Bilgi Kaynağı Olarak Akıl

indir-3 Bilgi Kaynağı Olarak Akıl1

(Ebü’l-Muin en-Nesefi)

[Ebü’l-Muin Nesefi (ö. 1115), Matüridi gelen-ek-inde en güçlü kelamcılardan biridir. (Onun bu gelen-ek içindeki yeri, İmam Gazali’nin, Eşr’ari gelen-ek-i içinde yeriyle karşılaştırılır.) Ma­türidlliğin sistemleştirilrnesindeki rolü büyük olduğu gibi, kök­lü bir kelam okuluna dönüşmesinde de özel bir yeri vardır. Belli bir anlamda “Matüridi”nin, Matüridllik olarak keşfinde bir dö­ nüm noktasıdır.

Bu çeviri, Ebü’l-Muin Nesefi’nin, Matüridi’nin dini epistemolojisindeki tavrını nasıl hem devam ettirdiğini hem de detaylandırdığı­nı göstermektedir. Birçok araştırmacı tarafından da işaret edildi­ ği üzere, Nesefi bir yöntem olarak semantiği son derece etkili bir biçimde kullanmıştır.

Çevirmen Muzaffer Barlak, kelam ilminde söz sahibi olan yeni kuşak akademisyenler arasında yer almaktadır. Kelam ‘da Nübüv­vet Tartışmaları adlı oldukça başarılı bir çalışmanın sahibi olan Barlak, halen Sinop Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde çalışmala­rına devam etmektedir.]

****

Bilgi kaynaklarından olan akıl hakkındaki söze gelince; her kim aklın, bilgi kaynaklarından biri olduğunu inkar ederse, kendi yaptığı işe zıt olan bir görüşe tutunmuş olur. Çünkü aklın bilgi kaynaklarından bi­ri olduğu ve akıl vasıtasıyla gerçekleşen istidlal (fikri çıkarımda bulunma) ya da nazarın (akli inceleme yapma), bilgiye ulaştıran şeylerden olduğu, ya akıl vasıtasıyla ya da akıldan başka bir yolla bilinir. Eğer “bu bilgi akılla bilinir”derseniz, size, başlangıçta varlığını kabul etmediğiniz akıl/nazar bilgisini na­sıl olup da burada geçerli gördüğünüz sorulur. Eğer “bu, akılla değil de baş­ka bir delille bilinir” derseniz, size bu başka delilin ne olduğu sorulur. Eğer “bu delil haberdir” derseniz, size şöyle söylenir: “bunu size haber yoluyla kim bildirdi ve haber veren kişinin haber verdiği hususta doğru söylediğini ne ile bildiniz? Eğer “bunu duyu yoluyla bildik”, derseniz, size şöyle söylenir: “si­ ze bunu bildiren duyu, hangi duyudur? Buraya kadar söylediklerinizin ta­mamı, ona işaret ediyor ve onu gösteriyor ki, siz, uzlaşımcı bir tutuma sahip değilsiniz ve sabit fikirlisiniz. Çünkü biz, sağlam duyulara sahip kişilerdeniz ve biliyoruz ki, duyular ile algılanan şeyleri bilme konusunda sağlam duyu organlarına sahip olan kişiler arasında fark yoktur.”

