Her canlı, başka birtakım varolanlara nice benzerse benzesin, kendine has özellikler taşır. Bu özellikler, ne denli “özelleşir’lerse, onlarla donanmış canlı, o kadar karmaşıklaşır. Kendine has özellikleri bakımından başka hiçbir şeye geri götürülemez -indirgenemez varolana ‘birey’ diyoruz. Hücreden beşere dek istisnâsız bütün canlılar, bu durumda, ‘birey’dirler. Yalnızca “insanlaşmış’ “beşer’in “bireyliliğ’i, artık eşsiz diye niteleyeceğimiz özellikleri hâizdir. Böylesi bir ‘bireycilik’, ‘kimlik’ kazanmış olur. ‘Kimlikli insan’ ise, ‘kişi’dir, insan, kimlik kazanıp kişileştiği ölçüde “insanlaşmış’ olur. İşte böylesine, “kişilikli insan’ diyoruz.
Kişilikli insan, “düşünme itiyâdı’ndaki bireydir. “Düşünme itiyâdı’nda olmak, olup bitenler hakkında, olup bittikleri ânda düşünmekten ibâret olmayıp düşünme işlemlerinin ürünü olan “düşünce’ler üzerine de düşünmektir. Birincisi az yahut çok mıkyasta bütün insanlara yaygın olmasına karşılık, ikincisi pek az kimseye nasib olur.
Düşüncesi üstünde katlanarak düşünebilen, hareketlerini de düşünceleriyle biçimlendirir. Düşünceler yoluyla biçimlendirilen hareketlere “eylem’ diyoruz. Şu hâlde kendi başına eyleye bilmekiçin kendikendine -özerkce-düşünmek gerekir. Başta bir mercie bağımlı kalmadan düşünmek ise “hür’ olmak demektir. Kendi düşünmeleri doğrultusunda hareket eden yahut eyleyen de özerk kişidir. Düşünme dizileri arasındaki mantık bağlantılarını dıkkattan kaçırmamağa özen gösteren, tutarlı düşünür. Tutarlı düşünme çabasındaki kişinin, bu uğurda, düşünme dizilerini süreklice, yine düşünerek, denetlemesi, onu bilinçli kılar. Böyle birinin eylemleri arasında da sıkı bir düzen bulunur. Eylemlerinde tutarsızlık bulunmayana da disiplinli, deriz. Buna karşılık, yargılarında, davranmalarında, hâl ile hareketlerinde tutarsız olan kişi, tabiatı itibârıyla böyleyse, delidir; yok, bu tavrı sunî yollardan meydana geliyorsa serhoştur.
Bir kimsenin davranmasını, hâl ile hareketlerini, tavır ile tutumlarını belirleyen “ahlâk’ıdır. Davranmalarının, hâl ile görünüme çıkan hareketlerini -yanî eylemlerini-kendisine ve başkalarına karşı hâlis niyet besleyerek belirleyen, ahlâklı kişidir. Ahlâkında oynamalar olmaz, hep aynı minvâlde yürürse bu kişiye dürüst, deriz. Dürüst kişinin en belirgin vasfı, özü ile sözünün, niyeti ile amelinin (eyleminin), birbirlerini tutmalarıdır. Gerçi dürüst olmayan kişinin de özü ile sözü çakışabilir, örtüşebilir. Ölçüsü nedir öyleyse? Niyetin hâlis olub olmamasıdır. Bu hususu nitekim, Kant, şöyle dile getirmiştir: “…İrâdeni izhâr edebileceğin öyle bir kural uyarınca davran ki, sonuçta o, genelgeçer bir yasa değerini kazanabilsin.”‘(Bkz: Immanuel Kant: “Ahlâk Metafiziğı’nin Temeli).
Derin düşünmeye, yani niyete göre düzenlenmiş eylemler (ameller), ahlâk makülesinden sayılırlar. Ama niyetin kendisine gelince; o, dinidir. Madem niyete dayanır, öyleyse sonuçta ahlâk da din çıkışlıdır. Esâsında hayatımız da doğa da, kısacası her şey, dinidir.
