“Avrupa (nesneye) karşı iradi bir tavır alırken, Asya temaşaya dayalı bir tavır alır. Avrupa doğaya etkin bir şekilde direnir; Asya edilgin bir şekilde içinde durur. AvrupalI birey direncini kırıp doğayı etkin bir şekilde dönüştürür, Asyalı, bir bitki, hayvan ya da bir çocuk gibi ritmik olarak nefes alır, verir ve edilgin bir şekilde temaşa eder.”
Teodor Lessing
“Mestâne nukûş-ı suver-i âleme baktık Her birini bir özge temâşâ ile geçtik
Nâilî
“Postmodernizm en uygun olarak, Avrupa kültürünün, kendisinin artık dünyanın tartışmasız ve hakim merkezi olmadığının farkında olması şeklinde tanımlanabilir.”
Robert Young, Beyaz Mitolojiler
Felsefe dünyasının önemli isimlerinden Karl Jaspers, “felsefe eğer yolda olmaksa en iyi yol arkadaşı edebiyat olacaktır” der. Şiir ile felsefenin yol arkadaşlığının tarihinin belirli dönemlerinde kesintiye uğradığını ve ilk ayrımın baş- latıcısının da Platon olduğunu biliyoruz. Platon, Sokrat öncesi diye bilinen ve felsefî diskur (söylem) ile şiirsel diskuru ayırmadan düşünce üreten filozofları eleştirir. Bu filozofların felsefî düşüncelerini şiirsel yolla başka bir deyişle sistematik olmayan, fragmanter bir tarzda dile getirmelerine itiraz eder. Ona göre, mitoslarla iç içe olan şiirin etkisindeki felsefe, Lo- gos’un dışındadır. Halbuki filozoflar Logos’un temsilcisi olmak zorundadırlar. Logos insanda akıl evrende yasa demektir. Mitos’un temsilcisi olan şairler, ilahi bir ilham ile, bir çılgınlık halinde aklını devre dışı bırakarak şiir yazar. Bu da onları felsefi diskurun alanını temsil eden aklî ve ölçülü düşünmenin temsilcisi olan Logos’tan ayırır. Platon, Devleti Logos’un temsilcisi olan filozoflar yönetmeli, şair de sürülmelidir der.
İkinci keskin ayırımın Batı’nın on yedinci yüzyılda ürettiği “Aydınlanma” veya “modernlik” ile başladığını söyleyebiliriz. Çünkü ilk modern filozof olan Descartes’in ürettiği rasyonel yani akıla, sistematik ve kesin bilgi arayan felsefe, bu şartlara uygun olmayan şiir ile uyuşmaz. Bunun için Romantik aydınlanman J. J. Rousseau, Descartes’in şiirin gırtlağını kestiğini söyler. Kartezyen düşünce, şiirin sesini kesmiştir.
Nitekim İngiltere, Amerika, Kanada ve Avusturalya gibi ülkelerde üretilen bir felsefe tarzı olan Analitik Felsefe, başta edebiyat olmak üzere, sanatları felsefi düşünceden uzak tutulması gereken birtakım soyutlamalar olarak görür. Bu felsefenin doğal bir uzantısı olan ve Mantıksal Pozitivizm olarak bilinen felsefi ekole sahip filozoflara göre, dünya çözülebilir mantıksal bir yapıya sahiptir ve tıpkı matematikte olduğu gibi açık ve seçik bir şekilde anlaşılmaya uygundur. Bu felsefenin önemli dalgası olan “Mantıksal Atomculuk” a göre de anlamın kriteri “doğrulanabilirlik” tir. Bu kriterin doğal bir sonucu olarak da onlar için, teolojik, metafizik, etik, estetik ve dinî ifadeler, doğrulama şansımız olmadığından anlamsızdırlar. Mantıksal Atomcular için doğrulanabilirlik kriterini bize sağlayan tek disiplin de “pozitif” bilimdir.
Bugün, Analitik Felsefe’ye karşı geliştirilen ve Kıta Av- rupası Felsefesi diye bilinen felsefenin temsilcileri olan postmodern veya postyapısalcı olarak nitelendirilen filozoflar, Batınin Sokrates sonrası ürettiği, Platon ile başlayan Aristo ile devam eden, Aydınlanma ve Modernite ile taçlanan düşünce yapısına ciddi eleştiriler yöneltmişlerdir. Bu çalışmanın ilerisinde detayları ile göreceğimiz gibi, bu filozoflar, Sokrates öncesi felsefeye yönelmişler, şiir ile felsefeyi yakınlaştırıp, aydınlanmanın rasyonalizmine, akılcılığına, sistematik felsefe yapım tarzına karşı alternatif felsefe üretmişlerdir.
Aydınlanma ve Modernite’ye en etkili ve daha sistematik diyebileceğimiz eleştiriler günümüz Postmodern filozoflar tarafından yöneltilse de, aslında daha doğuşundan ve gelişmesinden itibaren birçok entelektüel, şair ve filozoflar tarafından bu yeni paradigmaya duyulan rahatsızlıkların dile getirildiğini biliyoruz. Bugün de postmodern veya post- yapısalcı sınıfına girmeyen ama Aydınlanma ve Modernliğe savaş açmış aydınların sayısı da azımsanmayacak kadar çoktur.
Hem Aydınlanma ile başlayan ve hem sonrasında devam edip günümüze kadar gelen modernlik eleştirilerine panoramik bir bakışın, günümüzün hakim felsefesi olan postmodern ve postyapısalcı düşünceyi anlamamıza önemli katkısı olacaktır.