Hakikatin savunucuları şöyle derler: Aklın bilgi kaynaklarından olduğu, zorunlu bilgiyle bilinir. Tıpkı duyuların sağladığı bilgide olduğu gibi, akılda kendiliğinden bulunan bilgi (apriori), zorunlu bilgidir. Örneğin her bir şeyin, onu oluşturan herhangi bir parçadan daha büyük olduğu ve bu şeyin herhan­gi bir parçasının, onun tamamından daha küçük olduğu bilgisi, zorunlu bir bilgidir. Zeyd, bir bütün olarak, onun, sadece elinden daha büyüktür. Çünkü onun bütününde, onun eli ve elinden geriye kalan kısımları mevcuttur. Onun eli ise bedeninin tamamından daha küçüktür. Aynı şekilde zaman konusun­daki durumları açısından eşit oldukları bilinen iki varlıktan biri son bulma ile vasıflandığında, diğerinin de varlığının sona ereceği bilinir ki, bu bilgi de, zorunlu bir bilgidir. Benzer şekilde Zeyd’in ve Amr’ın aynı saatte doğduğunu bilen kimse, o ikisinden birinin yirmi yaşında olduğunu bilince, diğerinin de yirmi yaşında olduğunu zorunlu olarak bilir. Bu bilgi şek ve şüpheden arın­mış bir bilgidir. Kişi, bu bilgi konusunda kendini şüpheye sevk etmek istedi­ğinde, bunu gerçekleştirmekten aciz kalır ve böyle bir şüphe, o kişinin kendi­ sinden bilinir. Yani anlaşılır ki o kişi, duyularla elde edilen bilgi konusunda geçtiği gibi, inatçı ve dik kafalı bir kimsedir. Durum böyle olduğunda, her­ hangi bir kayda bağlamaksızın, mutlak olarak aklın, bilgi kaynaklarından ol­duğunu inkar eden kimse, zorunlu bilgiyi inkar etmiş, görmezden gelmiş ve sofistlere katılmış olur. Bu nedenle böyle bir kimseye, sofistlere uygulanan yöntem ve araçlarla muamele edilir.

Şayet kişi, aklın, bilgi kaynaklarından olduğunu icmali olarak kabul eder ancak nazar ve istidlali inkar ederse, ona şöyle denir: nazarın bilgiye götüren bir yol olduğunun delili, onunla meşgul olan ve nazarın şartları, kendisinde bir araya toplanmış bulunan kimsedir. Bu kişi, nazarla meşgul olduğunda, kaçınılmaz olarak bilgiye ulaşır. Böylece bilinir ki nazar, bilgiye ulaştıran bir yoldur. Bu durum yol örneğindeki iki farklı seçenek gibidir. Şöyle ki; bir yol, ya Semerkand’a giden bir yoldur ya da Semerkand’a giden bir yol değildir. Bu ikiliğin kendisiyle giderileceği şey, bu ikiliğe düşen kimseye, “bu yolu takip et; eğer bu yol seni Semerkand’a ulaştırırsa, bu yol, oraya giden bir yoldur. Eğer bu yol seni Semerkand’a ulaştırmazsa, bu yol, oraya giden bir yol değil­dir.” sözünün söylenmesidir. Bu yolu takip edip, onunla Semerkand’a ulaştığında, artık bilir ki bu yol, Semerkand yoludur. Çünkü zihninde herhangi bir karışıklık meydana gelen bütün insanlar, nazara müracaat ederler. Böyle bir zihni karışıklık durumu söz konusu olduğunda, bütün akıl sahipleri, yaratılışları gereği, kendiliğinden bu mesele hakkında tefekkür etmeye başlar. Akıl sahibi bir kişinin başına böyle bir iş geldiğinde veya ona bir musibet isabet et­tiğinde, bu kimse tefekkürden kaçınmayı istese bile, buna güç yetiremez. Bu durum tıpkı görülebilir varlıklardan olan herhangi bir şey konusunda şüphe içinde olan bir kimsenin görme duyusuna müracaat etmesi gibidir. Nitekim kişi, duyularla algılanabilen her türlü varlık ile ilgili herhangi bir şüphe ve­ ya karışıklık durumunda da, duyularla algılanabilir varlığın türünü anlamak için, ilgili duyuya müracaat eder.

