Gösteri Toplumunda Bakmanın ve Görmenin Küreselleşmesi
Paylaş:

gezgin-fotograf-300x180 Gösteri Toplumunda Bakmanın ve Görmenin Küreselleşmesi

“Düşündüklerimiz ya da inandıklarımız, nesneleri görüşümüzü etkiler…

John Berger

Modern insan ve toplum için imge v ve > imaj, gerçeğinden daha önemlidir. Geç modern süreçte ne olduğunuz degil, nasıl göründüğünüz ve algılandığınız önemlidir. Olduğu gibi görünmek ya da göründüğü gibi olmak problemi yoktur. İmaj hakikatten daha gerçektir. Nitekim bu bağlamda bazı sosyologlar, içinde yaşadığımız yüzyıla “gösteri toplumu” adını vermişlerdir. Barthes, yaşadığımız zamanlar için Göstergeler İmparatorluğu der… Bize e göre de bakmanın ve görmenin küreselleşmesi…

..

Gösteri toplumu bir görüntü toplumudur; görüntüler ağından oluşmuş, imajın her şeyi belirlediği, suretin sirete egemen olduğu bir toplum… Bu toplum; görüntünün hakikat olduğu ve asla yalan söyleyemeyeceği temeli üzerine kurulmuştur. İnsanlar görsel olana yöneltilir. Resim, fotoğraf ve bilhassa da internet ve televizyon, bu toplumun ve sürecin ana unsurlarıdır. Her alanda teorik mülahazalar değil, tamamen görmeye dayalı araçlar önemli ve belirleyicidir. Eğitimden sağlığa görüntünün egemenliği vardır. Görmeye dayalı olmayan hiçbir şeyin kıymeti yoktur. Gele“nekteki gâible olan ilişki, teorik çerçeve gösteri araçlarıyla ve görüntüyle parçalanmış, “Tanrı” da dâhil her şey görmenin ve gösterinin konusu olmuştur. “Görme”nin mahiyeti tamamen değişerek, insanlar “sörmediklerine” inanmamaya başlamışlardır.

Hz. Ali’ye atfedilen “Ben görmediğim Allah’a inanmam” sözündeki görme değildir burada söz konusu olan. Kalp gözü veya basiret kelimesiyle de alakası yoktur. Buradaki görme, tamamen duyusal olanla ilgilidir. Deney ve gözlem yoluyla ölçülebilen, sayılabilen, denenebilen ve gözlenebilen her şeydir görmenin konusu. Öyleyse modern toplumda kalbi bir görmeden söz edilemez. Görme sadece göze indirgenmiştir. Çünkü evrimci tarih ve insan anlayışının doğal sonucu olarak, insanın gelişmiş bir hayvan türü olduğu düşünülürse onun görmesinin “insâni” bir anlamı da olamaz. Akledilebilir, inanılabilir, bilinebilir olan nasıl tanımlanmışsa görülebilir olan da tanımlanmış, belirlenmiştir. –

Kaldı ki durum sadece bundan ibaret de değildir. Yani görme sadece göze indirgenmiş bir durumla da kalmamaktadır. Görme artık gösterilenle de doğru orantılıdır. Diğer deyişle görme o kadar tanımlanmış ve sınırlanmıştır ki, görme hadisesi göze bırakılamayacak kadar önemli hâle gelmiştir. İnsanın neye güleceğinin, neye ağlayacağının belirlendiği gibi, neyi göreceğinin de belirlenmesi ve ona gösterilmesi gerekir. İşte özellikle fotoğraf makinesiyle kameranın modern dönemdeki en temel işlevi burada ortaya çıkmaktadır. Toplum ve insan neyi görmelidir ve ona ne gösterilmelidir?

Dolayısıyla modern toplum insana nasıl düşünmesi gerektiğini, düşünürken, bilgi elde edinirken nasıl bir yöntem kullanması gerektiğini dayattığı gibi, neyi görmesi gerektisini belirlemekte hatta dayatmaktadır.

