“Allah yolunda öldürülmüş olanlar için “Ölü”ler demeyin, bilâkis onlar diridirler, fakat siz farkına varmazsınız “(Bakara, 154).
Bu Ayetin Mâkabliyle Münasebeti Ve Nüzul Kıssası
Bil ki bu ayet, Al-i İmran süresindeki, “Aksine onlar diridirler, Hableri yanında
rızıklandırılıyorlar” (Al-i imran, 169) ayetinin bir benzeridir. Bu ayetin, bir önceki ayetle olan irtibatının izahı şöyledir: Sanki şöyle denilmektedir: Dinimi yerine getirmekte sabır ve namaz ile yardım isteyiniz. Bu yerine getirmede, benim düşmanlarıma karşı mallarınız ve canlarınızla cihâd etmeye mecbur otur, bunu yapar ve bu yolda canlarınız giderse, canlarınızı boşuboşuna harcadığınızı (verdiğinizi) zannetmeyin. Aksine biliniz ki sizden öldürülenler benim katımda diridirler.”Bu ayetle ilgili bazı meseleler vardır: 101[101]
Birinci Mesele
İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: “Bu ayet Bedir şehidleri hakkında nazil olmuştur. O gün müslümanlardan ondört kişi şehid edilmişti. Bunlardan altısı muhacirlerden, sekizi ise ensardandı. Muhacirlerden olan; “Ubâde b.el-Hars b. Abdul-Müttalib, Ömer b. Ebî Vakkas, Zü’ş-Ştmâleyn, Amrb. Nufeyle, Âmir b. Bekr ve Mihca b. Abdullah idi. Ensardan olanlar; Sa’id b. Hayseme, Kays b. Abdu’l-Münzlr, Zeyd b. el-Hars, Temim b. el-Hümâm, Râü b. el-Muallâ,Hâlise b. Surâka, Muavviz b. Afra veAvf b. Afra.,.Sahabe-i Kiram,”Falanca öldü, falanca öldü”diyorlardı. Cenâb-ı Allah, o şehidler hakkında, “öldüler” denilmesini nehyetti.”
Diğer müfessirlerden ise şu görüş rivayet edilmişir: “Kâfirler ile münafıklar, “İnsanlar, hiçbir fâidesi olmaksızın sırf Muhammed’in rızasını kazanmak için kendilerini öldürüyorlar” demişlerdi de bu ayet bunun üzerine nazil olmuştur.” 102[102]
İkinci Mesele
Kelimesi, mahzuf bir mübtedânın haberi olduğu için merfudur. Bunun takdiri şöyledir”Onlar ölülerdir demeyin.’103[103]
Şehitlere Ölü Denmez, Onlar Diridir
Üçüncü Mesele
Bu ayetle ilgili çeşitli görüşler vardır:
1) “Onlar şuanda diridirler.” AllahuTeâlâ sanki onları, sevabını onlara ulaştırmak için
diriltmiştir.Bu görüş, müfessirlerin çoğunluğunun görüşüdür. Bu, kendileri kabirlerinde bulundukları halde, itaat edenlere, nail oldukları sevabın ulaştığına delildir.Şayet, “Biz onların bedenlerinin kabirlerde ölü olduğunu müşahede ettiğimiz halde, sizin bu görüşünüz onlar hakkında nasıl doğru olabilir?” denilirse, deriz ki:”Bize göre, hayâtın var olması için bünye şart değildir. Allahu Teâlâ’nın, bütün unsur ve zerreleri bir araya getirmeye ve birleştirmeye ihtiyaç duymaksızın, bu zerrelerden herbirinde hayatı tekrar yaratması imkânsız değildir.”
Mu’tezile’ye göre ise, Allahu Teâlâ’nın hayat sahibi varlığın mahiyeti için zorunlu olan cüzlere, unsurlara hayatı iade etmesi, onları tekrar diriltmesi ve diğer uzuvların gerekli olmaması garip görülemez.. Yine Allah’ın onları, artık görülmez, müşahede edilmez olduklarında da diriltmesi imkân dahilindedir.
2) Esamm şöyle demiştir: Yani, “Onları ölüler olarak isimlendirmeyiniz, onlar hakkında, “diri şehitler” deyiniz.”
