……………
AFÇ: Batının insanlığın saadetini değil, kendi refahını düşündüğünü, bu yüzden insanlığa verecek bir şeylerinin olmadığını söylüyorsunuz. Bizim ise verecek bir şeylerimiz vardı insanlığa, onlara saadete giden yolu gösterebilirdik. Öyle ise neden asırlarca kaldığımız topraklarda bu denli az etkili olduk? Asırlarca birlikte yaşadığımız, vatanımızın parçası kıldığımız Bulgarlar, Yunanlar, Hırvatlar, Sırplar vs. neden bu medeniyetten bu denli az şey öğrendi ve bu denli düşman belleyip uzak durdular?
İ.Fazlıoğlu: Öncelikle düşüncemin dayandığı ilkeyi belirleyerek başlayayım: Bir yere gitmek bir ‘teklifiniz’ var ise anlamlıdır; her teklif bir ‘iddayı’ içerir yani iyiye, doğruya ve güzele bir daveti, çağrıyı… İddia da ancak teklif eden insanların onu ‘temsil’ etmeleriyle tecessüm eder. Bu ilkeyi tarihî bağlama uygularsak, bir medeniyetin ya da bir kültürün başka bir yere gitmesi bir teklif ile ilgilidir; yani sizin bir teklifiniz varsa başka bir yerde bulunmanızın da bir meşruiyeti vardır. Akabinde bu teklifin içeriğine bakılır; yani bu teklif insanlara ne tür bir ‘istikamet’ veriyor. İlk müslümanlar İran’a, Mısır’a ya da Bizans’a gittiklerinde bir teklif sundular… Bu teklifin içeriği ‘daha insanca yaşamak’ olarak özetlenebilir; yani tekliflerinin o insanların insanlıklarını daha iyi yaşamalarına neden olacağını ileri sürdüler. Tarihî kaynaklar bunu bize bildiriyor; nitekim teklif sahibi olduklarından geniş bir coğrafyada etkili oldular. Türkler de aynı şeyi yaptı ve bir teklif sundular.
Tekrar etmekte fayda var: Söz konusu teklif, yalnızca daha çok bilme, daha çok alet ve edevat üretme ya da daha çok tüketme hakkında değildir; tersine daha insanca yaşama, kendisiyle ve çevresiyle barışık olma üzerinedir. Bu teklife insanları icbar etmediler; ifna da etmediler insanları; ama bu teklifin içeriğine göre yönettiler ve fethettikleri coğrafyalarda yaşayan insanlara ön-görülebilir bir hayat sundular. Örnek olarak, Osmanlılar, Balkanlarda insanların dinlerine karışmadılarsa, onları bir şeye inanmaya icbar etmedilerse, ve bu nedenle de onları ifna etmedilerse, bu şu anlama gelir: Kurdukları kamu düzeni içerisinde insanların adaletten pay almalarını sağladılar; elbette bu adalet teklifleri ilkelerine göre biçimlenmişti. Yazılarda kast edilen budur…
Şimdi, sömürgecilere bakalım; geliyor ve bir şeyler öğretiyorlar; ancak bu öğretimin bedeli çok ağır… Başka bir deyişle, sömürgeciler sahip oldukları teklifi benimle adil bir biçimde paylaşmaya yanaşmıyorlar… Örnek olarak, II. Dünya savaşından sonra ABDde geliştirilen pek çok adalet teorisine bakıldığında, tüm insanlık için değil ABD toplumu için adalet istendiği görülüyor. Türkler ise Balkanlara gittiğinde, Osmanlıların ya da Müslümanların yaşadığı bölgeyi merkez kabul edip diğer bölgeleri kendine hizmet eden ve ürettiklerini tüketen bir ‘çevre’ olarak görmediler. Tersine, o bölgelerde bir Müslüman nüfus oluştuysa da Hristiyanlarla içiçeydi; yalnızca yerli ahali değil Türkler de Balkanları kendi vatanı sayıyordu. Başka bir deyişle, İstanbul’u ve çevresini merkez kabul edip, diğer yerlerin hammaddesini alıp, onu işleyip tekrar oradaki insanlara satmıyorlardı; yani bir tür sömüren-sömürülen ilişkisi yoktu. Balkanlar da, Mısır da, Kuzey Afrika da vatanlarıydı… Kısaca, Türkler, İstanbul’da ne kadar âdil idilerse, -ki bu tartışılabilir ve eleştirilebilir- Balkanlarda da o şekilde âdildiler.
AFÇ: Tekrar, anlamak için soruyorum. Bir teklif vardı Osmanlıların elinde, bu tekliften neden bu kadar uzak duruldu?
