İslâm doktrini’n in durumu, hristiyanlık ve budizm gibi sadece, tek insanın kendi varoluş problemiyle ilgili değildir. O, fizikötesi, tabiatüstü ve insanüstü ile insan benliğinin ilişkisi, yani Allah’la insan arasındaki bağıntı ve öte âlem yaşantısı yönünden bütün dinlerden daha derin ve hakikat özlü bir varoluş bildirisine ve hikmet icazına sahip olduğu gibi, ondan ayrılmaz ve onun tabiî sonucu ve uzantısı sayılabilecek bir toplum ve devlet düzeni sistemine de maliktir. Bu insan ve toplum anlayışı, bu metafizik ve pozitif hayat tarzı sentezi, tabiat ve tarihle karşılaşınca bundan dır kültür ve medeniyet doğmuştur ki buna bütün dünya tartışmasız «Islâm Medeniyeti» adını vermekte tereddüt etmemiştir. Halbuki, buna karşılık, bir hristiyanlık veya budizm medeniyetinden bahsedilemez.
Bir hıristiyanlık ve budizm yaşantısı ve bu yaşantının, kişi sınırından toplum, hatta devlete yansıması, tarihî bir vakıadır ama, çok defa bu yansımalar, doktrinlerin özüne zıt olduğundan olumsuz sonuçlar doğmuş ve büyük çatışmalar sonucunda geri kendi alanlarına dönme zorunda bırakılmışlardır. Tersine, İslâm, devlet ve toplum hayatına hakim olduğu ölçüde, insan, benliğiyle ve çevresiyle daha mutlu bir uyuma kavuşmuş, insanlık, medeniyet ve kültür bakımından en büyük açılımlarından birine ulaşma imkânını elde etmiştir.
İslâm Medeniyeti’nin orijinalliğini, büyük düşünürler, tarihçiler ve tarih filozofları kabul etmişlerdir. Etmeyenlerin itirazı da sadece bir noktada toplanlanmaktadır. Onda da, kaynağında judeo – chretien (yani yahudi – hıristiyan) bir tesir bulunduğu iddiasına dayanıyorlar. Daha ileri gidenleri de, hukukunun roma hukukundan, müzik ve mimarisinin de Bizans müzik ve mimarisinden, tasavvufunun da hint mistisizminden geldiğini yazmışlardır. Bunlar, İslâmî anlayamayan ya da bilerek onu hakikatıyla göstermek istemeyen, görevli veya gönüllü İslâm aleyhtarı yarı -bilginler veya yarı- düşünürlerdir.
İslâm, sadece arap düşüncesinin, bir açılımı değildir. İslâm, insanlığın malı Hakikat Medeniyeti’dir. İlk insandan başlayan Hakikat Medeniyeti’nin gelişiminin sonunda vardığı en mükemmel ve üstün açılımının adıdır. Sonradan asıllarından saptırılarak, başka medeniyetlerle kaynaştırılarak değişik sistemlerin ve dünya görüşlerinin birer unsuru haline getirilen yahudilik ve hırîstiyanlığın ilk özlerinin hakikat uygarlığından doğduğu gerçeğini belirterek, onları ası!- farıyla kendi özyapısında bulundurduğunu bildirmesi, İslâmın, bütün insanlığın hakikati ve medeniyeti olması özelliğinden ileri gelmektedir.
Kur’ân, açıkça hakikatin, ilk insandan-beri bildirildiği ve inananların bulunduğu gerçeğini söylüyor. Ondan ayrılanları uyarıyor. Bütün insanlığı tekrar hakikatta birleşmeye çağırıyor. Hukuk, bilim, sanat ve hikmet bakımından ise, İslâm Medeniyeti, temelini tamamen Kur’an’dan alınıştır.Öbür medeniyetlerin etkileri, mahallî örf ve âdetlere verilen değer, diğer medeniyetlere bakışda değerleri alıp özümleyici bir hoşgörü ve genişlik tanımasından doğmaktadır. Kelâm da, tasavvuf da tamamen Kur‘ân-ı Kerîmeden doğmuşlardır. Ancak, İslâm düşünür ve hekimleri Yunan felsefesini didik didik inceleyerek, onun yaşamaya değer taraflarını Büyük İslâm Medeniyeti yapısında eritmişlerdir.
Zaman zaman, bu eski medeniyetlerle karşılaşma ve hesaplaşmalardan, aşırı ekoller doğmuşsa da, bu ekollerin İslâm Medeniyetine hakim olamayarak tasfiye edilmesini, doğan müsbet ekoller sağlamışlardır. Imam-ı Gazâli, Muhyiddin-i Arabi, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî, İmam-ı Rabbanî gibi önderler, bu sapma ve bozulma yollarını tıkamışlar, Islâm Medeniyetinin kendi öz doğrultusunda gelişim ve açılımını yapmasında üzerlerine düşen görevleri yerine getirmişlerdir.
Bundandır ki, Islâm Medeniyeti, Medine, Şam ve Bağdat Siteleri dönemlerinden sonra, bir Maveraün-nehir, Hint ve Osmanlı rönesansları ve varyasyonları dönemiyle son yüzyıllara kadar, Hakikat ve İnsanlık Medeniyeti olarak gelmiştir.
Ancak, Batıda, çok yazımızda belirttiğimiz gibi, antik medeniyetin, akıl ve materyalizm yönünde bîr gelişimiyle, yeniden – doğuşa gitmesi ve bunun doğurduğu tekniğin, İslâm dünyasınca dengelenmekte zamanında davranılmaması, Medeniyetimizi derin bir bunalımla karşı karşıya bırakmış, bunun doğurduğu panik de, Medeniyetin özcülüğünden biçimciliğine,oradan da Batı taklitçiliğine ve sonunda da marksist deney hayranlığına yol açmıştır.
**
Şimdi, medeniyet ve kültürümüz, bir yandan yeniden diriliş’inin çilesi, öbür yandan bu dış baskı ve etkilerle hesaplaşmanın ölüm kalım günlerindedir.
Biz, yeniden özcülüğün ve köke dönüşün yolu açılarak yeni bir yeniden – doğuş yoluna dönüş ve -giriş savaşının, yani medeniyet ve kültürde yeni bir neslin boy göstermesi girişiminin başladığını ve sürmekte olduğunu her fırsatta söyledik ve söylüyoruz.
Diriliş, nöbet eridir. Bu savaşta, sıranın kendisinde olduğu inanç ve bilinci içinde, gücünün yettiği kadar, Ebedî İslâm Çağrısı’nın bir nöbet eri hizmetlisi olarak, bu vazifeye kendisini adama isteğinde ve işinde, sapmama ve şaşırmama duasında ve dileğindedir.
Sezai Karakoç – Çağ ve İlham 2
0 Yorumlar