Yine müşriklerin, Cenâb-ı Hakk’ın, “Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz kimse……kimse gibi midir?” (Enam, 122) ayetinde belirttiği gibi, “onlar, din hususunda ölmüşlerdir” deyip de,bunun üzerine de Allah’ın, “Ey müslümanlar, Allah yolunda şehid olanlara müşriklerin dediğini söylemeyiniz; fakat siz, onlar dinde diridirler, fakat onlar, yani müşrikler, Hz. Muhammed’in dini üzere öldürülenlerin, dînî bakımdan diri olduklarını Rablerinden olan bir hidâyet ve ömür üzere olduklarını bilemezler” demesi mümkündür. Nitekim anlatılan bir hikayede şöyle rivayet edilmiştir: Adamın birisi birisine şöyle der: “Senin gibi bir kimseyi halef bırakan kimse ölmez.”
Hipokrat’ın ise öğrencilerine, “İradenizle ölünüz ki, ruhunuzla diriltilesiniz” dediği
anlatılmaktadır.
3) Müşrikler şöyle diyorlardı: “Muhammed’in arkadaşları kendilerini öldürüyor, hayatlarını heba ederek, bu dünyadan hiç bir şey elde edemeden çıkıyor ve bir hiç uğruna ömürlerini tüketiyorlar…” Bunu söyleyenler, işte müşriklerdir. Onların, âhireti inkâr eden “Dehriyye” itikadına bağlı olmaları veya, ahirete inanıp da Hz. Muhammed (s.a.s)’in nübüvvetini inkâr etmeleri muhtemel olduğu için, onlar bu sözü söylemişlerdir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak,”Müşriklerin, onlar ölüdürler, diriltilmeyecekler, dünyada katlandıkları sıkıntıların faydasını da göremiyecekler, demesi gibi demeyin; fakat ancak biliniz ki onlar diridirler, yani onlar diriltilecekler ve cennette kendilerine mükâfatlar verilecek, nimetlendirileceklerdir deyiniz”
buyurmuştur.
Cenâb-ı Hakk’ın, (!) sözünü, “onlar diriltilecektir” şeklinde tefsir etmek tuhaf değildir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, ” Muhakkak ki iyi kullar naîm cennetindedirler; günahkârlar ise, çılgın bir ateş içindedirler.(İnfitar, 13-14); “O ateşin duvarları onları kuşatmıştır ” (Kehf,29):
Muhakkak ki münafıklar, ateşin en alt tabakasındadırlar” (Nisa. 145) ve.”İman edip güzel amel işleyenlere gelince, onlar nimetler cenneti fçfndedfrter”(Hacc.56) buyurmuştur. Yani onlar, “böyle olacaklar” demektir. Bu görüş Ha’bî ve Ebu Müslim el-İsfehaninin tercihidir. 104[104]
Kabir Azabının Delilleri
Bil ki ulemânın ekserisi, birinci görüşü tercih etmişlerdir. Buna şu hususlar da delâlet etmektedir:
a) Kabir azabına delâlet eden ayetler. Nitekim Cenâb-ı Hak,”Dediler ki”Ya Rabbi bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin” (Mümin, 11) buyurmuştur. Ayette zikredilen iki ölüm, ancak kabirde de hayatın meydana gelmesiyle mümkün olur. “Boğuldular ve bir ateşe sokuldular”(Nûh, 25) … (Fâ harfi ta’kibiyye içindir) ve, “Sabah akşam ateşe tutulurlar. Kıyametin koptuğu gün, (şöyle seslenilir): “Firavunun hanedanını azabın en çetinine sokunuz!” (Mümin,46)…Kabir azabının varlığı sübut kazanınca, kabirde mükâfaatın olabileceğine hükmetmek de gerekir. Çünkü azab, Allah’ın kulun üzerindeki hakkıdır; se-/âb ise, kulun Allah üzerinde olan hakkıdır. Buna göre azabı düşürmek, mu-kâfaatı düşürmekten daha güzeldir. Cenâbı Hak azabı kıyamete erteleyip, hatta bazan onu kabirde gerçekleştirdiği gibi, aynı şekilde O’nun
kabirde sevabı vermesi daha uygun olur.
b) Eğer ayetin mânası, 1. ve 2. maddelerdeki gibi olursa, Allahu Teâlâ’-nın,”Fakat siz,
hissedemezsiniz” ifâdesinin bir anlamı kalmaz. Çünkü mü’minler, şehidlerin kıyamette diriltileceklerini ve onların Allah’tan olan bir nûr ve hidayet üzere ölmüş olduklarını bilmeseler bile, hitap onlaradır. Böylece durumun, bizim dediğimiz gibi, Allah’ın onları kabirde dirilteceği hususu bilinmiş olur.