İsaiah Berlin’in, “Akıntıya Karşı” adlı eserinde, “Aydınlanma Karşıtlığı” diye uzun bir bölüm vardır. Buradan da öğrendiğimize göre, ” Fransız Aydınlanması’nın ve öteki Avrupa ülkelerindeki yandaşlarının ve öğrencilerinin önemli fikirlerine muhalefet, hareketin kendisi kadar eskidir. Aklın otonomisini ve doğa bilimlerinin yöntemlerinin tek güvenilir bilgi yöntemi olarak gözleme dayanan açıklaması ve bunun sonucunda vahyin, kutsal yazıların ve bunların kabul görmüş yorumcularının, geleneğin buyruğunun ve akıl dışı aşkın bilgi kaynağının her biçiminin yetkisinin reddiyesi doğal olarak birçok eğilimden kilise ve dini düşünür tarafından muhalefetle karşılanmıştır.”[27]
îsaiah Berlin, yazısında Schelling, William Blake gibi romantiklerden muhalefet örnekleri verir. Schelling için, “evreni yalnızca yaratıcı deha sahibi insanların -şairler, felsefeciler, teologlar- sezgisel gücüyle ele geçirilebilecek birincil, rasyonel olmayan gücün kendini geliştirmesi olarak sunan bütün felsefecilerin içinde belki de en etkili dile sahip olanıydı[28] diyen İ. Berlin, William Blake’in ve genç Friedrich Schiller’in de bilimsel uzmanlığa karşı nefret duyduklarını söyler. Maistre ise akıl yürütme, analiz ve eleştirinin, toplumun temelini sarsarak dokusunu yok ettiğine inanır. İ. Berlin yazısında bunların dışında anti-rasyonalist düşünürler olarak Fichte, Wordsworth, Coleridge, Goethe, Cariyle, Schopenuer’ı sayar. Her ne kadar aydınlanmanın dayandığı mekanik ve matematiksel kesinlik dünyasının kurucusu Newton’u, edebiyatçı ve şair Alexander Pope Karanlıktayken Doğa ve Doğanın yasası/Newton olsun dedi Tanrı, her şey aydınlandı diye övse de, birçok şair bu mekanik dünyaya karşı ihtiyatlı olmayı tercih etmiştir. Nitekim William Blake’in Newton ve Locke’u büyük düşmanlar olarak addetmesi, onları özgür insan ruhunu sıkıştıran entelektüel makinelere hapsetmekle suçlamasından dolayıdır: “William Blake, “serçe kafese girin- ce/gökyüzü hiddetlenir” dediği zaman, kafes, özgür, engellerinden arınmış insan ruhunu ezen Newtoncu fizikten başka bir şey değildir”29
İsaiah Berlin, yazısında, aydınlanma muhalifleri olarak romantik edebiyatçıların yanında tarihçilere, filozoflara ve sosyologlara da yer verir. En uzun yer verdiği filozof, Des- cartes (1596-1650) tarafından geliştirilen Kartezyen felsefeye,yaklaşık yüz yıl sonra meydan okuyan Giambista Vico’dur (1668-1744).30 Vico’dan en uzun alıntısı ise, onun aydınlanmanın düşman olduğu mitler ile şiir üzerine söyledikleridir. “ Mitler aydınlanmış düşünürlerin inandığı gibi, akılcı eleştirinin düzelteceği yanlış ifadeler değildir, tıpkı şiirlerin sıradan bir düz yazıda aynı şekilde ifade edilenin süslenmiş hali olmadığı gibi. İlk çağın mit ve şiirleri, Yunan felsefesinin Roma hukukunun ya da aydınlanmış çağımızdaki şiir ve kültürün dünyası kadar hakiki bir dünya vizyonuna sahiptir. Her kültür kendi ortak deneyimini ifade eder, insani gelişim merdivenindeki her basamak kendi hakiki ifade aracına eşit biçimde sahiptir.”31
Karl Löwith ise, çağını doğrudan etkilemeyecek kadar çağını aşmış bir kişi olarak gördüğü Giambattista Vico’nun eserini şöyle değerlendirir: “ Onun yapıtı, insanlık tarihi üzerine-din, toplum, egemenlik biçimleri, hukuk kurumları ve diller tarihi-ilk empirik temelli kuramdı ve bu kuram ne ilerlemeci tarihsel, ne de döngüsel-kozmolojik açıdan kavranabilecek bir felsefi ilkeden hareket ediyordu. Bu ilke insanlık tarihinin, tanrısal kayra (inayet) ile aynı şey olan sonsuz bir gelişim yasasına göre yönlendiği şeklindedir.”32 Ona (Vico) göre, filozoflar şimdiye kadar tüm çabalarını hep doğal dünyanın bilimine erişmeye yönlendirilmişlerdir oysa doğal dünyayı tanrı yarattığı için bu dünya olsa olsa ancak onun tarafından tam olarak bilinebilir, buna karşılık bilim, tanıyabileceğimiz bir dünya olmasına rağmen “toplumların dünyası”nı hep ihmal edegelmiştir.
Oysa bu dünyayı doğal dünyadan da iyi tanıyabiliriz, çünkü onu yapan bizleriz.”[33]
Bu devirde bir aydınlanma muhalifi de J. G. Ham- man’dır (1730-1789). İ. Berlin, Vico nasıl çağının dayandığı Aydınlanma’nın direklerini sarsmak istediyse Königsberg’li dilbilimci ve filozof J.G. Hamann da onları yıkmak istedi der. İ. Berlin, Hamann için, akılcılığı ve bilimselliği, analizi kullanarak gerçeği tahrif ettiği için suçlayan düşünürler arasında ilk sırayı alır dedikten sonra ondan şu alıntıyı yapar: “ Evrenselliği, yanılmazlığı, kibirli iddiaları, kesinliği, açıklığıyla bu kadar övünen akıl nedir? Yoksa akıl bir “ens rationis”[34], içi ilahi sıfatlarla doldurulmuş bir kukla mı?”[35]
İsaiah Berlin’in yazısında söz etmediği bir başka aydın da, aydınlanmanın rasyonalizmine muhalefeti ile tanınan Theodor Lessing’dir (1872-1933): ” Kulağa saçma gelebilir ama doğanın derinliklerine vâkıf olan tek kişi, onun fenomenlerinin yüzeyinde kalan kişidir. Yoksa doğa bilimleri ile uğraşan bir deneyci değil! Ya da bir psikolog, fizikçi, matematikçi vs. değil! Aksine bu derinliği deneyimleyen kişi, güneşin gök kubbeden sallandırılmış olan, on beş kapik madeni para büyüklüğündeki parlak bir plaka olduğunu sanan kişidir”[36] Lessing, Asya ile Avrupa’yı nesne karşısındaki tutumlarına göre şu şekilde mukayese eder: ” Avrupa nesneye karşı iradi bir tavır alırken, Asya temaşaya dayalı bir tavır alır. Avrupa doğaya etkin bir şekilde direnir; Asya edilgin bir şekilde içinde durur. Avrupalı birey direncini kırıp doğayı etkin bir şekilde dönüştürür, Asyalı, bir bitki, hayvan ya da bir çocuk gibi ritmik olarak nefes alır verir ve edilgin bir şekilde temaşa eder.”[37]
Hakim paradigmaya muhalefet eden ve değeri sonra anlaşılan, sosyal-psikolojinin, mikrososyolojisinin, gruplar sosyolojisinin, sosyometri’nin kurucusu kabul edilen Gabriel Tarde da (1843-1904) aydınlanma paradigmasının gölgesinde uzun süre unutulmaya mahkum edilmiştir. “Dönem, pozi- tivist bir aklın genel hükümleriyle cezbolmuş, temsili düşüncenin kolaycılığına kaçmış ve özdeşlik temelinde somut ve bütünlüklü bir temsil olarak “toplumu incelemenin böylece sosyoloji denen bilimi belirgin sınırlar içinde konumlandırmanın arkasında durmuştur. Durkheimcı sosyolojinin Aydınlanmadan miras bir ilerlemeciliğin, pozitivist bir mantıkla toplumun “ilerletilebileceği” düşüncesinin, ona dair bütünlüklü bilgiyle bir mühendislik edasıyla inşa edilebileceği kanaatinin hüküm sürdüğü bir döneme denk gelmesi onu ister istemez “ideal” bir sosyoloji mertebesine taşırken, bunun karşısında düzenin toplumsal bütünlüğe dair mutlak yasaların ve ilerlemeciliğin bir yanılsama olduğunu ortaya koyan Tarde’ın ne “bilimsel” akademik çevrede ne de genel kültürün sıradan meraklı okurları nezdinde kabul görmemesine şaşırmamak gerek.”[38]
Günümüzde de varlığın büyüsünü bozan, onu katı bir pozitivizme ve materyalizme indirgeyen modernliğin, irrasyonel, metafizik, doğrulanamıyor diyerek söylemin ve hakikatin dışına ittiği şiiri savunan filozoflar ve şairler de vardır. Bilindiği gibi bu filozof ve şairlerin asıl ilham kaynağı Ni- etzche’dir. Postmodern felsefecilerin ilham kaynağı olan Nietzche Aydınlanma ve Modernlikten farklı bir perspektife sahiptir. Nietzche, felsefi özne, temsil, nedensellik, hakikat değer sistem anlayışlarına saldırdı. Bunların yerine olguların değil yalnızca yorumların olduğunu ve nesnel hakikatlerin değil yalnızca çeşitli bireylerin ve grupların kurgularının olduğu perspektivist bir yönelimi koydu. Felsefi sistemleri aşağıladı ve yeni felsefe yapma, yazım ve yaşama tarzlarına çağrıda bulundu. Dilin tamamen metaforik olduğunu ve öznenin yalnızca dil ve düşüncenin bir ürünü olduğu konusunda ısrar etti. Akim tafralarına saldırdı. Sanatın hayatı zenginleştirici üstünlüğünü savundu.[39] Nietzche eserlerinde kullandığı şiirsel üslup ve fragmenter olarak ürettiği felsefi düşünceleri ile edebiyat ve felsefe arasındaki ilişkiyi yeniden düzenlemiştir.