Feuerbach’ın da belirttiği gibi çağımızın tasviri nesneye, kopyayı aslına, temsili gerçekliğe, dış görünüşü öze tercih ettiğinden kuşku yoktur. Çağımız için kutsal olan tek şey yanılsama, kutsal olmayan tek şey ise hakikattir. Dahası hakikat azaldıkça ve yanılsama çoğaldıkça çağımızın gözünde kutsal olanın değeri artar, öyle ki bu çağ açısından yanılsamanın had safhası, kutsal olanın da had safhasıdır… Dolayısıyla modern hayat tarzının, anlama ve anlamlandırma biçiminin, üretim şartlarının egemen olduğu bir toplumda, – hayatı kuşatan şey bir görüntüdür ve görünmekte olan şey bir gösteriden ibarettir.

Batı toplumunda bir yaşam biçimi olan bu anlayış, geleneksel toplumlarda özellikle Asya ve Afrika toplumlarında da bir yaşama biçimi olarak kabul edilmesiyle birlikte ironik ve hatta komik “görüntülere” bırakmaktadır yerini. Ortaya çıkan yine bir görüntüdür elbette ama burada bizâtihi görüntünün kendisi de paradoksaldır. Batılı olmayan toplumlarda, modernleşme sürecinin içine girmiş olanların bu süreçleri başladıktan sonra asla devam etmez. Çünkü onların sürekli bu paradoksta kalmaları istenir. Bu paradoksta kalma sürecinde modernleşeceğini düşünen kitleler ve bireyler kendilerini, gerçeklik anlayışlarını, değer yargılarını sürekli sorgulamaya başlarlar. Bu bitmeyen bir sürece dönüşür. Bir süre sonra aşağılık kompleksi ve duygusu kitlelerde ve bireylerde yayılmaya bâşlar. Tarih yeniden yazılır, geleneğe ait ne varsa rasyonelleşme ve sekülerleşme süzgecinden geçirilir. Travmatik anlamda bir hafıza ve dil problemi başlar. Bundan dolayıdır ki “modernleşen”, Batılı olmayan bir toplumdan söz edilemez. (Buna herkesin modernleşen Doğulu topluma örnek gösterdikleri Japonya ve Türkiye de dâhil) Başka bir deyişle Batı tüm dünyaya modern yaşama biçimini dayatırken, kendi dışındaki toplumların modernleşemeyeceklerini en başından itibaren çok iyi bilir. Amaç da zaten onların modernleşmesi değil, modernleşme sürecini yaşayarak kendilerinden, tarihlerinden, geleneklerinden ve hikmetlerinden uzak kalmalarıdır.

İnceleyin:  Tekbiçimleştirme

Görüntünün egemenliği insanın zamanını ve mekânını değil, bizâtihi kendini, özünü, benliğini parçalamaktadır. Çünkü görüntü insanda “deruni” olanı, “muhayyile”yi bırakmamaktadır. İnsanı dış göze, gördüğüne mahkum etmektedir. Jean Baudrillard’ın dediği gibi bugün, biz sanal olanı düşünmüyoruz, sanal olan bizi düşünüyor. Bizi gerçeklikten kesin biçimde ayıran bu algılanması imkânsız şeffaflık, bir sineğin pencere camına çarpması ve çarpınca, kendisini dış dünyadan ayıran şeyin ne olduğunu bilememesi kadar akla sığmayacak bir şey. Sinek kendisinin uzamına son veren şeyin ne olduğunu imgeleyemez bile. Aynı şekilde biz de sanallığın, dünya hakkında zihnimizde tasarlanan her biçimi sanki ona el uzatıyormuşçasına ne kadar değiştirdiğini imgeleyemiyoruz. Bizâtihi dünyanın kendisi bir görüntü hâline getirilmiş hatta fotoğraf açısından düşünecek olursak bir kadraj içi yerleşim hâlini almıştır. Dünya yaşanılan bir yer olmaktan çok fotoğrafla ilgili bir nesnedir. İnsan artık evrenin merkezi değil, tüketimin ve imajın merkezidir. İnsan ve ilişkilerinin bir “arayüz”den farkı yoktur. Öyleyse Modernite’nin iddia ettiği gibi gerçekte bir özne olan insan değil aksine, ferdiyetini ve kendilik bilincini yitirmiş bir insan söz konusudur. Kendini, eşya ve hadiseleri bilme, anlama, anlamlandırma iddiasıyla kaybeden bir insan…