c) Allahu Teâlâ’nın,”Ve onlar, henüz kendilerine yetişmemiş olanlar hakkında müjde vermek isterler” (Al-i. İmrân. 170) ayeti, öldükten sonra dirilme vâki olmadan önce, Berzah âleminde bir hayatın bulunduğuna bir delildir.
d) Hz. Peygamber’in şu [Tirmizi,Kıyame 26]sözü: “Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçedir, veya cehennem çukurlarından bir çukurdur. Kabirdeki azâb ve mükâfaat hususundaki haberler,mütevâtir derecesinde gibidir. Hz. Peygamber (s.a.s) namazının sonunda, azabından sana sığınırım derdi.[Ebu Davud,Edeb 105]
e) Cenâb-ı Hakk’ın, “onlar diridirler” sözünden maksadı, “onların diriltilecekler)” manası olsaydı, bu hususta sadece onların zikredilmesinin bir manası olmazdı. Ebu Müslim, buna şu şekilde cevap vermiştir: “Allah Teâlâ onları özellikle zikretmiştir, zira onların cennetteki dereceleri daha yüce, menzilleri daha şereflidir. Çünkü Cenâb-ı Hak,”Kîm(ler) Allah’a ve Resulüne itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine inamda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salihler ile beraberdir” (Nisa, 69) buyurmuştur. Allah onları yüceltmek için bilhassa zikretmiştir.”Bil ki bu cevap zayıftır. Çünkü peygamberlerin ve sıddîklerin derecesi, Cenâb-ı Allah onları zikretmemiş olsa da, daha büyüktür.
f) İnsanlar, şehidlerin kabirlerini ziyaret eder ve onlara saygı duyarlar. Du da bazı
bakımlardan bizim söylediklerimize delildir. Ebu Müslim kendi görüşüne tercihe sebeb olarak,Al-i İmran süresindeki, Aksine onlar Rableri katında diridirler” (Al-i İmran, 169) ayetini zikretmiş ve “Ayette belirtilen, “Allah’ın katında oluş,” mekân bakımından bir oluş değil,cennette bulunuş manasınadır. Halbuki cennetliklerin ancak kıyametin kopmasından sonra cennete girecekleri malumdur” demiştir.
Ona şöyle cevap veririz: “Bahsedilen, “Allah’ın katında oluş”un ancak cennette olmakla olacağını kabul etmiyor, aksine onlar kabirde veya bir başka yerde oldukları halde, bunun derecelerinin yükseltilmesi ve ilâhi müjdelerin kendilerine ulaştırılması manasında olduğunu söylüyoruz.” [107]
Beden-Ruh Münasebeti, Kabir Azabının Ruhanî Olması Meselesi
Bil ki ayet hakkında bir başka görüş daha vardır. O da, “Kabir azabının veya mükâfaatının bedenlere değil ruhlara verildiği görüşüdür. Bu görüş, ruhu bilmeye bina edilmiştir. Bu görüşte olanların sözünün özüne işaret ederek diyoruz ki: Onlar şöyle demişlerdir:”İnsanın şu görülen heykelden (bedenden) ibaret olması mümkün değildir. Bu mümkün olmayışın iki sebebi vardır:
1) Bu bedenin cüzleri devamlı büyür, gelişir, serpilir, noksanlaşır, mükemmelleşir ve erir,zayıflar.. İnsan, İnsan olması bakımından, hayatının başından beri hep devam eder. Bakî olan, bakî olmayandan başkadır. Herkesçe “ene-ben” lafzıyla kendisine işaret edilenin, bu heykelden başka olması gerekir. [108]
“Ben” Dediğimiz Şey Nedir?
2) Ben, benim, bütün parçalarımdan ve cüzlerimden habersiz olduğum halde de, “ben”olduğumu bilirim. Bilinen, bilinmeyenden başkadır. Kendisine, uî “Ben” diye işaret ettiğim, bu âza ve cüzlerden başkadır. “İnsan hissedilemez.çünkü hissedilen şeyler, o şeylerin yüzeyi ve rengidir. Fakat şüphe yok ki insan sadece görünen rengi ve yüzeyinden ibaret değildir.