Böylece ilmin, bilgi kaynaklarından olan akıl ile gerçekleştiği ve nazarın, bilgiye ulaştıran bir yöntem olarak insan fıtratına yaratılıştan yerleştirildiği kanıtlanmış oldu. Akıl sahiplerinin tamamı, bu şekilde, elde ettikleri şeyler konusunda nazar ediyor ve onların faydalı olanlarını, zararlı olanlarından ayırıyorlar. Onların kazanç sağlayacak faydalı olanlarıyla meşgul oluyor ve ziyana uğratacak zararlı olanlarından sakınıyorlar. Eğer bu inkarcının için­ de bulunduğu durum dikkatli bir şekilde düşünülürse, aslında onun, haya­lının pek çok anında, dünya ile ilgili işlerini düzenlemek için, nazar etme ile meşgul olduğu görülür. Bu kişinin yaşamsal faaliyetleri ancak nazar sayesin­ de uyum içinde devam edebilir ve bu kişi, hayat beklentilerine uygun gerek­çelere ancak nazar sayesinde tutunabilir. O halde bu kişinin nazar etme hali­ni sürdürmesi, bu eylemin hakikatte var olduğuna dair, doğrudan bu kişinin kendisinden kaynaklanan bir delil olmuştur. Aynı şekilde bu durum, bu ki­şinin, inkarında, inatla karşı çıkan bir kimse konumunda bulunduğunu; bu­nunla, teklif bağımlılığından kurtulmayı ve emir-nehiy gerekliliklerinden sıy­rılmayı arzu ettiğini kanıtlamıştır. Çünkü nazarın var olduğunun isbatı, onun nefyedilmesindedir. Öyleyse nazarı nefyeden kişi, yaptığı işle, aslında kendi görüşünü nefyetmektedir. Ve yine öyleyse bu kişinin yaptığı iş, aslında biz­ zat nazarın var olduğuna delildir.

İnceleyin:  İstidlal Yoluyla Bilgi Edinme (İmam Mâtüridî)

Eğer bu inkarcı kişi, nazarın nefyinin doğruluğunun, ancak duyularla ve­ ya her türlü nazar mütalaasının öncesinde, yani bedihi olarak bilinebileceğini iddia ederse, ilkiyle ilgili olarak, kendisinden, bu duyunun hangi duyu oldu­ğunu belirlemesi istenir. Onu bilmenin bedihi olduğunu iddia etmesi duru­munda ise, o kimsenin inatla ısrar ettiği ortaya çıkar. Bu inatçı kimseye şöyle denir: “Sağlam duyulara ve nitelikli akıllara sahip kişiler olduğumuz halde, si­zin bildiğiniz şeyi niçin biz bilmiyoruz?” Bu inatçı kişi eğer şöyle derse: “Şüphesiz ki siz, bunu biliyorsunuz; ama inat ediyorsunuz.” Bu itham, ithamda bulunan kimsenin kendi şahsı için de aynen geçerli olabilecek bir ithamdır. Bundan dolayı bu söz üzerine biz o inkarcı kimseye şöyle söyleyebiliriz: “Asıl sen, bizim sözümüzün doğru ve senin kendi sözünün ise yanlış olduğunu bi­liyorsun; ama inat ediyorsun.” Bu durumda o kimsenin müracaat edebilece­ği tek yol kalmış olur ki, o da nazar etmektir. Nazarı nefyeden kimse, nazarla akıl yürütüp “demek ki nazarın ortaya çıkardığı hükümler çelişkilidir” sonu­cuna ulaşırsa, aslında zorunlu bilgiyle nazarın var olduğunu kanıtlamış olur. Nazarın var olduğunu kanıtlamaya çalışan kimse de aynı şekilde bunu kanıt­lamaktadır. O halde nazar, akıl sahiplerinin icması ile sabit kılınmış, yani na­zarın varlığı ittifakla ortaya konmuştur. Hasmın ittifakıyla sağlanan bu kanıt­ lama, nazarın varlığının en güçlü göstergelerindendir. O halde ortaya çıkar ki, nazarı nefyetmek için kullanılan her şey, aslında onun varlığının isbatıdır. Bu sonuç, zorunlu bilgi ile sabittir ve bu söze, soru-cevap yöntemi ile ulaşılmıştır.

Nazarı nefyeden kimseye şöyle denir: Nazarı, nazarla mı yoksa nazardan başka bir yolla mı nefyediyorsun? Eğer “onu, nazarla nefyediyorum” diye­rek cevap verirse, onun var olduğunu itiraf etmiş olur. Yok eğer “onu nazar­ dan başka bir şeyle nefyediyorum” diyerek cevap verirse, daha önce geçtiği gibi, ona, bu başka şey ile neyi kastettiği sorulur. Bu durumda onun söyleye­ceği tek söz vardır ki, o da şu sorudur: Peki öyleyse siz nazarın var olduğu­ nu ne ile bildiniz?

