“Kur’an’ı anlamak” deyince insanların akıllarına farklı farklı şeyler gelir. Kimisi bunu duyunca bir mealden âyetlerin tercümesini okumayı anlar. Zanneder ki bunu yapınca Kur’an anlaşılacak… Kimisi ise uzun uzadıya tefsirlere dalmayı anlar.
Gerçekte “Kur’an’ı anlamak” farklı boyut, katman ve tonları bulunan bir zihinsel işlemdir. Kur’an’ı anlamada bu farklılığı gerektiren temel husus ise “dil” ve “tarih” bilgisidir. Kur’an’ın dil ve üslup özelliklerine ne kadar vâkıf olursanız, Kur’an’ın nüzul tarihine ilişkin alt yapıyı ne kadar tedârik ederseniz Kur’an’ı anlamadan nasibiniz de o kadar olur.
Dil ve tarihten uzaklaştıkça anlam flulaşmaya, buharlaşmaya başlar. Dil ve tarihten uzaklaşmanın zirve noktasını Kur’an’ı âyetlere ilişkin açıklamalara yer vermeyen bir mealden okumaktır. Burada okuyucu tarihsel alt yapıdan soyutlandığı gibi dilden de soyutlanmış, önünde duran metinle baş başa kalmıştır. Bu andan itibaren okuyucunun Kur’an’a dair “anlama” ve “anlamlandırma” çabası, zorunlu olarak subjektif bir yapı arz edecektir. Okuyucu Kur’an’ın nüzul tarihindeki diline ve olaylara vakıf olmaya başladıkça sis perdesi aralanacak, tablo netleşmeye başlayacaktır.
Kur’an’ın dilini bilmenin anlama ve anlamlandırmaya etkisine dair bir iki örnek verelim.
Bütün dillerde geçerli bir kural vardır: Bir şeyden ilk olarak söz ederken onun açık olarak adı zikredilir. Daha sonra o şeyden tekrar söz edilecekse her zaman adını zikretmek gerekmez, zamir yoluyla ona gönderme yapılır. Mesela şöyle deriz: “Ahmet’in babasını gördüm. Geçen gün hasta olmuş, hastaneye yatmış.” İkinci ve üçüncü cümlelerde özneyi açık değil de gizli özne yapmamızı gerektiren şey, daha önce kendisinden bahsetmiş olmamızdır.
Kur’an, bazı yerlerde bu kuralı çift taraflı delmektedir. Yani daha önce hiç sözü geçmemiş bir şeyden ilk olarak söz ederken açık isim kullanmak yerine zamir kullanmakta ya da daha önce sözü edilen bir şeyden tekrar bahsettiği halde zamir kullanmak yerine açık isim kullanmaktadır.
Mesela Kadir sûresinin hemen ilk âyetinde, daha önce sözde zikri geçmemiş olmasına rağmen “Biz onu kadir gecesinde indirdik” denilerek Kur’an’dan zamirle söz edilmektedir. Surenin başka yerinde de “onun ne olduğu” açıklanmamaktadır.
Buna karşılık daha önce adı zikredilen bir şeyden daha sonra tekrar adını açıkça zikrederek bahsettiği de olmaktadır. Mesela;
“Bir konuda azmettin mi artık Allah’a tevekkül et. Şüphesiz ki Allah tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmran, 159)
Burada ikinci cümlede “şüphesiz ki O” diyebilirdi ama demedi.
Bir başka âyette şöyle buyrulmaktadır:
“Allah’a karşı gelmekten sakının. Allah size öğretmektedir. Allah her şeyi bilmektedir.” (Bakara, 282)
Burada sonraki iki cümlede “O” diyerek zamir kullanılabileceği halde her ikisinde de açık isim olarak “Allah” lafzı zikredilmiştir.
Acaba Kur’an, niçin normal şartlarda açık isim kullanılması gereken yerde zamir, zamir kullanılması gereken yerde açık isim kullanmaktadır? Bunun hikmet ve sebepleri var mıdır? Varsa nedendir?