Âlimler bu noktada kendisine “Ben” diye işarette bulunulan şeyin ne olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu husustaki görüşler çoktur. Ancak bunların en özlüsü şu iki görüştür:
A) Maddi cüzler, bu heykelde (bedende), ateşin kömürde, yağın susamda ve gülsuyunun gülde hareket edip (sirayet etmesi) gibi hareket ederler. Bu görüşte olanlar iki grupturlar:
1) Cisimlerin heykellerine (sadece görünen maddelerine) inanan kimseler. Bunlar şöyle derler: “Bu cisimler, insanın heykelinin meydana geldiği diğer cüzlere denktir. Fakat irâde ve ihtiyar sahibi olan Kadir Allah, kişinin ömrünün başından sonuna kadar, bazı cüzleri ibkâ eder.
İşte o cüzler herkesin “Ben” sözüyle işaret ettiği cüzlerdir. Sonra o cüzler, Allah’ın onlara verdiği bir hayat ile diridirler. Bu hayat zail olduğu zaman o cüzler ölür.” Bu çoğu kelâmcıların görüşüdür.
2) Cisimlerin çeşit çeşit olduğuna inanan kimselerdir. Bunlar insanın ömrünün başından sonuna kadar devam eden cisimlerinin mahiyet ve hakikat itibarıyla şu heykeli meydana getiren cisimden farklı olduğunu, o cisimlerin zatları gereği diri olduklarını, zatları gereği idrâk olunduklarını; bu bedenle (heykel ile) birleşip, ateşin kömürde sirayet edişi gibi onda hareket ettiği zaman, şu heykelin o ruhun nurlarıyla nurlanıp onun hareketiyle hareket edeceğini iddia etmişlerdir. Sonra şu heykel devamlı zayıflama, çözülme ve değişmededir. Ne varki o cüzler olduğu gibi devam eder ve mahiyet itibariyle çürüyen heykelden farklı olduğu için kendisine çözülme arız olmaz. Bu beden bozulunca, o nûrânî lâtîf olan o cisimler, eğer saîdler cümlesinden ise, bedenden ayrılarak, göklere, mukaddes ve mutahhar âlemlere giderler. Eğer şakiler cümlesinden iseler cehennem ve belâlar âlemine giderler.
B) Herkesin “Ben mevcudum” diye işaret ettiği şey mekân tutan bir şey olmadığı gibi, bir mekânda bulunan şey ile de bulunmaz. O, ne bu âlemin içindedir, ne de dışındadır. Onun bu şekilde olması, Allah gibi sayılmasını gerektirmez. Çünkü selbî (menfî, negatif) hususlarda müşterek (benzer) olmak, mahiyet itibarıyla aynı olmayı gerektirmez. Bu görüşte olanlar, şu şekilde delilgetirmişlerdir: Malumatta gerçek manada tek başına müstakil olan şey vardır. Binaenaleyh onu bilmenin tek hak olması gerekir. Bu sebeple böyle bir ilimle nitelendirilmiş olanın da tek gerçek olması gerekir. Halbuki cisimlerin her parçası veya cisme giren her şey gerçek ferd (müstakil bir şey)değildir. Buna göre, işte bitarafımızdan “O, bu tek tek şeyleri bilir” diyebileceğimiz şeyin ne cisim, ne de cismânî olmaması gerekir.
Malumatta (bilinmede) gerçek tek olan şeye gelince şüphesiz bu, birşeyin varlığında bulunan bir şeydir. Bu mevcud eğer gerçek ferd ise, bizim varmak istediğimiz sonuç da budur.Eğer mürekkeb ise, bu durumda mürekkeb olan,ferd terden meydana gelmiştir. Binaenaleyh her halükârda ferdin bulunması gerekir. O, malûmatta ferd (tek) olduğu zaman malumda da ferd olur. Çünkü o ferde (tek’e) taalluk eden bilgi, eğer bölünürse onun cüzlerinden herbiri veya bazısı,yâ o malumla bilinmiş olur ki bu imkânsızdır. Çünkü o zaman cüzün (parçanın) bütüne denk olması gerekir. Bu da imkânsızdır. Ya da o şey, ilim bakımından o malumun cüzlerinden olmaz. Buna
göre bu cüzler biraraya geldiği zaman, ya bir fazlalık ortaya çıkar ki bu,o tek ferdi bilmektir.
Bu durumda o malumu bilmek, bundan Önce takdir ettiğimiz o şeyler değil de, ortaya çıkan şu yeni durum olmuş olur. Sonra bu yeni durum eğer bölünebilirse, mesele geri dönmüş olur.