Biz bu kimseye şöyle deriz: “Nazarın varlığını bilmemizi sağlayan şey, si­zin durumunuz üzerinden yürüttüğümüz bir nazardır. Öyle ki, sizin nazarla iştigaliniz, nazarın varlığına dair sizden kaynaklanan bir doğrulamadır. Ar­dından bu kimseye şöyle denir: Biz, nazarın var olduğunu, onun bilgiye ulaş­tıran bir vesile olması ile biliyoruz. Zira nazar etme ameliyesine giriştiğimiz­ de, nazar, bizi bilgiye ulaştırıyor. Nitekim siz de dünya ile ilgili birçok işinizde nazar etme yoluna gidiyorsunuz ve nazar, sizi, sizin için gerekli olan bilgiye ulaştırıyor. Aynı şekilde burada iddia ettiğiniz şeyle, sizi, nazarın sabit olma­dığı bilgisine de nazar ulaştırıyor. Çünkü siz, nazarı, nazarla nefyediyorsunuz. Aynı şekilde biz, nazarın var olduğunu, insanların başlarına, duyu bilgisiyle veya bedihi olarak çözüme kavuşturamayacakları, halledilmesi güç bir iş gel­diğinde, fıtratları gereği hemen nazara yönelmelerine dayanarak biliyoruz.”

Yine bu kimseye şöyle denir: Nazarın her çeşidi, daha önce açıkladığımız bütün nazarları kapsayan nazar çeşidindendir. Nazar hakkında açıkladığımız şeyle, nazarın her çeşidinin bilgiye ulaştıran bir vesile olduğu sabit olduğuna göre, bizi, bütün nazar çeşitlerinin subutuna ulaştıran bu nazarın da doğrulu­ğu sabit olmuştur. Çünkü bu nazar, bütün nazar çeşitlerinden olan bir nazar­dır. Bu durum, şu örnekteki gibidir: Bir insan, “bütün muhdes sözler, arazdır” dediğinde, aslında bu söz, bu sözün kendisinin araz olduğunu haber vermektedir. Çünkü bu söz, bütün muhdes sözlerin araz olduğunu bildirmektedir ve bu sözün kendisi de muhdes sözler sınıfındandır.

Aynı şekilde eğer bir insan, “her araz bir mahalle muhtaçtır” veya “araz­lardan olan herhangi bir şeyin baki kalması imkansızdır” dediğinde, bu söz, kendisi hakkında bilgi veren bir söz olur. Bütün bu söylenenler, nazarın subu­tunun mümkün olduğuna ve imkansız olmadığına delalet etmiştir. Mümkün cihet, ancak delil üzere bina olunabileceğinden, nazarın var olduğunu ortaya koymak için delil irad eden bir söz söylemek gerekir ki daha önce geçen yer­lerde bu deliller ortaya konulmuştur.

Bir şeyin, kendisini isbat eden bir şeyle nefyedilmesinin imkansız oluşu­na gelince, siz, nazarı nazarla nefyettiğinizde, nazarın nefyi, aslında onun is­ batıyla gerçekleşmiş olur. Nazarı nefyedenler, aklın hükümlerinin çelişkili olduğunu, bu yüzden nazar ile bilgiye ulaşma çabasının geçersiz olduğunu söylemektedirler. Böyle söyleyen kimselere şöyle denir: Aklın hükümleri asla çelişkili olmaz. Yapılan nazarın batıl olmasının sebebi, nazarı yapanın, nazarı yaptığı süreçteki eksiklikleri ya da yaptığı nazarda tutunduğu bazı öncülle­ri aklıyla değil, hevasıyla belirlemesidir. Böyle bir nazar, onu yapan kişiye ait bir çeşit zandır. Bu kişi buna inanır ve kendisine ait bu zannın, bilgi olduğunu zanneder. Nazarın şartları, nazarı oluşturan her bir öncül önermede tam ola­rak sağlandığında ve bu önermelerin doğru olduğu bilindiğinde, nazar, yan­lış temeller üzerinde gerçekleşmemiş olur. Bu şartları haiz bir kimsenin yap­ tığı nazar ise, asla fasit olmaz.