Kâinatta hiçbir şeyi sebepsiz, hikmetsiz yapmayan Rabbimiz, beşerin bir benzerini meydana getirmekten âciz olduğu, kusursuz olan, sadakat ve adalet bakımından tastamam olan kelamında da hiçbir şeyi sebepsiz ve hikmetsiz yapmamıştır. Biz bu sebep ve hikmetleri kavrasak da kavramasak da Rabbimizin ifade üslubunda çok çeşitli hikmetler bulunduğu aşikârdır.
Peki acaba yukarıdaki durumların hikmetleri nelerdir?
Âlimlerimiz bu konuda neler söylemişlerdir?
Kur’an’ın, açık ifadeyi terk ederek doğrudan zamir zikretmesinin hikmeti, belağat alimlerimize göre şudur:
Eğer bir şey, insanlar arasında çok meşhur olmuşsa, bağlamda konuşulan ve tartışılan konu sadece oysa artık ondan açık isimle zikretmeye gerek yoktur. Adeta zamir, tek başına onu ifade eder hale gelmiştir. Mesela “biz onu kadir gecesinde indirdik” âyetinde buradaki “onu” ifadesinin Kur’an olduğu çok açıktır. Çünkü hem tarihsel bağlamda bu âyetlerin nuzul ettiği esnada en çok tartışılan konu vahiy ve kitap meselesiydi, hem de bu surenin içinde yer aldığı kontekst öncesi ve sonrasıyla birlikte değerlendirildiğinde konu bağlamı Kur’an’dan bahsedilmesini gerektiriyordu. Bir anlamda âyetin üslubu “Kur’an o kadar meşhur, maruf, bilinir bir şey ki ben onun adını zikretmeksizin doğrudan zamirle ondan söz edebilirim” demiş olmaktadır. Bu üslup ise iman edenlerin imanını, inkâr edenlerin ise hüsranını arttırmaktadır.
Kur’an’ın zamir zikretmeyip açık isim zikrettiği yere gelince buna ilişkin âlimlerimiz onlarca sebep zikretmişlerdir. Yukarıdaki âyetler özelinde konuşacak olursak sebep, emrin muhatabı olan kişinin gönlünde emre uyma isteğini pekiştirmektir. Mesela “Allah’a tevekkül et” diye emir verildikten sonra, muhataba bir kere daha onda haşyet ve saygı uyandıracak şekilde “Şüphesiz ki Allah tevekkül edenleri sever” denilmesi, sadece “şüphesiz ki O tevekkül edenleri sever” denilmesine göre daha pekiştiricidir.
Yine “Allah’a karşı gelmekten sakının” emrinden sonra “Allah size öğretiyor. Allah her şeyi bilir” denilmesi de müminin her defa “Allah” sözcüğünü işittiğinde bu lafzın gönlüne adeta bir çivi gibi ardı ardına darbelerle sökülmesi mümkün olmayacak şekilde sapasağlam nakşedildiğini görüyor.
Sonuç:
Kur’an, bir yandan aklımıza hitap ederken diğer yandan gönlümüze bir takım duyguları ilham ve nakş eder. Bunu hissetmek ancak ve ancak bu eşsiz üslup ve belağatını bilmemiz halinde mümkün olmaktadır. Dil faktörünü bir kenara bırakıp bu âyetleri herhangi bir açıklamanın yer almadığı mealden okuduğumuzda Kur’an’ın manası yavan ve sıradan hale gelmekte, onun anlamları her ne kadar aklımıza hitap etse bile gönül dünyamız bundan mahrum kalmakta, aklımız da nasibini tam alamamaktadır. Öyleyse Kur’an’ı akıl ve kalp birlikteliği ile anlamak isteyenler için yapılması gereken şey, Kur’an’ı belağat incelikleriyle ele alan geniş eserlere müracaat etmek, meal okumayı “Kur’an’ı anlamaya” eşitlememektir.. Vallahu a’lem.
(Soner Duman /27.Rebîülâhir.1439/Pazartesi)
0 Yorumlar