İ.F: Herşeyden önce şunu belirleyelim: Biz bugün sanayi devriminin ürettiği ve psikolojik ihtiyaçların belirlediği üretim-tüketim denkleminde yaşayan insanlarız. Sanayi öncesi toplumlar, psikolojik değil doğal/fizik ihtiyaçlarını karşılayacak kıt imkanlara sahiptiler. Örnek olarak, insanlar sabunla yıkanıp temizleniyorlardı; bugün ise falanca şampuanla, temizlenmek için değil, mesela, daha güzel olmak için yıkanıyoruz. Doğal ihtiyaçlar sınırlıdır ve tatmin edilirler; psikolojik ihtiyaçlar sınırsızdır ve doyurulamazlar. Bu çerçevede teklif deyince maddî ve teknik bir içerik canlanıyor zihnimizde… Yazılardaki söz konusu teklif, o tarihî bağlamda “daha insanca yaşama” üzerineydi; ve bu teklif kanımca karşılık da buldu. Başka bir deyişle, daha somut olarak, Osmanlılar, o dönemin şartlarında icad edilen en âdil ekonomik sistemi, ayrıca en dengeli siyasî düzeni teklif ettiler; bu kabul de gördü zaten. Bunun en güzel örneği, Ankara Savaşı’ndan sonra Balkanlardaki Osmanlı hakimiyetinin, askerî kontrol kaybolsa bile, sistem olarak kendini sürdürmesidir.
O topraklar başkaları tarafından ele geçirilmesine rağmen, Osmanlıların inşa ettiği sistem aynen devam ettirildi. Dolayısıyla o dönemin şartlarında Osmanlıların kurduğu sistem “en iyi” sistemdi. Bu konuda Busbecq’in İstanbul’u ziyaretinden sonra Fransız meclisinde yaptığı konuşmaya ya da Locke’un siyasî metinlerine bakılabilir. Sonuçta, o tarihî bağlamda yapılan teklif en insanî teklifti. Bu teklif bir bütün olarak bugün anlamlı olmayabilir, tadil edilmesi gerekebilir. Burada önemli olan sistemin pratik karakteri değil, sistemin zeminindeki teorik iddiadır; o da, adalete dayalı, insanların belirli bir hukuka göre hayatlarını ön-görebilecekleri bir sistem; kısaca daha insanca yaşama…
AFÇ: Yani insanların dinlerini ya da dillerini değiştirmemiş olması, o insanların sunulan teklifi kabul etmedikleri anlamına gelmiyor.
İF: Hayır! Gelmiyor. Tam tersine, böyle bir zorlamada bulunmadı Osmanlılar. Yine de teklif’ten din ve dil odaklı bir dönüşmeyi anlıyorsanız, Bosna’da, Arnavutluk’ta ve diğer Balkan şehirlerinde doğal bir dönüşüm yaşandı zaten. Bakınız Birinci Balkan Harbi’ne kadar Balkanlar’daki nüfusun %61’i müslümandı… Temizlendiler… Öte yandan yeri gelmişken, âdalet kamu alanına aittir öncelikle… Osmanlılar kamuya âdil bir düzen getirdiler; insanların niyetlerine değil……
…..
Bir sistem eğer birey ve tür olarak insanı ortadan kaldırıyorsa ya da birey ve tür olarak insanı sakatlıyorsa veya daha üst bir dil ile, birey ve tür olarak insanın hayatını daha anlamlı kılmıyor, daha mutlu yaşamasını sağlamıyorsa, o sistemin yapısında bir sorun var demektir; hem ilkeler hem de uygulama düzeyinde. İşte benim de söylediğim bu. Hiçbir sistem, dediğim gibi, hayatın pratiğinde sütten çıkmış ak kaşık değil. Her milleti bu açıdan sorgulayabilirsiniz. Ama en nihayetinde şuna bakmamız lazım:
Sistem, bir kere kurulduktan sonra birey ve tür olarak insanların yaşamını nasıl organize ediyor? Farklılıkları nasıl bir arada tutuyor? Bunlarla olan ilişkisi nedir? İlişkileri belirli bir hukuk düzeni içinde yürütüyor mu? Şu denebilir: Batı toplumları bunu kendi içerisinde bir şekilde halletmiştir. Kısmen doğru; ancak kendisinden olmayan, işte ABDde geliştirilen âdalet teorilerinde gördüğümüz gibi, Amerikalı olmayanı anlamlandıramıyorsa ya da kendi kurduğu değerler sisteminde bir yere oturtamıyorsa ya da kötü bir yere oturtuyorsa orada bir sorun var demektir. Geçmişi örnek göstererek bu gerekçelendirilemez; çünkü ulaşım ve iletişim araçları yanında hukuk anlayışı da geçmişten farklıdır; bu nedenle yapılması gereken de farklılaşır; en azından farklı olmalıdır. Ama dinî, estetik, felsefî ve ilmî değerleri kendi başlarına değil de ürettikleri artı değerle, güçle anlamlandırıyorsak, başka bir deyişle yalnızca gücün ürettiği değerleri ilişkilerimizde belirleyici kılıyorsak, o zaman sorunuzun cevabı kendiliğinden ortaya çıkar: Güç insanları dönüştürüyor, başkalaştırıyor ve diğer insanlar da bu güçten pay almak için bulundukları konumları, insanlık konumunu terk ediyorlar; ama şüpheniz olmasın gün gelecek insanlık da insanları terk edecek…..
….
İhsan Fazlıoğlu-Soruların Peşinde
0 Yorumlar