Nietzche, Sokrat öncesi felsefeyi merkeze alır. Bilindiği gibi Eflatun ve Aristo tarafından sistematik hale getirilen ve Logos’u merkeze alan felsefeden önceki Antik düşüncede söylem farklılıkları söz konusu değildi. Felsefe sistematik olmayan parçalı ve şiirsel yoldan yapılıyordu.[40] Antik çağ uzmanı Pierre Hadot Aydınlanma düşüncesinin felsefe yapma tarzım eleştirdiği bir söyleşisinde şunları söyler: ” Sanıyorum ki filozofun kendi sistemini önermek niyetiyle yazdığı sistematik incelemeler 17. ve 18. Yüzyıllarda başlar (Descartes, Leibniz, Wolff). Bundan sonra antik yazınsal türler gittikçe kaybolur. Bana bir kayıp yaşanıp yaşanmadığını soruyorsunuz. Her şeyden önce kısmî olmakla birlikte reel bir kayıp var. Bu da bir yaşama tarzı, yaşam seçimi, aynı zamanda iyileştirici (therapei- tic/ue) olarak felsefe tasavvurunun kaybıdır. Felsefenin kişisel ve de toplulukla olan veçhesi kaybedildi. Üstelik, felsefe bu tamamen formal olan yolda ne pahasına olursa olsun yenilik için yenilik arayışına saplandı. Filozof için artık söz konusu olan mümkün olduğunca orijinal olmaktır. Bunu yeni bir sistem olarak yapamıyorsa hiç değilse, orijinal olmak adına fazlasıyla karmaşık olmaya çalışan bir söylem üretir. Kavramsal bir yapının az çok ustaca inşası kendinde bir amaç haline geldi Sonuç olarak da felsefe insanların somut yaşamından gittikçe uzaklaştı.”[41]
Hadot, felsefenin hayata dönebilmesinde şiirin rolünü de -ileride Heidegger’de daha detaylı göreceğimiz üzere- şöyle ifade eder: ” Şiirden de bahsedilebilir. İlk olarak Uzakdoğu şiiri geliyor aklıma. Haiku, içinde varoluşun açıkça sıradan bir anı -örneğin çiçeğin üstüne konan kelebek tasvir edildiği için anlamsız görünür ama söylemediği bütün o şeyleri yani dünyanın görkemini düşündürdüğü için felsefi bir derinliği vardır. Batı edebiyatında özellikle İngiltere’de felsefi bir şiir geleneği vardır. İlk önce İngiliz Platonculuğu sonra İngiliz Romantizmi, doğa tasavvurları bağlamında Shelley ve Wordsworth gibi şairler özellikle Whitehead tarafından sık sık alıntılanır. Jean Wahl Thomas, Traherne’in Le Poeme de la felicite’sini (Mutluluğun Şiiri) çevirmenin zorluğunu ele almıştı. Traherne hayret etmenin şairidir, örneğin şeylerle ortak mevcudiyet duygusundan bahseder. Bize daha yakın iki filozof şair var. Rilke ve Hugo von Hoffmannsthal. Rilke ile ilgili söyleşimizin başında da söyledim. Heidegger ile arasındaki bağlantılara dair bir çalışma yapmayı düşünmüştüm. Çünkü Heidegger, Rilke’nin şiirinin kendi felsefesini dile getirdiğini söyleyebilirdi. Her halükarda Rilke’de ölüm üzerine, varoluş üzerine, nesneler üzerine ve dilin sınırları üzerine de bir meditasyon vardır.”[42]
Antropolog ve filozof Edgar Morin, küçük şaheseri Aşk Şiir Bilgelik kitabında, bu üç kavram üzerinden Aydınlanma düşüncesine önemli eleştiriler getirir. Aydınlatma kelimesinin her şeyi gün ışığına çıkarabileceğine inanıldığında tehlikeli hale geleceğini belirten Morin, aydınlatma ışık verir ama aynı zamanda ışığa direnen şeyi de açığa çıkarır, dipte karanlık bir şey olduğunu tespit eder der. Morin aydınlanma ile birlikte değer kaybma uğrayan aşk şiir ve bilgeliği yeniden hayata sokar. Şiirin en önemli beslendiği kaynak olan ve modernliğin logos adına yanılsama olarak düşündüğü mitosun basit bir üstyapı olmadığını hele bir yanılsama hiç olmadığını, derin bir insani gerçeklik olduğunu söyler.[43] Soğuk akıl tarafından daima yanılsamalı bir gölge-olay olarak değerlendirilmesini kabul etmez. Morin, Mitos’un insani- toplumsal derinliğine yani gerçekliğine inandığım söyler. Morin, insan sadece “sapiens” değil aynı zamanda “de- mens”tir der. Ona göre Demens muhayyilenin taşkınlıklarıdır ve yaratıcılığın, şiirin, aşkın da kaynağıdır. Çünkü insan sadece aklen yetersiz olmakla kalmayıp, aynı zamanda akıl- dışılığa doğuştan sahip hayvandır. Morin aklilik (rationalite) ile aklileştirme’yi (rationalisation) birbirinden ayırır:zzAklili- ğimizi geliştirelim ama aklilik de bizzat gelişmesi esnasında aklın sınırların tanır ve aklileştirilemeyenle diyaloğa girer.”[44]Bu anlamda akliliğin sadece Batı medeniyetine has olmadığını ilkel toplumlar da dahil her toplumun aklilikle donanmış olduğunu söyler. Batı akliliği, aklileştirmeye çevirerek bugünkü soğuk rasyonel toplumu inşa etmiştir. Oysa “Bugün Asya’da yüzyıllardır varolmuş mültiseküler uygarlıkların sadece gerilik içermediklerini, Batı’da az gelişmiş olan ya da düpedüz varlığından habersiz olunan kültürel değerlere de sahip olduklarını göz önünde bulundurmayı sağlayan da bu aklîliktir, [45]
Bilim ile şiir arasında bir diyaloğun kurulabileceğine inanan Morin, çünkü der, “bilim bir yandan insan nedir, yeri neresidir, başına neler gelecektir, ne umabilir gibi temel felsefi soruları yeniden keşfederken, harikulade şiirsellikte bir evreni ifşa eder bize. Oysa bilimin eski evreni bütünüyle determinist, sürekli bir hareketin, durmayan bir duvar saatinin canlandırdığı kusursuz bir makinaydı, bunun içinde hiçbir şey olamazdı, yaratılamazdı, vuku bulmazdı.”[46]
