1876 Anayasası millet sisteminin yeniden tanımlanmasına doğru atılmış önemli bir adımdır. Meclis-i Umumî adı altında temsilî bir meclisin oluşturulması, mebusların tayinle; değil, seçimle belirlenmeleri, dinî bağlanmadan bağımsız olarak, seçimlerde nispî temsilin uygulanması, bütün vatandaşların devlet karşısında eşit hak ve yükümlülüklere sahip birer “Osmanlı” olarak tanımlanması, böylece millet ayırımının anlamsızlaştırılması, temsili kolektif olmaktan çıkararak kişisel düzeye taşımaktaydı. 1876 Anayasası’nın 8. maddesi vatandaşlığı siyasî eşitlik temelinde tanımlamaktaydı:
Devlet-i Osmaniye tabiiyetinde bulunan efradın cümlesine herhangi din ve mezhepten olur ise olsun bila istisna Osmanlı tabir olunur ve Osmanlı sıfatı kanunen muayyen olan ahvale göre istihsal ve izae edilir.
Bu tanımlamadan hareketle eşitlik ilkesi de 17. maddede ifadesini bulmaktaydı:
Osmanlıların kaffesi huzur-u kanunda ve ahval-i dinîyye ve mezhebiyyeden maada memleketin hukuk ve vezaifinde mütesavidir.
19.maddeye göre, devlet memuriyetine girişte dini bağlanma değil, liyakat esas alınacaktı:
Devlet memuriyetinde umum teba ehliyet ve kabiliyetlerine göre münasip olan memuriyetlere kabul olunurlar.
Bütün bu hükümler siyasî bir kimlik olarak Osmanlılığın, “millet-i hâkime/millet-i mahkûme” ayırımının yerini aldığına, “hamledilen” kimliklerin yerine şahsî liyakat ilkesinin benimsendiğine işaret etmektedir.
1876 Anayasası bütün bu hükümleriyle birlikte Tanzimat bürokratlarının “ayrılıkçı” ulusçuluk tehdidine karşı verdikleri bir cevap niteliğindedir.
Bu şekilde tarihi hafızasına terk edilen millet sistemi yine de varlığını, varlık alanı ne kadar daraltılmış olursa okun, sürdürmüş, Lozan Antlaşması bile buna nihaî bir son öngörmemiş, sadece kapsamını daraltmıştır. Antlaşma, gayrimüslim milletler yerine ekalliyet tabirine yer vermekte ve etnik kökenlerine bakılmaksızın Müslümanları bu tabirin kapsamı dışında bırakmaktadır. Millet sistemi, milletlerin iç özerkliğine dayanmakta, devlet günlük hayatın işleyişi dışında durmakta, bu niteliğiyle de merkeziyetçi ve müdahaleci olmayan bir mahiyet arz etmekteydi. Azınlık kavramı ise, ulusal bir referans çerçevesine sahip olduğu için homojenleştirici, standardaştırıcı ilkeleri öne çıkarırken, devlet iktidarım bunun aracı kılmakta, hâkim çoğunluğun niteliklerini paylaşmayan gruplar, merkeziyetçi, müdahaleci devletin temsil ettiği hâkim çoğunluk karşısında bağımlı bir konuma itilmektedir. Kültürel farklılaşmanın etnikleşmesi durumunda bu konum bir tecrit duvarıyla çevrelenebilmektedir.
Milletten ekalliyete giden değişim çizgisinde, seküler bir kavram olan ekalliyet yine de dinî ve mezhebi unsurlardan arınmadığı için, muhtevadan çok, bağlama ilişkin bir dönüşüm yaşanmıştır. Bu dönüşüm, Kedourie’ye göre beşerî yaşama standartlarında bir gelişmeye işaret etmemektedir.
Millet sistemi benzeşim ve özümsemeyi değil, farklılıkları koruma amacına yöneldiği için farklı toplulukların müstakil varlıklarım süreklileştirmekte, böylece gayrimüslim milletlerde ulusçu duygu ve ihtirasların uyanmasını kolaylaştırmaktaydı. Hemen bütün gayrimüslim milletler Osmanlı Devleti aleyhine dış bağlantılar içine girmişler ve sürekli bir mücadelenin tarafı haline gelmişlerdi. Bu durum, Türk ulusçu reformistlerini, millet sisteminin kesin olarak ilga edilmesi gereğine inandırmıştı. Millet sisteminden duyulan bu hoşnutsuzluğu miras alan Kemalist ulusçu hareket, ulusal birliği sağlamak için millet sistemine son verilmesini zarurî görmüş ve bunu en azından formel düzeyde gerçekleştirmeyi başarmıştır.
Ahmet Yıldız-Ne Mutlu Türküm Diyebilene-İletişim Yayınları,
0 Yorumlar