İnceleyin:  Sadr-Kalb-Akıl İlişkileri

Örneğin Mecusiler, alemin unsurları hakkında nazar etmiş (akıl yürüt­müş), alemin unsurlarının muhdes olduğu sonucuna ulaşmış ve onların ya­ratılmış olduğuna inanmışlardır. Bu, doğru bir önermedir. Ardından alemde kötülüklerin, çirkinliklerin, pisliklerin ve kokuşmuşlukların bulunduğu so­nucuna ulaşmış, bunların alemdeki varlığına inanmışlardır ki, bu da doğru bir önermedir. Sonra bunların yaratılmış unsurlar olduklarına inanmışlardır ki, bu da doğrudur. Sonra muhdes bir unsurun ancak bir muhdis tarafından ortaya çıkarılabileceğine inanışlardır ki, bu da doğrudur. Sonra alemi inşa edenin hikmetli bir varlık olduğuna inanmışlardır ki, bu da doğrudur. Sonra kötülüklerin, çirkinliklerin, pisliklerin ve kokuşmuşlukların gereksiz/saçma olduğu sonucuna ulaşmışlardır ki, işte bu yanlıştır.

Mecusiler, her türlü kötü, çirkin, pis ve kokuşmuş şeyin muhdes olması, her muhdesin ancak bir muhdisten neş’et edebilmesi, hikmet sahibi olması ve her türlü saçma işi yapmaktan uzak duracak olması sebebiyle, yaratıcının bu kötü şeyleri yaratmış olamayacağına inandılar. Her muhdesin bir muhdisi ge­ rektirmesinin zorunluluğu sabittir. O halde bu kötü şeylerin de bir yaratıcısı olmalıdır. Mecusiler, bu tür kötü şeyleri yaratmaya yönelenin, Yüce Allah’ın dışında sefih bir yaratıcı olduğunu söylemek suretiyle, akla değil de hevaya dayanan bir öncül önerme sebebiyle, yaptıkları nazarda hataya düştüler. Şa­yet akıllarıyla derin bir tefekküre girişseydiler, inşallah ileride açıklayacağı­ mız üzere, bu kötü şeylerin evrende bulunmasının hikmet olduğunu bilirler ve yaptıkları nazarda hataya düşmezlerdi.

Nazar, öncül önermelerinin tamamının, heva ile değil, ancak akıl ile elde edilmesi şartıyla bilgiye ulaştıran bir yoldur. O halde aklın hükümlerinde çe­lişki olmadığı açıkhr. Nazarda bulunması gereken şartların eksiksiz olarak sağlanması durumunda, nazarın ilme ulaştıran bir yol olacağı konusunda şüphe yoktur.

Bu durumda şöyle bir söz söylenebilir: “Öyle ya da böyle Mecusilerin bu sözü de bir çeşit nazardır. O halde nazarın geçersiz olması gerekir.” Bu gerek­çeyle gelen kimseye şöyle denir: nazarın doğruluğunu ortaya koyan delilin ikame edilmesi ve nazarın, yanlışını doğrusundan ayıran gerekçelerin sabit olması ile birlikte, nazar ve istidlalden yanlış olarak çıkan hükmün yanlışlığı, bütün nazarların fesadını gerektirseydi, haberin ve duyuların, bilgi kaynakla­rı içerisinden çıkarılması gerekirdi. Çünkü haberde yalan bulunabilir. Uzaklık söz konusu olduğunda ise, duyularda hata bulunabilir. Zira büyük bir kütle, araya uzaklık girdiğinde, küçük görünür. Benzer şekilde hastalık söz konusu olduğunda da duyularda hata olabilir. Çünkü şaşı bir kimse, bir şeyi, iki şey olarak görür. Öyleyse yanıltıcı bilgiye ulaştırmaları mümkün olduğundan, bilgi kaynağı olarak duyular ve haberin de geçersiz olması gerekir. Madem ki duyu ve haber geçersiz değildir, o halde akıl ve nazar da geçersiz olmamalıdır. Doğruya ulaştıran Allah’tır.