Nihayet Morin’e göre Batı kültüründe şiir, insancıl kültür gibi uzağa atılmıştır. Serbest zaman, eğlenceye doğru itilmiş, alçaltılmış bir unsur haline gelmiştir. Çünkü ona göre, Hölderlin’in dediği gibi insan bu dünyada şairane barınır ve şiir sadece edebi bir ifade biçimi olarak değil katılımdan coşkudan hayranlıktan duygu birliğinden sarhoşluktan taşkınlıktan ve tabii ki daemonik tavrı niteleyen “ikinci hal”in tüm ifade biçimlerini içinde barındıran aşktan gelen bir “ikinci hal” olarak kabul edilmelidir. Fazla bilgeliğin çıldırtacağım söyleyen Morin, ancak şiirin ve aşkın çılgınlığı ile iç içe geçerek çılgınlıktan kaçınabileciğini ifade eder.
Antropoloji biliminin meşhur ismi Claude Levi- Strauss’un mit, kuantum fiziği şiir ve felsefi düşünce üzerine “Mitik Düşünce ve Bilimsel Düşünce” adlı yazısında söyledikleri konumuz açısından uzun alıntılan hak edecek kadar önemli ve çok aydınlatıcıdır. Mitosların önerdikleri dünya imgelerinin, bu dünyaya uygun, onun veçhelerini sergileme yeteneğinde olduklarım ve bugün yarın açığa çıkacağını dedikten soma, Kuantum fiziği ve onunla bağlantılı olarak şiirsel tefekkür üzerinde durur: ” Kuantum fiziğinin babalarından Niels Bohr’un bu fiziğin görünür çelişkilerinin üstesinden gelmek için çağdaşlarına, yüzlerini etnologlara ve şairlere çevirme çağrısında bulunması daha anlaşılır olmaktadır. Evet etnologlara, zira bundan kırk yıl önceki kongrelerinde huzurlarında kabul ettiği gibi, ” insan kültürleri arasındaki geleneksel farklar, bir çok bakımdan fiziksel deneyimi betimlemek için kullanılabilen farklı ama eşdeğerli tarzlara benzemektedir.” Aynı nesnenin özelliklerini ancak eş zamanlı kullanılan dalga ve cisimcik imgeleriyle kavrayabiliriz. Tıpkı etnologların evrensel bir insanlık olgusu olan kültür hakkında sık sık çelişmelerine ve ayrı telden çalmalarına rağmen inançlar, örf ve adetlerle kurumlar üzerinden bir fikir edinmeleri gibi. “[47]
Levi Strauss, sonra bu mit ve kuantum konusunu şiire bağlar: ” Şairler ise kendi taraflarında, sıradan deneyim düzeyinden daha derinlerde bulunan hakikatlere erişmek için dilin özgün ve bireşimsel bir kullanımına müracaat ederler: Bir türlü kavranamayan bir nesnenin sınır çizgilerini çekebilmek için perspektifleri çoğaltır, anlamca birbirleriyle bağdaşmaz sözcükleri yan yana getirirler. Buna mitoslar da eklenebilir zira her mitos bir dizi varyanta kucak açar. Bu varyantlar doğrudan betimleme çabalarını bertaraf eden bir yapıyı farklı ve çoğu zaman çelişik imgelerle algılanabilir kılmaya uğraşırlar. “[48]
Postmodern filozof kategorisine girmemekle beraber günümüzde modernliğe karşı etkili muhalefet yürüten entelektüeller de vardır. Bunlardan Immanuel Wallerstein, modernlik aleyhinde en doğrudan, en cesur ifadeleri kullanan entelektüellerin başında gelir. On dokuzuncu yüzyıl paradigmasının sınırlarını ele aldığı eserinde “On dokuzuncu yüzyılın sosyal bilimini düşünmemeye ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. Çünkü bizi yanlış biçimde yönlendirdiğine ve daralttığına inandığım önvarsayımlardan bir çoğu, düşünce biçimlerimiz üzerinde hâlâ çok güçlü bir etkiye sahiptirler. Bir zamanlar zihni özgürleştirdiği düşünülen bu varsayımlar, bugün toplumsal dünyanın yararlı, uygun bir analizinin önünde merkezi entelektüel engeller olarak işlev görmektedir” der.[49]
Günümüzün tanınmış filozofu Paul Feyerabend (1924- 1994) da bütün eserlerinde Aydınlanmanın temel kavramlarına doğrudan ve açıkça saldırmıştır. Eserlerine verdiği adlar (Akla Veda, Yönteme Karşı, Özgür Bir Toplumda Bilim, Bilimin Tiranlığı) bile bu konuda bir fikir vermeye yeter. Eserlerinde kendisi gibi modern felsefeye muhalif entelektüellerden bol ve uzun iktibaslarla “bilimsel dünya görüşü”ne eleştiri oklarını gönderir: “Nobel ödülü sahibi Jacques Monod’nun bilimsel dünya görüşü hakkında ne dediğini okumama izin verin. “Kibirli ve mesafeliydi” diyor Monod “açıklamalar sunmak yerine çileci bir şekilde tüm diğer manevi yolların terk edilmesini (hakikaten tek sahici kaynağının nesnel bilgi olduğunu) dayattığı için endişeleri gidermek yerine şiddetlendirdi. İnsan doğasıyla bir olmuş yüzbinlerce yıllık geleneği tek bir darbede silip atmaya kalkıştı. İnsan ile doğa arasındaki her nesnel varlığa ruhani bir töz atfeden kadim animist sözleşmeye son verdi ve bu kıymetli bağın yerini donmuş bir yalnızlık evrenindeki kaygılı bir arayıştan başka hiçbir şey koymadı. Bağnazca bir kibirden başka bir şey salık vermeyen böyle bir fikir nasıl gönülden kabul görebilirdi ki? Görmedi, hâlâ da görmüş değil. Gene de kendini zorla onaylattı fakat bu onayın tek sebebi muazzam verimiydi. “[50]
Jacques Monod’dan aldığı bu uzun alıntıdaki düşüncelere bağlı olarak Paul Feyerabend, bütün eserlerinde yukarıda da dediğimiz gibi “bilimsel dünya görüşü”nün bu kibirli ve mesafeli duruşunu hedef alır. Akla Veda adlı eserinde Batılı yaşam biçimlerinin dünyanın en ücra köşelerine kadar girmesinden ve daha 20-30 yıl öncesine kadar onların varlığından habersiz halkların adet ve alışkanlıklarını değişikliğe uğratmasından rahatsız olan Feyerabend, netice olarak kültürel farkların ortadan kaybolmasından ve yerel zanaatler, gelenek ve kuramların yerlerini Batılı nesneler, gelenekler ve örgütlenme biçimlerine bırakmasından şikayet eder.