Konunun daha iyi anlaşılması için daha somut bir örnek verilebilir. Zaman zaman, fotoğraflarını veya görüntülerini gördüğümüz “popüler” ve “ünlü” insanlarla yüz yüze gelir, karşılaşırız. Gördüğümüz insanlar makyajlı, süslü, bakımlı, şık da olsalar bizi şaşırtır hatta olumsuz anlamda bir şoka da uğratır. Çünkü yüz yüze gördüğümüz söz konusu popüler insan, bizim fotoğraflarda ya da görüntülerde gördüğümüz insan değildir. Fotoğrafın ve görüntünün, dijital olanın imajı, yüz yüze gördüğümüz insanın hakikatini aşmıştır. Diğer deyişle yüz yüze gördüğümüz insanın imajı, bizdeki imajda yok olmuş, anlamsızlaşmış, kaybolmuştur. Bundan dolayıdır ki genellikle imajları hakikatlerinden önde olan pek çok insan, bilinçli olarak fotoğraf çektirmemeye ve görüntü vermemeye özen gösterirler… Sahada oldukları zaman da bir fotoğraf ve görüntü gibi davranırlar.

Fotoğraf çekmenin, çektirmenin ve insanı görüntü hâline getirmenin bu boyutunu ahlâki anlamda da göz ardı etmemeliyiz. Yüzyılın varoluşçularının önemli bir kısmı görülmeyi, köleleşmekle, sınırlanmakla ve tanımlanmakla eş değer tutmuşlardır. Çünkü onlara göre görülmek yargılanmak, kusurlu bulunmaktır. (Burada müteâl olanın görülmemesi ve görünmezliği düşünülmelidir.) Bu durum fotoğrafı çekilen, yani görüntünün konusu olan insan açısından da paradoksaldır. Çünkü görüntüsü alınan insan da kendi tabiiliginden, hakikatinden çıkar ve uzaklaşır: Poz verir… Poz vermek bizâtihi kendini değiştirmek, kendine bir imaj oluşturmaktır. Kendine bambaşka bir yeni beden oluşturmak, bir görüntü öncesinde kendini dönüştürmektir. Nitekim fotoğrafın ve görüntünün en önemli özelliği, kişiyi kendisinin ötesine taşıması, onu, olduğundan başka bir biçimde göstermesi ve sunmasıdır. Görüntü bizi ikiye böler. Ben ve görüntüm… Ben ve görüntüm ya da suretim arasında ise sürekli bir uzaklaşma, değişme, yabancılaşma söz konusudur.

İnceleyin:  Fotoğrafta İnsan, Zaman ve Mekân

Poz vermenin teşhirle ilgisi de göz ardı edilmemelidir. Günümüzde daha çok kadın bedeni üzerinden yapılan teşhir ve teşhircilik, son dönemlerde görüntünün ve gösterinin ana unsuru hâline gelmiştir. Öyle bir toplumda ve çağda — yaşıyoruz ki görüldüğünün farkına varan insanlar zorunlu olarak teşhire başlıyorlar. Söz konusu insanın bakışı, giyimi, ‘konuşması, her şeyi “poz verme” hâlidir. Sürekli yapaydır, sürekli izlendiğini, fotoğrafının çekildiğini, görüntüsünün alındığını düşünür ve ona göre görüntü verir. Dolayısıyla biz onun hakikatini değil, imajını görürüz. Fotoğrafı çekerken gerçeği değil, görüntüyü çekmiş oluruz. Hakikati degil, imajı yansıtmış oluruz. Aslında biraz cesaretle söyleyecek olursak bu da “yeni kulluğun” bir başka biçimidir. Her an Tanrı’nın kendisini gördüğünü reddeden bir insanın, her an kamera tarafından görüldüğü bilinciyle hareket etmesi ve ona göre yaşamasıdır söz konusu olan. Teşhirdeki en temel saik “Tanrı” tarafından değil ama kamera ve insanlar tarafından görülme korkusudur. .