Görünür düzlemde olup bitenler, dinin zahirî yakasında yer alırlar. Dışarıdan bakıldığında algılanamayan niyet ise, dinin bâtınî tarafındadır. Bâtınî hususlar. gözlemlenip irdelenmeğe yatkın değillerdir. O hâlde onların yalnızca görünüme çıkmış, tezâhür etmiş taraflarıyla meşgül olabiliriz. Nitekim Hz. Muhammed Mustafa, “Gördüklerime inanır (yanî bilir), görmediklerimiyse, Allaha havale ederim” demiştir. Yine aynı iddianın bir başka ifâdesini Ziyâ Paşada (1825-1880) buluyoruz. “Ayinesi işdir kişinin, lâfa bakılmaz; şahsın görünür rutbeyi aklı eserinde.”(Bkz: Ziyâ Paşa, “Terkibibent”, 5.)
Kişi, niyet sahihliğine, hâlisliğine fıtratından ya yatkındır ya da değildir. Şu var ki, fıtratını da toplum, inkişâf ettirir veya ettirmez. Bu eğitimle olur. Toplum, eğitme yetisini (kapasitesi) geçmiş nesillerden devralıp işler ve ileriki nesillere devreder. Bunlar da gelenek ile göreneklerdir. Peki, eğitimin kendilerinden kalktığı başlangıç ilkeleri nerede bulunurlar? Vahiyde. Ona sâdık kalan toplumlar, niyet sahihliğini besleyip geliştirirler. Vahiyi çarpıtan, kirleten yahut toptan unutan toplumların eğitim düzeni de iflâs etmiştir. Eğitimi iflâs etmiş toplumlardan ahlâklı kişilerin çıkması neredeyse mucize kabîlindedir. Ahlâk, birey düzleminde kişinin kendikendisiyle barışık hâlde eyleme; toplumunkisindeyse, öteki bireylerle, menfaatı ön plana çekmeksizin, ödevi öyle gerektirdiğinden, iş görme kâbiliyetidir.
Kişinin kendikendisiyle barışık olması, kendi içerisindeki -vicdân dediğimiz-Allah sesine kulak kabartması, bu seste ifâdesini bulan O’nun kılavuzluğuna tereddütsüzce uyması anlamına gelir. Nitekim İslâm, Allahın kılavuzluğunu tereddüt etmeksizin kabul etmek (imân), özetle, Ona teslim olmak manâsını taşır. Elçileri, Allahın buyrukları ile tavsiyelerini en eski devirlerde kendi topluluklarına, daha sonralarıysa, bütün insanlığa tebliğiyle yükümlüydüler. Tebliğlerde -ki, bunların arı duru tümü Kur’ândır-ağırlıklı biçimde bahsolunan konu, kişinin öteki insanlarla kurduğu yahut kuracağı ilişkilerdir: Kul hakkı. Bunun bulunduğu yerde ahlâk da vardır.
Vahiyden doğrudan yahut dolaylı kaynaklanmayan gelenekler ile görenekler, ahlâk orununa çıkamazlar. Ahlâk orununa çıkamamış gelenek ile görenekler, aid oldukları toplumlara mahsüs kalıp cıhânşumül değerlere kavuşmuş gözükmezler.Mahallî ve mevzîdirler. Meselâ kadîm aşîret görenekleri, mensübu olduğunuz topluluktan birini öldürdüğünüzde sizi kâtil, birinin malını çaldığınızda hırsız olarak değerlendirir. Aynı fiilleri topluluğunuzdan olmayana karşı işlediğinizdeyse, icâbıhâlinde, ödüllendirilebilirsiniz bile.