Bilginin duru bir şekilde anlaşılabilirliği ve apaçık bir şekilde ortada olu­şu konusunda, içimizden herhangi bir kimsenin, bedihi olarak veya duyular aracılığıyla elde edilmiş bir bilgiye sahip olduğu zamanki durumunun, na­zar sonucu elde edilmiş bir bilgiye sahip olduğu zamanki durumundan fark­lı olması da, hasmın tutunduğu hususlardandır. Buna göre zorunlu bilgiler için düşünüldüğünde, duruluk ve açıklığın fazlasıyla sağlandığı görülürken, bunun karşısında nazari bilgiler için düşünüldüğünde, gizliliğin/kapalılığın bilgiyi kuşattığı görülür. Kapalılık ise, bilgiyi ortadan kaldırır.

Bilginin açıklık ya da kapalılığı konusundaki bu fark iddiasından kaçınıl­ması gerekir. Zira nazar şartlarını eksiksiz bir şekilde sağladığında, nazar eden bir kimsenin nazari bilgiyi elde ettiği zamanki durumu, açıklık ve kapalılık konusunda, zorunlu bilgiyi elde ettiği zamanki durumu gibidir. Nazari bilgi ve zorunlu bilgiden herhangi birinin, bilinebilirlik açısından diğerinden daha kapalı olduğu söylenemez. Kapalılık ve açıklık konusundaki fark, o ikisinin elde edilme yollarının farklılığı sebebiyle olup, bizzat kendilerinde bulunan herhangi bir farklılıktan kaynaklanmaz. Bu iki bilgi türü sadece bir yönden birbirinden farklıdır ki, o yön, zorunlu bilginin, zorunluluk hali üzere kalıcılığıdır. Zorunlu bilgi, alim tarafından gerçekleştirilen akıl yürütme ameli­yesiyle ortaya çıkmadığı gibi, alim tarafından gerçekleştirilen akıl yürütme­ ye bağlı olarak da varlığını sürdürmez. Bilakis zorunlu bilgi, kulun kendisi tarafından gerçekleştirilen bir akıl yürütme söz konusu olmaksızın, Allah’ın, kulda, onu yaratmayı üstlenmesiyle varlığını sürdürür. Böylece Allah, kulun herhangi bir akıl yürütme ameliyesi olmaksızın, bu bilginin kulda kalıcı kılın­masını üstlenmiş olur. Nazari bilgi ise, ancak alim tarafından gerçekleştirilen akıl yürütme ve fikri çaba ile elde edilebilir. Alimin bu uğraşısı, nazar ve is­tidlaldir. Bu yolla elde edilen bilgi, ancak alim tarafından gerçekleştirilen akıl yürütme ve fikri çaba gösterme eşliğinde varlığını sürdürebilir. Alimin bu ça­bası, delillerin ifade edilmesi ve itirazcının şüphelerinin giderilmesi şeklinde gerçekleşir. Bu iki bilginin bizzat kendilerinin durumu söz konusu edildiğin­ de ise, açıklık ve kapalılık bakımından bu iki bilgi arasında fark yoktur. Doğ­ruya ulaştıran Allah’tır. Bu konuda söylenebilecek daha çok söz vardır. An­cak bu kitabımız, bu konunun daha detaylı şekilde ele alınmasına müsaade edecek kapsama sahip değildir.

Derleyen:Recep Alpyağıl – Din Felsefesi Açısından Maturidi gelen ek-i,syf:343-349

Çev. Muzaffer Barlak. Metnin alındığı yer: Ebu1-Muin Nesefi, Tabsıratül-Edille fi Usuli’d-Din, thk. Hüseyin Atay (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı, 2004), s. 27-33. [Bu metnin alternatif bir neşri için bkz. Ebü1-Muin Nesefi, Tabsıratü1-Edille, 1, thk. Salame Claude (Dımaşk: Institut Français de Damas, 1990).]

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir