İnsanın “eşref-i mahlûkat” olduğu hususundaki söylem, müslümanca kavrayışta ona, Batı kültüründe olduğu gibi yeryüzü tanrısı olduğu vehmini vermemiş, tersine ona kul olma bilincini getirmiştir. Müslüman, kendisini “eşref-i mahlûkat” olarak görünce, bu görüş, ona Allah indinde kendisini kul olarak kavrayabilmesinin yolunu açmıştır. Çünkü insan, eğer “eşref-i mahlûkat” (yaratılmışların en şereflisi) ise, bu durum ona tabiata ve tüm evrene, yani başka yaratıkların tümüne, şerefli bir yaratık olarak muamele etme mecburiyetini yükleyecektir. Yaratılanı severiz, yaratandan ötürü (Yunus Emre) deyişi bu telakki tarzını ifade etmektedir. Yaratıkların en şereflisi olmak insana, tabiatı tahrip etme, onun üzerinde hükümranlık kurma hakkını ve yetkisini vermiyor, tersine tabiata ve evrene kardeşçe, insanca davranma mecburiyetini yüklüyor.
İslam, öngördüğü hayat tarzı itibariyle dış dünyaya müdahaleyi kendiliğinden kaçınılmaz kılıyor Müslüman’ın günlük yaşantısının hemen her safhası, bu dünyaya bir müdahaleyi gerektiriyor. Zaten İslam hükümlerinin (yani şeriatın) uygulama alanı bu dünyadır. Şeriat, öbür dünyaya dair hükümler öngörmez. Obür dünya, bu dünyadaki amellerin hesap yeridir. Şeriatsa bu dünyada uygulanır. Yani zekat bu dünyada uygulanır, öbür dünya bu uygulamanın karşılığının görüleceği bir hesap yeridir. Hac, namaz, oruç bu dünyada uygulanacak ibadet ve amellerdendir.Öbür dünya, bu ibadetlerin uygulama yeri değil, fakat hesaplarının görüldüğü yerdir.
Kaynak:
Rasim Özdenören-İki Dünya
0 Yorumlar