermiştir. Bu ayetlerde, Allahu Teâlâ, Hz. Muhammed (a.s.)’in, Hz. Zeyneb (r.a.) ile kendi keyfine göre değil, ilâhi emir üzerine nikâh yaptığını açıklar:

“Zeyd o kadından alâkasını kesince biz onu sana zevce yaptık ki, mü’minlere evlâtlıklarının kendilerinden alakalarını kestikleri (boşadık­ları) zevcelerini almakta bir müşkülat olmasın”.(Ahzâb; 37)

Bu ayet geçmişte meydana gelen bir vak’ayı anlatıyor. Peki, bu vak’adan önceki Allah’ın emri, yani Hz. Muhammed (a.s.)’in, Zeyd’in bo­şadığı karısıyla evlenme hükmü Kur’ân-ı Kerim’de herhangi bir yerde ge­çiyor mu?

 

5.Ağacı Kesme İzni

 

Rasûlullah (a.s.), Beni Nadir’in sık sık anlaşmaları bozma alışkanlı­ğından bıkıp onların Medine yakınlarında bulunan mahallelerine karşı as­keri bir harekâta girişir. Kuşatma devam ederken müslüman askerler çev­redeki bazı bahçelerde bulunan ağaçları keserler. Amaç, hücumu kolay­laştırmaktır. Ama bu hareket bozguncuların hoşuna gitmez ve hemen yay­garayı basarlar, yok dikili ağaçları kesmek günahtır, yok meyveli ağaçları talan etmekle müslümanlar yeryüzünde fesad ve huzursuzluğa yol açmış­lardır vs. gibi itirazlarda bulunurlar. Buna cevap olarak Allah (cc.) der ki:

“Kestiğiniz her hurma ağacı veyahut kökleri üstünde dikili bıraktığı­nız her ağaç Allah’ın izni iledir”. (Haşr; 5)

 

6.Bedir Savaşından Önceki Bir Vaad

 

Bedir savaşının sona ermesiyle ganimet mallarının dağıtım meselesi ortaya çıkınca Enfâl suresi iner ve bu sûrede Bedir savaşının tümü Allah tarafından değerlendirilir. Cenabı Allah, değerlendirmesine, Hz. Muham­med (a.s.)’in savaşmak üzere Medine’nin dışına çıktığı ânı hatırlatarak başlar ve müslümanlara şöyle hitap eder:

“Allah iki taifeden birinin sizin olacağını va’d eylediği vakit siz, kuv­vetsiz ve silahsız olan taifenin sizin olmasını arzu ediyordunuz. Halbuki, Allah, emirleri ile hakkın açığa çıkmasını ve kâfirlerin köklerini kesmeyi murad eder”. (Enfal; 7) Bu sûrenin dışında, Kuran-ı Kerim’de herhangi bir yerde, Cenabı Al­lah’ın yukarıdaki vaadine rastlayabiliyor musunuz? Yani, Allah’ın Hz. Peygamber (a.s.)’e ya da müslümanlara hitaben, “bakın biz sizi iki taife (ticaret kafilesi ile Kureyş Ordusu)’den birine galip getireceğiz” dediğini belirten başka ayet var mıdır?

 

7.Müslümanların Yalvarışına Cevap

 

Aynı Bedir savaşıyla ilgili Allah’ın değerlendirmesi devam ediyor ve ilerde bir yerde şöyle deniyor:

“Hani, siz Rabbinizden imdat istediğinizde, ‘size peyderpey bir me­lekle yardım edeceğim’ diye icabet buyurdu” (Enfâl; 9)

Müslümanların feryadına Allah tarafından verilen cevabın, Kur’ân-ı Kerim’in herhangi bir yerinde bulunduğunu söyleyebilen çıkar mı?

Bu tarz kuşkusu olanlara, ben bir değil, iki değil tam 7 ayrı misal ver­dim. Kur’ân-ı Kerim’e istinaden verdiğimiz bu misaller, Hazreti Peygam­ber (a.s.)’e Kur’ân-ı Kerim’den başka da vahiylerin geldiğini ispatlamakta­dır. Konumuzu daha ileriye götürmeden önce Hakka boyun eğmeye hazır olup olmadığınızı bilmek isterim.