Milletleşmiş olsun olmasın, bütün toplumların dayandığı ve kısaca din dediğimiz, inanç düzenleri vardır. Bunlardan sâdece Hz. İbrahim dininin ilâhî menşei açıktır, bellidir. Öteki cümle inanç düzenlerininki müphemdir. Hz. İbrahim dininin tamamı İslâmdır. O, aslında bütün inanç düzenlerinin toplu adıdır. Tek saptırıp çarpıtılmamış hâliyse, Müslümanlıktır. Bu sebeple Müslümanlık, esâsında din demek olan İslâmla örtüşür. Öbür -Konfuçiyus’un “Analektler”i, Lao Çe’nin (M.Ö. 604-521) “Tao te King”i, Hinduların “Veda”ları, Zerdüşt’ün (M.Ö. 6. yy) “Avesta”sı, Hz. Musa’nın (M.Ö. 13. yy) “Tevrat”ı, Hz. Davud’un (1000-962) “Zebur”u, Hz. İsâ’nın (M.Ö. 4-M.S. 65) “İncil”i gibi-kutsal yahut öyle kabul görmüş tebliğler veya metinler, Kur’ânın az veya çok çarpıtılmış parçaları, cüzleridir. Öyleyse Kur’ân ile İslâm, bütünü temsil ve ifâde ederler.
Kur’ân, neye inanmamız ve bakarak görmemiz gerektiğini bize öğretir. Nitekim Allah, Rabbtır, öğretendir. Şüpheye düşmeden, tereddütsüzce inanmak, imândır. İmân, çok sıkı bir iç düzeni, yani disiplini gerektirir. Bahse konu çok sıkı iç düzeni sağlayansa din eğitimidir.
Bakarak görmek ise, aklı kullanmağı şart koşar. Sıkı ve tutarlı düşünmek demek olan akılyürütmenin kurallarını araştırıp tesbit etme sanatıysa mantıktır. Mantık esâslarına dayalı olarak gözlemlerde bulunup deney yapmak ve bu uğraşılardan geniş çaplı soyut gerekçelendirilebilir ve denetlenebilir -tercihan matematik ifâdelerle techiz olunmuş-sonuçlara ulaşmak bilimin, bütün bunların nihâî değerlerdirmesini yapıp sistemli bir evren tablosu yahut şablonunu çıkarmak da felsefenin işidir. Bu hüneri edinmek ise, felsefe-bilim öğrenimi yoluyla olur.
Sonuçta “imân etme disiplini edinmek’ ile “dış fizik gerçekliği bakıp görerek öğrenmek’, bir ve aynı pınardan fışkırıp birbirlerini tamamlayan insanın iki meşrebidir. Ilki, enine, boyuna ve derinliğine çok çeşitli hâl katlarıyla ‘kendim’i tanımak -bilinçlenmek; sonrakiyse, dış fizik gerçekliği öğrenmektir -bilgilenmektir. İkisinden birinin eksik kalması, daha da kötüsü ikisinin birden bulanık olması, bir medeniyeti ve onun mensübu kültürleri kötürüm kılar. Kötürüm bulunan yahut öyle kılınmış olan bir kültür ortamının bireyleri de, “gelişen insan tipi’ anlamına gelen “kişilikli insan’ durumuna bir türlü intikâl edemezler. Kötürüm kültürlerin ve onlarda yer alan bireylerin ‘insan kimlik’leri, yani ‘kişilik’leri de çökmeye, yıkıma hükümlüdürler.
Akıl bâliğ kişi, kimliği olan kişidir; oysa bizim kimliğimiz yok. En büyük sorunumuz da budur. Kimliğimiz olmadığından, yapıcı biçimde bir değerlendirmeden de yoksunuz. Sempatik sistemiyle davranan bir yaratık gibi, hâdiselere sâdece tepki gösteriyoruz. İnsana has olan, insandan beklenen yapıcı olandır. Kimliğine Sâhib olmayan kapkara bir kitle durumundayız. Türkiyede bugünkü durumumuzda, eylediğimizi sanıyoruz ama esâsında eylemiyoruz. Çünkü aklımız başımızda değil, dışarılarda bir yerlerde. Başkaları kafamız, bizse sâdece gövdeyiz.
Ş.Teoman Duralı – Felsefe Bilimin Odağında Metafizik,syf.97-101
0 Yorumlar