Her şeyi görünür kılan insan, belki de görünmeze olan inancını yitirme ikilemini yaşıyor. Eşya ve hadiselerin, âlemin, olayların neyin görüntüsü (tecellisi) olduğunu bilme: yen modern insan, onu bağlamından koparıp “gösteriler” ve “görüntüler” hâline getiriyor. Modern dönemde kameralar ve objektifler “Tanrı”nın yerini alarak her şeyi görüyor ve gözlüyorlar. Bu da zorunlu olarak kameralara ve objektiflere dönüştürme imkânı sunuyor. Böylece hayatımızın her anını bir fotoğrafmış gibi yaşıyoruz.

Öyleyse bizler, dünya gösterisinde kendisine bakılan varlıklarız. Susan Sontag, modern insanın kendini bir fotoğrafmış gibi görmeyi kanıksadığını belirtir. Teşhir en egemen ve belirleyici unsurdur imajın doğal sonucu olarak. Kişinin kendini çekici bulması, görülme, teşhir etme duygusuyla ilgilidir. İnsanlar artık kendilerini sürekli olarak bir kadrajın, ekranın, sahnenin içinde hissediyorlar. Bir kadrajın, ekranın, sahnenin içinde yaşıyorlar… Çünkü görüş alanı, çekim alanı içine yerleştirildiğimizin, yani bir kadrajın içinde olduğumuzun bilincine vardığımız anlarda, tam olarak kendimizi bir görüntü konusu, bir fotoğraf olarak telakki etmekteyiz. Hatta öyle ki bugün insanların bize bakmasından ziyâde bir kamera veya fotoğraf makinesi bize çevrildiğinde görüldüğümüzü hissediyoruz. Fenomenlerin mutlaklaştığı ve tek gerçek kabul edildiği bir dünyada kendisini “fenomen” olarak görmeyen bir insan görünmezliğini peşinen kabullenmiş demektir.

Şüphesiz fotoğrafla ilgili en temel yanılgı fotoğrafın objektifliği hususudur. İnsanın öznelliği üzerine kurulu bir dünyada objektiflikten “evrensellikten” söz etmek de ayrı bir çelişkidir. Fotoğrafı objektif çeker ama ortaya çıkan fotoğraf sübjektiftir. İnsanın gözünün bile objektif olmadığı bir dünyada objektif üzerinden fotoğrafçıya ve fotoğrafa objektiflik atfetmek de en büyük yanılgılardan biridir. Soruların sağlıklı cevabı, öncelikle bu hususun bilinmesiyle ilgilidir.

Rönesans sonrasıyla başlayan ve Batılı insana egemen olan, her şey bakan kişinin bakışıyla ilgilidir ve ona göre konumlanır yaklaşımı, içinde yaşadığımız dünyayı, toplumu ve insanı tek tip hâline getirmektedir. Fotoğrafçıyı bekleyen en büyük tehlike budur. Görüntü çoklukla ilgili bir şey olmasına rağmen, bugün maalesef görüntü tekleşmekte, tek bir görüntüye indirgenmektedir. Tıpkı insan ve dünya gibi… Evrensellik ilkesi doğrultusunda, modern görme ve bakma biçiminden başka herhangi bir bakma ve görme biçiminin imkânsızlığı artık dogma hâline gelmiştir. Bakmanın ve görmenin küreselleşmesi diyebileceğimiz bu durum görüntüyü de küreselleştirmekte ve insanlara dayatmaktadır. Bakmanın ve görmenin küreselleştiği bir dünyada ise “bakmadan ve görmeden” söz etmek imkânsızdır.

Dursun Çiçek – Fotoğrafın Ötesi,syf:94-100