Eğer bölünmezse, zaten elde edilmek istenen netice de budur.Malumda bölünmeyi kabul etmeyen bir ilmin bulunması durumunda, bu ilimle mevsuf olan da aynı olması durumuna gelince.mevsûf eğer taksimden önce mevcud ise, bu, cüzlerden herbiri veya bir kısmı olur.
Yok eğer o ilmin tamamıyla mevsuf olursa, bu takdirde o bir tek şey bir çok eşyaya birden dahil olmuş (nüfuz etmiş) olur ki bu imkânsızdır. Veya o dahil olan şeyin cüzleri mahallin (yani girdiği yerin) cüzlerine taksim edilmiş olur ki bu takdirde de o dahil olan.taksim edilmiş olur. Halbuki biz o dahil olan şeyin bölünmeye kabil olmadığını farzetmiştik. Yahut, o mahallin cüzlerinden herbiri, dahil olanın (hallin) bir kısmı ila değil de tamamı ile muttasıf olması durumu olabilir. Bu takdirde de bu mahal, o dahil olandan (hailden) boş (hâlî) olmuş olur.
Halbuki biz onunla mevsuf olduğunu varsaymıştık. İşte bu da bir tenakuzdur.Her mekân tutan şeyin bölünebilir olmasına gelince, bu, atomu yok sayma hususunda zikredilen delillerle isbat edilir. Onlar sözlerine şöyle devam ederler: “Böylece herkesin, “Ben varım” diye işaret ettiği şeyin bir mekânda olmadığı ve bir mekânda bulunan şeyle bulunmadığı (mütehayyizle kâim olmadığı) ortaya çıkmış olur. Sonra deriz ki: Bu mevcudun, mutlaka cüz’iyyâ-ti.idrâk etmesi gerekir. Zira aksi halde karşımda duran cismin, meselâ at değil de bir insan olduğuna hükmetmem mümkün olmaz. Bir mevcudu bir sıfatla niteleyenin, haklarında hüküm verdiği (nitelediği) şeyleri müşahede etmesi, cüz’îyi ve külliyi idrâk etmesi gerekir; tâ ki o külliyi esas alarak o cüz’î hakkında hüküm verebilsin. Külliyatı idrak eden nefsin bizzat kendisidir.
Cüz’iyyâtı idrâk eden de odur. O halde buna göre cüz’iyyâtı idrâk eden herkesin lezzet
duyması ve acı duyması imkânsız değildir.” Bu görüşte olanlar şöyle devam ettiler: “Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Bedenden ayrılan bu ruhlar, kıyamet günü Allah onları bedenlerine döndürünceye kadar, elem veya lezzet duyarlar. Orada da bedenler için lezzetler ve acılar meydana gelir.” İşte bu, insanlardan bir grubun söylediği bir sözdür.Bunlar sözlerine devamla şöyle dediler: “Bu görüşün çok güçlü bir delili olmadığını farzetsen bile, yanlışlığına dair de bir delil yoktur. O halde bu, şeriatın te’yid ettiği, Kur’an’ın zahirinin desteklediği ve Allah’ın kitabında kabir azabının ve mükâfaatının olduğuna dâir şek ve şüpheleri izâle eden bir
izah şeklidir. Bu sebeble bu görüşe varmak gerekir. ”
İşte bu görüşün izahı hususunda özetle anlatılan husustur. Allah işlerin hakikatini bilendir.Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: “Bu görüşü şu husus da te’yid eder: Kabir azabı veya mükâfaatı ya şu bünyeye, ya da onun bir parçasına gelir. Birincisi mükâbere (delilsiz iddia) dir. Çünkü biz bu bünyenin paramparça olduğunu ve dağıldığını görüyoruz. Öyle ise sevab ve azabın bu bünyeye geldiğini söylemek nasıl mümkün olur? O zaman ancak şöyle denebilir: Allah Teâlâ, o küçük cüzlerden birini diriltir, azab ve ikâbı ona verir. Bu mümkün olursa, şöyle de denebilir: İnsan, sadece ruhtur.
Çünkü ruh dağılıp parçalanmaz. Binaenaleyh şüphe yok ki azab ve mükâfaat ona gelir, sonra Allah Teâlâ, kıyamette ruhları bedenlere döndürür ve böylece cismânî haller, ruhanî hallerle birleşmiş olur. 109[109]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 4/74-81
0 Yorumlar