 

8.Ezan ve Cuma Namazı

 

“Ey mü’minler, Cuma günü namaza çağırıldığınız zaman hemen Al­lah’ın zikrine gidin. Alış verişi terk edin”(Cum’a; 9)

Yukarıdaki ayette üç nokta dikkate değerdir: 1) Namaz için genel bir duyuru ve çağrı yapılması. 2) Bu çağrının cuma günü kılınan namaz ile il­gili olması. 3) Bu iki şey için, “önce namaz için çağrı yapın ve cuma günü özel bir namaz edâ edin” gibi bir ifadenin kullanılması. Burada kullanılan ifade gösteriyor ki, İnsanlar namaz kılmakta, özellikle cuma namazına git­mekte tembellik yaparlardı, oyalanırlardı ve alış verişlerine devam eder­lerdi. Bu sebeple, Cenab-ı Allah bu ayeti indirmeyi uygun gördü. Allah bu ayetle, insanların namaz çağrısını dinlemelerini, bu özel namazın önemini ve farz olduğunu bilerek camilere koşmalarını istemiştir. Bu üç noktaya dikkat ettiğimizde de Allah’ın Hz. Peygamber (a.s.)’e Kurân’dan başka da emirler verdiği ve bu emirlerin Kur’ân-ı Kerim’de yer alan emir ve talimat kadar itaate lâyık olduğu ortaya çıkar.

Yukarıda namaz için çağrı olarak tanımlanan şey “ezân”dan başka bir şey değildir. Ezan bugün bütün dünyada ve hususiyetle, müslüman ülke­lerde müminleri beş vakit namaza çağırmak için müezzinlerin minarelerden okudukları Allah’ın kelâmıdır. Fakat çok gariptir ki, Kur’ân-ı Ke­rim’de hiçbir yerde ne ezân’ın sözleri yer almıştır ne de mü’minlerin bu şe­kilde namaza çağrılması gerektiği belirtilmiştir. Bu geleneği bize Hazreti Muhammed (a.s.) aktarmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de bu gelenek iki yerde tas­vip edilmiştir. Biri yukarıdaki ayette, biri de Maide suresinin 58. ayetinde.

Aynı şekilde, bugün bütün dünyada müslümanların çok iyi bildiği cu­ma namazının ne edâsı ne zamanı ne de mahiyeti hakkında Kur’ân-ı Ke­rim’de hiçbir yerde bilgi verilmemiştir. Bu (cuma namazı) Hazreti Pey­gamber (a.s.)’in öğrettiği bir şeydir. Yukarıdaki ayet de yalnızca bu nama­zın farz olmasını belirtmek üzere indirilmiştir.

Bu kesin delilden sonra eğer bir kişi yine de şer’i emir ve kanunların yegâne kaynağının Kur’ân-ı Kerim olduğunu söyler ve hadis ile sünnet’in nazar-ı itibara alınmaması gerektiğini ileri sürerse, ben onun Kur’ân-ı Ke­rim’in de inkarcısı olduğunu söylerim.

 

9.Namaz Edâ Etmenin Yolu

 

“Gördün mü şu kimseyi ki menetti. Namaz kıldığı zaman bir kulu” (Alak; 9-10)

Yukarıdaki ayetle bahsedilen “kul”, Hazreti Muhammed (a.s.)’den başka kimse değildir. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Muhammed (a.s.)’den, bu şe­kilde çeşitli yerlerde bahsedilmiştir. Meselâ (İsra) sûresinde 1. ayette şöy­le denmiştir: “Kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya gö­türen (Allah) münezzehtir”. Kehf sûresinin birinci ayetinde şöyle buyurul­muştur: “Hamd o Allah’a mahsustur ki, kuluna Kitab’ı (Kur’ân) indirdi”. Cin sûresinin 19. ayeti de şöyledir: “Allah’ın kulu, O’na ibadet için kalktı­ğı zaman neredeyse cinler etrafında üst üste yığılıyorlardı.” Bunlardan an­laşılacağı gibi bu, Allah’ın sevgili peygamberine mahsus bir hitabet şekli­dir ve kendine sevgisini belirten bir konuşma tarzıdır. Yukarıdaki ayetten, Allah’ın Hz. Peygamber (a.s.)’i, peygamberliğe getirdikten sonra namaz kılmasını da öğrettiği anlaşılıyor. Ancak namazın nasıl kılınması gerekti­ğine dair Kur’ân-ı Kerim’de herhangi bir kayıt yoktur. Bu da Hz. Pey­gamber (a.s.)’e Kur’ân-ı Kerim’in dışında da başka emir ve talimatın veril­diğinin başka bir delilidir. (1)

 

10.Bakara 187

 

Yüce Rabbimiz Bakara sûresinin 187. âyetinde şöyle buyuruyor: “Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tövbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık (Ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliğinin (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın.”