Feyerabend, François Jacob’un “bir örneklik ve donukluk tehdidi altındayız”[51] tespitine dayanarak, bizimkinden farklı kültürlerin birer hata değil belirli, özgül çevrelerde geliştirilmiş incelikli bir uyum sürecinin ürünleri olan insan kültürleri olduğunu ve onların iyi bir hayatın sırlarını ıskalamak bir yana yakalamış olduklarını anladığını itiraf eder. “Aklın bir diğer armağanı olduğu iddia edilen Aydınlanma ise bir gerçeklik değil bir slogandır”[52] diyen Feyerabend’a göre “ilerleme ve uygarlık müjdecileri kendi yapmadıkları şeyleri yıktılar anlamadıklarını alaya aldılar. Hayatın devamının anahtarlarının yalnızca bu baylarda olduğunu varsaymak miyopluktur.”[53] Bu miyopluğun muhtemel sonuçlarından birisi de şudur: “İnsanoğlunun sağlam bilgi hâzinesinin ancak akılcı olarak kavranabilen hatta yalnızca bilimsel olarak kanıtlanabilen şeylerden oluştuğu yolundaki yanlış inancın ürkütücü sonuçları vardır. Bilimsel olarak aydınlanmış genç kuşakların tüm kadim kültürlerin geleneklerinde ve büyük dünya dinlerinin öğretilerinde taşınan muazzam bilginlik ve bilgi hâzinelerini bir tarafa atmaya kışkırtır. Tüm bunların anlamsız olduğuna inanan bir insan doğal olarak eşit ölçüde tehlikeli bir başka şeye teslim olur. Bilimin normal olarak tüm bileşenleriyle bir kültürü baştan aşağı hiçten ve akılcı bir tarzda yaratmaya muktedir olduğu inancını koyar.”[54]
Modernliğin kurucu metni hiç şüphesiz Descartes’in Yöntem Üzerine Konuşmalarıdır. Modern bilim de yöntem üzerine yaslanır. Descartes ile başlayan yöntem tartışmalarının, temelinde felsefe için güvenilir ve sağlam bir zemin bulma işi olduğu biliniyor. Bu arayış zamanla Descartes felsefesinin kendinden önceki doğruların hafızasını silmesi ve onun yerine bireyselliğin kendi apaçık doğrularına müracaat etmesi, aklın gücüne hayran olan bir rasyonalizm formunu gündeme getirmiştir. Pek çok filozofa göre de garanti edilmiş ve istikrarlı bir süreci inşa etme rüyası tüm hataların başlangıcı olmuştur.[55] Feyerabend da bu yöntem Uranlığına Yönteme Karşı adlı kitabında karşı çıkmıştır. Kitabının Türkçe basımı için yazdığı önsözünde şunları söyler: ” (…) bilim bize sayısız fikir ve teknolojik başarı armağan etti. Ona çoğunlukla “akılcılık” denen bilimin sistematik ve açıkça belirlenebilir bir tarzda üretildiğini ve diğer tüm gelenekleri hükümsüz kıldığını öne süren bir ideoloji eşlik ediyor. Bir bilimsel yöntem vardır; dünyanın neye benzediğini ve ona ihtiyaçlarımıza uygun şekilde nasıl değiştirebileceğimizi keşfetmemize yardımcı olur. Yönteme Karşı bu önermeyi reddediyor. Bilim akılcı bir şekilde ilerlemedi, ilerleyemezdi de. Aklilik ve açık kurallar tam da akılcıların kabul edilebilir yegane bilgi kaynağı olarak gördükleri bu bilimi yok ederdi.”[56]
Aydınlanma hareketine etkili bir eleştiri de Frankfurt Okulu olarak bilinen akımın önemli temsilcileri (Theodor W. Adorno, Max Horkheimer, Herbert Marcuse, Walter Ben- jamin vd.) tarafından yöneltilmiştir.
Max Horkheimer, aydınlanmayı eleştiren meşhur Akıl Tutulması kitabının yazandır. Aydınlanman akla en sert eleştirilerin de onun tarafından getirildiği söylenebilir. Akıl ideasım ele aldığı “Aklın Sonu” başlıklı makalesinin girişinde, yaşadığımız çağda uygarlığın temel kavramlarının hızlı bir gerileme içinde olduğunu söyler. Ona göre akıl kavramı bu gerilemekte olan kavramların başında gelmektedir. Bunun sebebi olarak da akıl kavramının en başından beri içerdiği eleştirel olma özelliğini yitirmesidir. Bu da aklın nesnelliğini yani kendi kendini yok etme sürecidir. Ona göre, Akıl,tarihin içinde kendi eleştirel soyutlama uğraklarından uzaklaşarak, araçsal ve faydacı bir işlevin hizmetine girmiş, toplumsal istikrarın ve verimliliğin bir aracına dönüşerek salt verili olanı olumlayan ve böylece kendi kullanımını yeniden üreten bir teknik girişim haline gelmiştir.
