CHP Bir Dönem Fakir Halkı Ankara’ya Sokmamıştı
Paylaş:

270849_183044528417800_4573040_n CHP Bir Dönem Fakir Halkı Ankara’ya Sokmamıştı

İttihat Terakki ve 1912 seçimleriyle başlayıp cumhuriyet döneminde CHP ile devam eden zihniyetin adı tek parti. Halkın eşekle, şalvarla meydanlara giremediği, tahta kaşık yapıp satmanın yasak olduğu yıllar.

Recep Peker, 1935 CHF programında yer alan ulusçuluk ilkesini açıklarken, bu ilkenin yalnızca partiye ait olmayıp devlete hâkim zihniyet olması gereğine işaret ettikten sonra kongre konuşmasında “Türkiye Cumhuriyeti bir parti devletidir” diyerek durumu özetler. ‘Devlet örgütlenmiş ulustur’ düşüncesinden hareketle ve Atatürk’ün adı etrafında oluşturulan lider kültüne dayanarak, ideolojik ve ekonomik muhalefetin tasfiyesini ulusal misyon olarak ortaya koyan; devlet karşısında bireye özgürlük alanı bırakmamayı idealize eder Recep Peker.

Ve ona göre Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı herkes CHP’nın doğal ve potansiyel üyesidir. Türkiye’de din telakkisinin vatandaşların teninden içeri nüfuz etmediğini söyleyen Recep Peker’in gerçek kutsalın din değil cumhuriyet inkilabı olduğu kanaatini taşıdığını, laiklik politikasının temelini ise dinden bahsetmemenin oluşturduğu görüşünde oluştuğunu da ekleyeyim. Peker, Kemalizmin ideolojisini yapmaya çalıştığı Ülkü Dergisi’nde Atatürk’ün Büyük Nutuk’unun Türkün yeni mukaddes kitabı, Halkevleri’nin de bu inancın mabedleri olduğu fikrini savunuyordu.

Gözümüz sizi görmesin!

Aşık Veysel’de Yamalı Elbisesinden Dolayı Ankara’nın Merkezine Alınmamış

Aşık Veysel’in torunu Halil Süzer anlatıyor: “Dedem köylü kıyafeti giyiyordu. Elbisesi de yamalıydı. Ayakkabı olarak çarık giyiyormuş. Hatta çarığı bile yamalıymış. O dönemin fakirliğinin getirdiği durum bu. Zabıta polisleri onu Ulus’tan atmışlar” derken onun Atatürk’ü ziyaret etmek istediğinden falan söz etmiyor. Bu kılıkla sokakta görünmesine izin verilmeyen insanın köşke alınamamasında da şaşılacak bir şey yok zaten. Ancak o yılların Ankara’sında yaşayan herkesin maruz kaldığı muameleydi bu.

Başkent Ankara’nın en merkezi bölgesi olan Ulus Meydanı’na çarıkla, şalvarla ve merkeple girilemeyeceğinin belediyece yönetmeliğe bağlandığı, çarşı pazarda tahta kaşık satılmasının ‘Ormanları koruyoruz’ denilerek yasaklandığı dönemdir bu.

İnceleyin:  Kazım Karabekir Paşa İdam Edilmekten Nasıl Kurtuldu?

Cumhuriyet elitlerinin İstanbul’un Beyoğlu’su saydığı ya da öyle görmek istediği de hepi topu çapı 300 metrelik bir alandır. Meclis, Ankara Palas, Karpiç lokanta/gazinosu ve milletvekillerinin büyük kısmının kaldığı Taş Han’dan oluşuyordu sınır. Az ilerde Hacıbayram Camii, biraz yürüyünce Tahtakale Hamamı ve nihayet Samanpazarı. Şayet yanlış bilmiyorsam Bentderesi’ne taşınmadan evvel ilk genelev de Ulus’tan Dışkapı’ya giden yol üzerindeydi. Yani çemberi geniş tutsanız çağı 500-600 metrelik dairedeydi her şey.

Yeni başkente yerli halk dışında gelen ve çoğu da buranın İstanbul kurtulana kadar geçici ikamet olmasını dileyenler için bu mekânlar dışında gidilecek bir yer yoktu; dolayısıyla Türkiye’ye gelip Ankara’nın siyaseti konusunda fikir sahibi olmak isteyen yabancı gazeteciler ve diplomatlar da buradaydılar. Atatürk Ankara’yı onlar için cazip kılmaya çalışıyor, sınırlı sayıdaki mekâna kendisi de giderek oraların canlanmasını teşvik ediyordu, ama pek çok elçilik Ankara’yı içine sindiremediği için uzun süre vagondan çıkıp bir binaya yerleşmeye yanaşmadı.

TBMM’nin ilk kanunu

TBMM’nin açıldığı ilk gün yani 23 Nisan 1920’de kabul ettiği ilk kanun ‘Ağnam Vergisi’nin yani köylülerden alınan koyun vergisinin kaldırılmasını amirdi. Ancak daha sonra halk Yol Vergisi ve Bekârlık Vergisi gelince neye uğradığını anlayamadı. 1921’de kabul edilen Yol Vergisi 18-60 yaş arasındaki erkeklerin ya dört günlük işçi yevmiyesi tutarında para ödemek ya da üç gün yol inşaatında çalışmak zorunda tutulduğu vergiydi. 1934 Nisan başında meclise sunulan Bekârlık Vergisi ise nüfusun artmasını teşvik amacına dönüktü.

Bağlum Köyü’nden eşeğiyle Ankara’ya gelen Abdullah adında bir köylüye atfen dilden dile anlatılan bir hikâye var:

Abdullah Efendi eşeğiyle Ulus Meydanı’na girmeye çalışırken polis tarafından, “Meydanın manzarasını bozuyorsun, buradan eşekle geçmenin yasak olduğunu bilmiyor musun?” denilerek önü kesilmiş. Öfkelenen köylü, “Yol vergisi verirken manzarayı bozmuyorduk da, şimdi mi bozuyoruz” diye karşı gelmiş polise. Ve rivayet edilir ki bu olaydan sonra eşeğine Recep adını koymuş ve genelde çevresinde fazla sayıda insanın olduğu ortamlarda ‘Recep Recep’ diye bağırarak hayvanı çağırmaya başlamış. Olayın CHF Genel Sekreteri Recep Peker’in kulağına kadar gittiği, hatta bir akşam Atatürk’ün sofrasında anlatıldığı söylenir.

İnceleyin:  A'dan Z'ye Kemalizm (2)

Avni Özgürel