Cenabı Allah müminlere orucu farz kılmıştır. Oruç, ilk farz kılındığı zaman yatsı namazından sonra başlıyor ve güneş batana kadar devam ediyordu. Yani sahur yoktu ve yatsı namazından sonra kadınlara yaklaşmakta haramdı. Rivayetler de, bazı sahabelerin Ramazan boyunca eşlerine yaklaşmadıkları ve bu yüzden de nefislerinden korktukları rivayet edilmektedir. Bunun üzerine Allâhu Teala Bakara suresinin 187. ayetini indirdi. Dolayısıyla kadına yaklaşmanın ve sahurun helal kılındığına dair nass mevcuttur. O halde önceki haram emri nerededir? Kur’anın her hangi bir yerinde bu haram mevcut değildir. O halde Rasulullah bu emri Allah’tan nasıl aldı? Elbette ki vahyi gayri metluv yoluyla.

 

11.Bakara 238-239

 

Yüce Rabbimiz Bakara sûresinin 238-239. âyetlerde şöyle buyuruyor: “Namazları ve orta namazı koruyun, gönülden bağlılık ve saygı ile Allah’ın huzurunda durun. Eğer bir tehlikeden korkarsanız, yaya yahut binmiş olarak kılın. Güvene kavuştuğunuz ise bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allah’ı anın.’”

İnceleyin:  Sünnetin Kuran-ı Kerim'i Beyanı

Buradaki ‘Size öğrettiği şekilde’ ifadesi dikkat çekicidir. Bilindiği gibi namaz, Kur’an’da tafsilatlı şekilde öğretilmemiştir. O halde Hz. Peygamber’in bu konuda Cebrail vasıtasıyla bir takım emirleri almış olması gerekir.Bu görüşü, Cebrail’in Hz. Peygamber’e gelip beş vakit namazı bizzat tatbikatlı bir şekilde öğrettiği rivayetleri teyit etmektedir. Kısaca, ayette geçen ’Allah’ın size öğrettiği şekilde’ ifadesi Hz.Peygamber’e Kur’an dışında da vahiy geldiğine işaret etmektedir. Çünkü Cibril’in öğretmesi demek netice itibariyle Allah’ın öğretmesi demektir.

 

12-Kıyame, 17

 

Yüce rabbimiz Kıyame suresinin 17. Ayetinde şöyle buyuruyor: “Onu çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Şüphesiz onu, toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir. O halde, biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu takip et. Sonra şüphen olmasın ki, onu (beyan etmek) açıklamak da bize aittir.” Beyan, lügatlerde “bir başkasını açıklayan şey” ifadesiyle tanımlanır. Istılahta ise; Mana kapalılığını giderip onu muhatabın anlayacağı bir şekilde açıklamak veya hükmü Allah tarafından açıklanmış nassın keyfiyetini ifade etmek üzere kullanılan bir terimdir. Burada Allah(cc) Kur’an ayetleri zımnında ayrıca beyana ihtiyaç gösterenler bulunduğunu ve o beyanın da yine vahiyle Efendimiz (s.a.v)’e gösterileceğini ifade buyurmaktadır. Kur’an’ın beyan edilmesi gereken ayetler ihtiva ettiği gerçeği bir diğer ayette de şöyle zikredilmektedir: “Sana da Zikr’i indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın; ta ki düşünüp anlasınlar.’ Bir önceki ayette Kur’an ayetlerini beyan etme işini bizzat Allah Teala tekeffül buyurmuşken, bu ayette beyan işinin Efendimiz (s.a.v)’e ait bir görev olduğu belirtilmektedir. Kur’an’ı beyan sadedindeki Sünnet, vahiyle Efendimiz’e öğretilmektedir. Ancak bu vahiy kur’an dışı bir vahiydir. Bunun böyle olduğunu, yukarıda mealini zikrettiğimiz el-Kıyâme ayeti ortaya koymaktadır. Zira o ayete yakından baktığımızda şunu görüyoruz: Allah Teala, Kur’an ayetlerinin beyanının kendisine ait olduğunu ifade buyurmaktadır. Öyleyse Kur’an’ın beyana ihtiyaç gösteren her ayetinin başka bir ayet veya Kur’an dışı vahiy tarafından yerine getirilmiş olması gerekir. Birinci ihtimal tamamiyle geçersizdir. Zira Kur’an’ın beyana muhtaç her ayetinin yine bizzat Kur’an’ın başka bir ayeti tarafından beyan edildiğini göremiyoruz.