Horkheimer’a göre aydınlanma mite dönüşmüştür ve düşüncenin araçsallaşarak şeyler üzerinde otorite kurmaya yarayan bir güç olarak kurumsallaşması aracılığıyla gün geçtikçe karanlıklaşan bir dünya yaratmıştır. Bu sebeple Aydınlanma her sistem kadar otoriterdir. Sistemin totaliter yapısı, bilim insanının doğayla kurduğu ilişkide belirir. Ay- dınlanmacı bilimin doğaya karşın tutumu diktatörün insanlara karşı tutumuna benzer.[57]
Horkheimer, aydınlanma filozoflarının dine akıl adına saldırdıklarım söyler. Ancak ona göre sonuçta din ile birlikte kaybeden, felsefenin temel güç kaynağı olan metafizik ve nesnel akıl kavramı oldu. Gerçekliğin doğasım algılama ve hayatımıza yön verecek ilkeleri belirleme aracı olarak akıl kavramı bir yana atılmıştı.[58]
Walter Benjamin, “Mekanik Yeniden Üretim Çağında Sanat Eseri” adlı ünlü yazısında sanayi kapitalizmine geçişle birlikte sanat eserinin en yetkin biçimde gerçekleştirilen ye- niden-üretiminde, önemli bir öğeden yoksun kaldığım söyler. Bu eksikliğin de sanat eserinin aslının üretildiği yerdeki zaman ve mekan içinde varoluşu olduğunu söyler. Mekanik yeniden üretim tekniklerinin yaygınlaşması oranında sanat eserinin de tarihe tanıklık etme-yani nesnenin kendisiyle varlık sürdürebildiği süre içinde yaşadığı tarihe tanıklık etme konumu -azalmış, sanat eserinin halesi kaybolmuştur. Benjamin’e göre kaybolan bu halenin, sanat alanını da aşan önemli kültürel sonuçları vardır. Çünkü mekanik yeniden- üretim yöntemleriyle birlikte yeniden üretilmiş nesne de geleceğin dünyasından koparılmakta dışlanmaktadır. “Hale” sanat eserinin biricik olan tarihsel varoluşudur. Halenin ortadan kalkmasıyla birlikte tüm nesneler tarihsizleşmekte- dir. Her bakımdan birbirinin aynıdır nesneler artık. Gelenekleri de yoktur, onlar oluşamamakta, sonuçta yaşamın şoklara dönüşmesi karşısında modern insana yardıma olamamaktadır.[59]
Edward Said de klasikleşmiş kitabında sömürgeciliğin keşif kolu olarak gördüğü özellikle on dokuzuncu asırda yaygınlaşmış Oryantalizm’! şöyle tarif eder: ” Başkalarını bilme ve yönetme nesnesi haline getiren Oryantalizm’in asıl önemli işlevi, siyasi, ekonomik ve kültürel birlik olarak Ba- tı’yı ve Batılı özneyi hakim bir evrensel norm ve merkez olarak kurma olmuştur.”[60] Çünkü Avrupa’nın kendini kültürel bir kimlik olarak konumlandırabilmesi için ötekine ihtiyaç vardır. Bu öteki de Doğu olarak işaretlenir. Batı’dan farklı ama ondan aşağı, barbar, ilkel bir Doğu imgesidir. Robert Young “Beyaz Mitolojiler” diye anlamlı ve ironik bir isimle yazdığı eserinde bu ötekilerin tarihsiz ve temsil gücü olmayan bir toplum olarak nasıl ele alındığını Hegel ve Marx’ta örneklendirir: ‘”Hatırlanmalıdır ki Afrika’nın bir tarihi olmadığını ilan eden He gel’di ve İngiliz emperyalizmini eleştirse de Hindistan’ın îngilizler tarafından sömürgeleştirilmesinin nihai anlamda iyi olduğunu ifade eder. Bunun Hindistan’ı Batı tarihinin evrimci anlatısına dahil ettiğini ve böylece burada müstakbel sınıf mücadelelerine zemin hazırladığını söyleyen de Marx’tı.”[61]
Jacques Monod, yukarıda alman pasajında bu yeni bilimsel dünya görüşünün zaaflarını anlatır ve böyle bağnaz bir kibirden başka bir şeyi salık vermeyen bu fikir nasıl kabul görebildi sorusunu sorduktan sonra cevabı da kendisi verir ve gene de kendini zorla onaylattı fakat bu onayın tek sebebi muazzam verimiydi der.
İşte daha başlangıçta ciddi eleştirilere maruz kalan Aydınlanma, bu verimi ve pratikteki başarısı sayesinde günümüz postmodern muhalefete kadar sarsılmış ama tabiri caizse yıkılmamıştır. Yıkılması için daha sistematik daha felsefi ve derin bir muhalefete ihtiyaç vardı. Bu yıkıcı darbe hiç şüphesiz Postmodern filozoflardan gelmiştir.
Postmodern filozoflar, aydınlanma ve modernliğe ait kavramlara adeta savaş açmışlardır. O kadar ki bu filozofların eserlerinin oluşturduğu devasa bir modernlik karşıtı literatür oluşmuştur. Buna paralel olarak postmodernliğin temel eserleri dilimize de kazandırılmış ve bizdeki modernlik literatürünü sayısal olarak yakalamıştır demek bile mümkündür. Postmodern filozoflar yukarıda da dile getirildiği gibi, kendilerinden önceki eleştirmenlerden ciddi farklılık gösterirler. Birincisi, çok radikal ve sert eleştiri yöneltirler. İkincisi romantikler gibi duygusallıktan ve naiflikten biraz uzak olarak, şiir ile de felsefe üretilebileceğini ifade etmişlerdir. Üçüncüsü düşünceleri diğer eleştirmenlere göre daha sistematik ve felsefe yüklüdür. Son olarak da diyebiliriz ki postmodern öncesi filozof ve sanatçılar aydınlanmayı sarsmışlarsa da tabiri caizse yıkamamışlar, oysa postmodern filozoflar modernliğin ciddi bir itibar kaybına uğraması: yol açmışlar ve modernliğin kendine olan güvenini sona erdirmişlerdir.
Postyapısalcı veya Postmodern filozoflar, her ne kadar modernliği, oluşturdukları “ikili yapı” (dichotomi) lar ve ikili karşıtlıklar dolayısıyla kıyasıya eleştirseler de modernlik karşısında postmodernlik, ister istemez aynı ikili yapı üzerine konumlanmış gibidir.
İhab Hassan’ın modernlik/postmodernlik olarak tabulaştırdığı ikili yapı neredeyse bu konu ile ilgili araştırmalar vazgeçemediği kaynak olmuştur. İhab Hassan, önemli e rinde bu yapıyı çok bilinen ve klasikleşmiş bir tablo ile bir birincilerin modernizmi İkincilerin ise Postmodernizmi temsil ettiği bu ikili karşıtlıkları şöyle tasnif etmiştir:
sembolizm/dadaizm
biçim/karşıbiçim
amaç/oyun
tasarım/şans
hiyerarşi/anarşi
logos/sessizlik
tamamlanmış yapıt-süreç
bütünleştirme/yapı çözme
sentez/antitez
mevcut olma/mevcut olmama-
toplama/dağıtma
tür/metin
sınır/metinlerarası
paradigma/sentegma
metafor/metonimi
kök, derinlik/köksap,yüzey
yorumlama-okuma
yorumakarşı/farklı okuma
gösterilen/gösteren
anlatı/karşıanlatı
paranoya/şizofreni
köken/neden
farklılık/iz
metafizik/ironi
belirlenmişlik/belirlenmemişlik
aşkınlık/içkinlik”[62]
Bu çalışmanın ileriki sayfalarında detaylı görüleceği gibi, Lyotard, Foucault, Derrida, Deleuze, Heidegger gibi filozoflar, Wallerstein’m entelektüel dünyamıza dayatılan entelektüel engeller olarak gördüğü bu yapılan bozmaya çabalamışlardır.
Postmodernliğin ilk önemli filozoflarından olan ve Postmodernliğin Durumu adıyla düşüncenin kurucusu sayılan eserin sahibi olan J.F. Lyotard, Aydınlanma ile düşünce dünyamıza giren ve hayatı bütüncül olarak kavrayan sistematik ideolojilerin devrinin kapandığını ve büyük (grand) teorilerin yerini postmodern denilen fragmenter yani parçalı düşüncelere bıraktığını söyler.
Foucault, modern rasyonelliği, kurumlan ve modern öznellik biçimlerini tahakküm kaynakları ya da inşaları olarak damgalar. Modern teorilerin bilgi ve hakikati nötr, nesnel, evrensel kabul etme ya da ilerleme ve özgürleşimin vası- taları olarak görme eğiliminde olduğu noktada, Foucault bunları iktidar ve tahakkümün bütünleyici bileşkeleri olarak analiz eder. Postmodern teori birleştirici, totalleştirici teori tarzlarını toplumsal alanın farklılaşmış ve çoğul mahiyetini karanlığa gömerken, homojenlik yerine çoğulluğun, çeşitliliğin ve bireyselliğin bastırılmasını gerektiren ve indirgemeci olan Aydınlanma’nın rasyonalist mitleri oldukları gerekçesiyle reddeder.
Derrida, Batı rasyonelitesinin ötekileştirip ikili zıtlıklar olarak hiyerarşileştirdiği “zihin-beden, eril-dişil, akıl-duygu, aynılık-farklılık, ben-öteki” arasındaki her birinde çiftin birinci bileşimin İkincisine hakim olduğu veya İkincisinden üstün olduğunun düşünüldüğü karşıtlıkları kabul etmez ve hiyerarşileri yapısöküme uğratır.
Deleuze ise, Guattari ile beraber, Batı’nın gerçeklik hak- kındaki bilgisini “kökler” adını verdiği katı temellere oturtarak sistematik ve hiyerarşik ilkeler uyarınca örgütlediği ağaç metaforuna yaslandığım ifade eder. Bu ağacın yapraklan da Biçim, Öz, Yasa, Hakikat, Cogito gibi hiyerarşik, kendi kendisiyle özdeş, temsil edici bir özneye dayandırılmış ve bunlar Batı’nın büyük kavramsal sistemler üreten binalarını temsil etmiştir. Deleuze ve Guattari, bu ağacın kökleri ve dallarının oluşturduğu ağaçbiçimli modernlik yapısı yerine de “köksap” bilgisi adım verdiği, kökleri ve dallan dağıtarak, ikilikleri alaşağı etmeye, tek biçimcilik yerine farklılıklar ve çok katlı yapılar üreterek yeni bağlantılar ile çoğullaştırmaya çalışmıştır.
Dil varlığın evidir diyen Heidegger ise, Platon’dan He- gel’e kadar uzanan akıl geleneğinin gözardı ettiğini söylediği Varlık’ı dolaysız olarak ancak şiirin ifade edebileceğini söyler. Hölderlin’in nsan bu dünyada şairane barınır sözüne dayanarak felsefenin yapamadığım şiirin yapacağına inanır ve hakikati ortaya çıkaranın “şiirsel olan” olduğunu da kabul eder. Zen felsefesinden etkilenmiş olan Martin Heidegger, sanat ile ilgili yazısında, sonunda gerçeğin de bir bilmece olduğunu ve gerçeği en iyi olarak şiirin ifade ettiğini ileri sürmüştür.[63]
Edgar Morin’den yukarıda alınan z/aydınlatma ışık verir ama aynı zamanda ışığa direnen şeyi de açığa çıkarır” tespitine uygun olarak Postmodern filozoflar da aydınlanmanın gölgede, dipte bıraktığı, marjinalleştirdiği ne varsa gün ışığına çıkarttılar demek mümkündür. Her ne kadar başta Roy Bhaskar[64] olmak üzere aydınlanma düşüncesine bağlı olan bir çok tanınmış felsefeci, postmodernliğin hakikati çoğaltması daha doğrusu dağıtması, bilgiyi izafileştirmesi, çoğulculuğu teşvik etmesi, dolayısıyla anarşiye yol açtığı gerekçesiyle, gerçekliği geri almak için çabalarlarsa da, Pandora’nın Kutusu bir kere açılmıştır. Mistik olan[65], irrasyonel olan, dini olan[66], mitik ve ilkel[67] kabul edilen, yeniden anlam kazanmıştır.
Kemal Kahramanoğlu – Şairane Barınmak (Klasik Şiirimizin Kökleri ve İzleri) , s.26-47
Dipnotlar:
37 Aktaran Buharin, a.g.e. s. 130
51 “İnsan dünyasında doğal çeşitliliği… besleyen kültürel çeşitliliktir; bu, insanoğlunun farklı hayat koşullarına daha iyi uyum göstermesine, dünyadaki kaynaklan daha iyi kullanmasına imkan verir. Ancak bu bahiste bir örneklik ve donukluk tehdidi altındayız, insanoğlunun inançlarına, gelenek ve göreneklerine kuramlarına kazandırdığı olağanüstü çeşitlilik her gün adım adım ortadan kayboluyor. Halkların kimi zaman fiziksel anlamda ölerek yok olması kimi zamansa sanayi uygarlığı ile gelen yaşam modelinin etkisine kapılarak dönü-
[27] İsaiah Berlin, Akıntıya Karşı, Profil Yay. İstanbul. 2016 s.73
[28] A.g.e. s.91
[29]A.g.e. s.125
[33] A.g.e. s.290
[34] Ens rations: skolastisisizmde, insan bilgisinin nesnesi olsa da imkansız şeyi anlatan terim, yuvarlak üçgen gibi-
[35] İsaiah Berlin, a.g.e. s.116
[36] Aktaran Nikolay Buharin, Felsefi Arabesk, Otonom Yay. İstanbul, 2017 s. 129
37. Aktaran Nikolay Buharin,a.g.e,s.130
Lessing’in bu tesbiti 17. Yüzyılın büyük Divan şairi Nâilî’nin (Ö.1666)” Mestâne nukûş-ı suver-i âleme baktık/ Her birini bir özge temâşâ ile geçtik” beytinin tercümesi gibidir. Yani Nâilî de âlemin suretlerine nakışlarına sarhoşça baktığını ve her birini bir başka temaşa ile geçtiğini söyler.