Öyleyse Kur’an’ın beyanı sadedinde varit olan sünnetlerin, Efendimiz (s.a.v)’e Kur’an dışı (gayri metluvv) bir vahiyle iletildiğini söylemek zorundayız.(2)

 

Kur’an’da yer almayan birtakım konularda hüküm koyan sünnet

 

Kur’an-Sünnet ilişkisi bağlamında en fazla tartışılan nokta burasıdır. Bir yaklaşıma göre Sünnet’in Kur’an’da yer almayan hükümler getirdiğini söylemek, Hz. Peygamber (s.a.v)’i –haşa– Allah Teala’ya ortak koşmak demektir. Hz. Peygamber (s.a.v) Allah Teala’nın ortağı değil, elçisidir. Dolayısıyla Sünnet’e böyle bir yetki tanımak Hz. Peygamber (s.a.v)’e iftira olduğu gibi, aynı zamanda şirktir.

Bu yaklaşımın ciddiye alınır yanı bulunmadığını birçok yönden ortaya koymak mümkündür. Her şeyden önce şunu belirtelim ki, Sünnet’in Kur’an’da bulunmayan müstakil hükümler getirebileceğini/getirdiğini söyleyenler, bunu, Hz. Peygamber (s.a.v)’in –haşa– kendi arzusuna göre yaptığını söylememektedir. Bu türlü sünnetler de tıpkı Kur’an’ın beyanı sadedinde varit olan sünnetler maddesinde belirttiğimiz gibi gayri metluvv (Kur’an dışı) vahiyle sadır olmaktadır. Yani Kur’an ayetiyle bu türlü sünnetlerin kaynağı birdir.

Kur’an’da Hz. Peygamber (s.a.v)’in Kur’an dışında da vahiy aldığını gösteren ayetlerin bulunduğu vakıası, bu söylediğimizi ispat eden en önemli delildir. Ezcümle Kur’an’da geçen “hikmet” kelimesinin Sünnet olduğunu birçok delil ortaya koymaktadır. İkinci olarak 66/et-Tahrim, 3 ayeti Hz. Peygamber (s.a.v)’in Kur’an dışı vahiy aldığını hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak açıklık ve kesinlikte haber vermektedir:

“Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Fakat eşi bu sözü başkalarına haber verip, Allah da bunu Peygamber’e açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirip bir kısmından da vaz geçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi, “Bunu sana kim bildirdi?” dedi. Peygamber, “Alîm ve Habîr olan Allah haber verdi” dedi.”

Burada eşinin, Hz. Peygamber (s.a.v)’in kendisine verdiği sırrı başkasına açıkladığı belirtilmekte ve bunu da Allah Teala’nın Efendimiz (s.a.v)’e bildirdiği açıkça belirtilmektedir. Oysa Hz. Peygamber (s.a.v)’in o eşinin o sırrı başkasına söylediği hiçbir Kur’an ayetinde yer almamaktadır. Dolayısıyla bu haber Efendimiz (s.a.v)’e gayri metluvv bir vahiyle iletilmiştir demekten başka yol yoktur.

Sünnet’in vahiy kaynaklı olduğunu ortaya koyan bir diğer ayet de 8/el-Enfâl, 7 ayetidir: “Hatırlayın ki Allah size, iki taifeden birinin sizin olduğunu vahyediyorddu. Siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını istiyordunuz…”

Burada geçen “iki taife”den biri, Ebû Süfyân idaresinde Şam’dan gelmekte olan ticaret kervanı, diğeri ise Ebû Cehil komutasındaki Kureyş ordusudur. Ayetin konumuz açısından önem arz eden yeri, iki taifeden birinin Mü’minler’e daha önce vaat buyurulduğunu belirtmesidir. Oysa Kur’an’ın hiçbir ayetinde böyle bir vaat yer almamaktadır. Dolayısıyla söz konusu vaat, Kur’an dışı bir vahiyle Efendimiz (s.a.v)’e iletilmiş o da ashabına bildirmiştir.

Öte yandan Kur’an’da, “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin. Sizden olan emir sahiplerine de (itaat edin). Eğer bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onun çözümünü Allah’a ve Resulü’ne havale edin”[9] buyurulmuştur.

Burada “itaat edin” emri Allah Teala için ayrı, Hz. Peygamber (s.a.v) için ayrı zikredilmiş, bir diğer ifadeyle ikinci husus ile ilk husus atıf harfi ile birbirinden ayrılmıştır. Lugat kaidesi, atıf harfi ile birbirinden ayrılan hususların birbirinden farklı olmasını gerektirir. Dolayısıyla Allah’a itaat ile Resul’e itaat, birbirine karıştırılmaması gereken hususlardır. Allah Teala’ya itaat Kur’an’a itaat iken, Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaat Sünnet’e itaattir.[10]

 

Netice

 

Sünnet Kur’an’ın –haşa– rakibi değil, beyan ve tefsir edicisidir. Özellikle dinin tebliği ve Kur’an’ın beyan ve tefsiri sadedinde varit olmuş sünnetlerin vahiy kaynaklı olduğu vakıası göz önünde bulundurulduğunda bu tür sünnetler ile Kur’an ayetlerinin kaynağının aynı olduğu sonucu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Kur’an’ın beyanı sadedinde varit olan ve hüküm bildiren sünnetlerin vahiy kaynaklı olduğu gerçeği kabul edilmeden sağlıklı bir Kur’an ve Sünnet tasavvuruna sahip olmak mümkün değildir. Sünnet’i sadece Kur’an’da yer alan hükümlerin tefsiri sahasıyla sınırlandırmak, her şeyden önce Kur’an’a aykırı bir tutumdur. Zira Sünnet’in fonksiyonunun bu şekilde sınırlandırılabileceğini Kur’an’a dayanarak isbat etmek mümkün olmadığı gibi, vakıa da bunun tersini göstermektedir.

Vahiyden aldığı bu yetkiye istinadendir ki Sünnet, haram-helal konusunda olduğu gibi ibadetler ve muamelat sahasında da hüküm koyma mevkiindedir. Yukarıda zikrettiğimiz (kadının, halası, teyzesi, erkek ve kız kardeşinin kızı üzerine nikâhlanamayacağını belirten) hadis dışında, mesela ehlî eşek etlerinin yenmesini yasaklayan hadis de aynı özelliktedir. Usul kitaplarında daha fazla örnek görülebilir.

Kur’an’ın hangi hususları yer vermesi gerektiğini ve neleri ihtiva etmemesi icap ettiğini belirlemek bizlerin yetkisinde değildir. Kur’an’da yer alan nice hükümler vardır ki, Sünnet tarafından ortaya konanlardan daha az önemli olduğu kesindir.

Mesela yukarıda değindiğimiz abdest ayeti böyledir. Bu el-Mâide ayetinde abdestin nasıl alınacağı neredeyse bütün detayları zikredilerek belirtilmişken, namazın nasıl kılınacağı konusunda hiçbir izah yer almamaktadır. Oysa abdest, namaz için teşri kılınan bir vasıtadır ve kendisi müstakil bir ibadet değildir. Böyle olduğu halde namaz hakkında Kur’an’da niçin izahat verilmediği sorusunun cevabı, Sünnet’in vahiy kaynaklı olduğu kabul edilmeden verilemez. Bu tarz pek çok mesele zikredilebilir.

Meselenin bir de şöyle bir boyutu var: Sünnet’in Kur’an’da yer almayan hükümler getiremeyeceğini söyleyenler, çoğunlukla Kur’an’ın ihtiva etmediği hükümler ve durumlar hakkında içtihad yapılmasını hararetle savunanlardır. Hatta bunlar içinde Kur’an’da yer alan hükümlerin dahi bağlayıcı olmadığını söyleyenler vardır. Bu durumda hayatın idamesi için yeni içtihadlar yapılması zarureti doğmaktadır.

Ancak bu durum şöyle bir netice doğurmaktadır: Sünnet vahiy kaynaklı olduğu halde Kur’an’da bulunmayan hükümler getiremez; ama bizler içtihad ederek Kur’an’da bulunmayan konularda (hatta “tarihselcilere göre: Kur’an’ın yer verdiği teşrii hükümler sahasında bile) içtihad ederek hüküm koyabiliriz, koymalıyız.

Sonuçta Sünnet’ten esirgenen bir teşri yetkisi, kendisini içtihad aynasında gören herkese tanınmış olmaktadır. Bu da ayrı bir garabet olarak önümüzde durmaktadır.

[9] 4/en-Nisâ, 59.

[10] Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz. Abdülganî Abdülhâlık, Hücciyyetu’s-Sünne, 334 vd.; Ebubekir Sifil, Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi, I, 34 vd. (3)

*

(1) Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamberin Hayatı , Mevdudi

(2) http://www.gencbirikim.net/gayr-i-metluv-vahiy-meselesi-uzerine-notlar/

(3) https://ebubekirsifil.com/sunnetin-otoritesi/

 

http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/07/hz-peygambere-kurann-dsnda-inen.html