[38] Bu tesbitin sahibi Tarde’ın kitabına sunuş yazan Onur Eylül Kara’ya aittir. Bkz. Gabriel Tarde, Toplumsal Yasalar, Norgunk Yayıncılık, İstanbul, 2019, s.7 32
» Geniş bilgi için bkz. Steven Best, Douglas Kellner Postmodern Teori, Ayrıntı Yay. İstanbul. 2011, s. 39-42
« Pierre Hadot, Yaşam İçin Felsefe, Pinhan Yay. İstanbul, 2011 s.90
[41] Pierre Hadot, a.g.e. s. 90
[42] Pierre Hadot, a.g.e. s.200
[43] Edgar Morin, Aşk Şiir Bilgelik, Palet Yay. Konya 2017, s. 14-15
[46] A.g.e. 8.41
40 C.L.Strauss, Hepimiz Yamyamız, Metis Yay. İstanbul. 2014 s.102
36
[49] Immanuel VVallerstien, Sosyal Büimleri Düşünmemek, Avesta Yay. İstanbul 1999, ».7
[50] Paul Feyerabend, Bilimin Tiranhğı, Sel Yay. İstanbul, 2015 s.10
şüme uğraması şeklinde birçok kültür ortadan çekiliyor. Eğer tek bir teknolojik, kırma-dili (pidgin-speaking) tektip bir yaşam tarzıyla sıvanmış, yani çok sıkıcı bir dünyada yaşamak istemiyorsak dikkatli olmalıyız. Hayal gücümüzü daha iyi kullanmak zorundayız.” Paul Feyerabend, Akla Veda, Ayrıntı Yay. İstanbul 1995, s.14
[52] Paul Feyerabend, Akla Veda, s.22
[53] Paul Feyerabend, a.g.e., s.39
[54] Konrad Lorenz’den aktaran Paul Feyerabend, a.g.e. s. 53
[55] Bkz. Celal Türer, “Modernliğin Yöntem Tiranlığı”, Ahlaktan Felsefeye Felsefeden Ahlaka, Dergah Yay. İstanbul, 2017 S.314-329.
[56] Paul Feyerabend, Yönteme Karşı, Ayrıntı Yay. İstanbul, 1999 s.7-8
[57] Aktaran Kurtul Gülenç, Frankfurt Okulu, Ayrıntı Yay. İstanbul, 2015 s.165 Horkheimer Akıl Tutulması eserinde araçsal aklı şöyle tanımlar: ” Akla uygun davranıştan sonuçta mümkün kılan kuvvet, özgül içerik ne olursa olsun, sınıflandırma, çıkarsama ve tümdengelim yeteneğidir: düşünme aygıtının soyut işleyişi. Bu tür akla öznel akıl adı verilebilir. Esas olarak araçlarla ilgilidir. Az çok baştan kabul edilmiş amaçlara ulaşmak için seçilen araçların yeterli olup olmadığı üzerinde durur. Araçsal akıl, amaçların kendilerinin de akla uygun olup olmadığı sorusunu bir yana bırakmıştır. Amaçlarla ilgilenecek olduğunda da daha baştan bunların da öznel anlamda akla uygun olduğunu, yani öznenin varlığını (bu bireyin varlığı da olabilir, bireyin hayatının bağlı olduğu topluluğun varlığı da) sürdürmesine hizmet ettiklerini kabul eder. Max Horkheimer, Akıl Tutulması, Metis Yay. İstanbul, 1998 s. 55
[58] Horkheimer, a.g.e. s.65
[59] VValter Benjamin, “Mekanik Yeniden Üretim Çağında Sanat Eseri” Edebi- yat&Eleştiri, sayr.2/3,1993
[60] Fuat Keyman, Mutinan Yeğenoğlu Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark,, İletişim Yay. İstanbul, 1999 s.9
[61] Robert Young, Beyaz Mitolojiler, Bağlam Yay. İstanbul 2000 s. 12
[62] İhab Hassan, Orpheus’un Parçalanışı, Hece Yay. çev. Emel Araş, Ankara 2019 s.319
Bu listeye bazı karşıtlıkları almadık.
[63] Jale Nejdet Erzen, Çoğul Estetik, Metis Yay. İstanbul, 2011, s. 28
46
[64] Roy Bhaskar, Gerçekliği Kazanmak, NotaBene Yay. Ankara, 2005
® Bu konuda en güzel çalışmalardan birisi de hiç şüphesiz, Edith Wyschog- rod’un Azizler ve Postmodernizm kitabıdır. Yazar, hayatlarını bütünüyle ötekine adayan azizlerin hayatları, menkıbeleri ile bazı postmodern sanatçıların bayatlan ve anlatım tarzları arasmda benzerlik ve paralellik kurar.
Bizim mistik düşünürlerimiz ile postmodern düşünürler arasmda bağlantılar kurma yönünde çalışmalar da yapılmıştır:
lan Almold, İbn Arabi ve Derrida, Ayrıntı Yay. İstanbul, 2012
Recep Alpyağıl, İbn Arabi ve Derrida ve Mevlânâ ve Başkaları Üzerine Mülemma Düşünceler, İz Yay. İstanbul, 2018
Recep Alpyağıl, Kıta Avrupası Din Felsefesi ve Mistik Gelenek-ler, İz. Yay. İstanbul, 2016
[66] Psikanalizm’in meşhur ismi Jacques Lacan, konferanslarının kitaplaşmasıyla oluşan ve Türkçe’ye “Dinin Zaferi” olarak çevrilen eserinde modern zamanlarda neredeyse dinin yerin alacak olan psikanlizmi eleştirir. “Dinin zaferi psikanalizin yenilmesi anlamına gelir” demiştiniz. Sizce insanlar eskiden günah çıkarmaya gittikleri gibi artık psikanalize mi gidiyorlar? Sorusuna şöyle cevap verir: “Din günah çıkarma aracıhğyla kazanmaz. Eğer psikanaliz yenilecekse, bu dinin yenilmez olmasındandır. Psikanaliz zafer kazanamaz. En fazla hayatta kalacak ya da kalmayacak. Evet din sadece psikanalize değil daha bir çok şeye karşı kazanacak. Dinin insanların kalplerindeki kaygıyı dindirmek için daha da fazla gerekçesi olacak” Bkz. Jacques Lacan, Dinin Zaferi, Altıkırkbeş Yay. İstanbul 2015, s. 82
Lacan bu eserinde İbn Arabi ile İbn Rüşd’ün meşhur buluşmasını da kısaca anlatır.
« C. L. Strauss, Mit ve Anlam kitabında “ XVU. Yüzyılda bilimin sahneye çıkı- şından bu yana, mitolojiyi batıl inançlı ve ilkel zihinlerin ürünü olarak reddet-
0 Yorumlar