Bu zeminde, Kur’an’ı Hz. Peygamber’in (sas) kalbine gelen ilahî mana olarak yorumlayanlar var. Peygamber bu manayı beşer kapasitesi dahi-linde formüle ederek kitaplaştırmış ve Kur’an böyle meydana gelmiştir görüşündeler.
Buna göre, tarihsel bir kişilik olarak Hz. Resûlullah çağının çocuğudur. Yaşadığı dönemin kültüründen, bilgi birikiminden, şahsî tarih tecrübesin-den etkilenerek ve öğrenerek yetişmiştir. Aynı zamanda beşer kapasitesinin sınırı, yaşadığı olaylar karşısında kimi zaman sevinmesi, kimi zaman üzülmesi, öfkelenmesi de onun fiilî tasarruflarına ve kurduğu cümlelere etki etmiştir. Kur’an’ın Arapça metinleşme süreci bütün bu tarihselliği bünye-sinde barındırmaktadır.
Bu bakışa göre Kur’an’a beşer müdahalesi mevcuttur. Bu iddia bu muhtevayla modernleşme sürecimizin bir sonucudur. Yöntemini Batı’dan dev-şirmiş, kutsal metinleri bu yöntemin nesnesi kılmış, özüne İslâm’ı çağdaşlaştırmak/ sekülerleştirmek gayesi mündemiç ve İslâm’ı paradigmayı kökten değiştirmeyi teklif eden cüretkâr bir hamledir yapılan.
Kerhen referans
Kur’an’ı şimdilik tevhid, ahlâk ve ibâdetle sınırlayan, onun yeryüzünde İslâm’ı bünyesinde canlı yaşayan bir topluluk inşa etme gayesini gerek-siz gören, başta da cihat âyetlerinin hükmünü tarihin belli bir dönemine hapsederek Müslümanların işgalcilere karşı direnme iradelerini zayıflatan bir işlevle karşımıza çıkmaktadır.
İşin manidar tarafı ise, sırtını moderne/postmoderne dayayan tarihselcilik teklifi, geniş halk kitlelerini davasına ikna etmek ve itirazların ateşini düşürmek sadedinde kendisini arızalı gördüğü tarihe, ilmî geleneğe kerhen refere etmektedir.
Sanki bir iddiayı ilim geleneğimizde ve tarih tecrübemizde ortaya çıkmış herhangi bir görüşe refere etmek onu İslâm adına meşru kılmaya yeter-miş gibi…
Öncelikle İslâm ve geleneğin aynı olmadığını belirtelim. Müslümanlara göre İslâm, Allah’ın (c.c.) insanlığa gönderdiği dindir. Vahiydir, değişmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez Allah (c.c.)’den gelmiş hakikattir. Gelenek ise İslâm’la eşanlamlı değildir, değişebilir, yeniden yorumlanabilir.
Türk Dil Kurumu geleneği şöyle tanımlar: “Bir toplumda, bir toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa ileti-len, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar, anane, tradisyon.”
Bu meyanda geleneğin tümünün İslâm’a göre meşru kabul edilemeyeceği açıktır. Dolayısıyla tarihsel yaşanmışlık manasında kaba iki tür gele-nekten bahsedebiliriz; meşru olan ve olmayan diye.
Meşru gelenek
Bizi konumuz itibarıyla ilgilendiren meşru gelenektir. İllete mebnî İslâmî hükümlerin tarih süreci içinde gelişen ve değişen toplumsal dinamikler muvâcehesinde sabitelere bağlı kalınarak tutarlı bir usûl çerçevesinde ehli tarafından tekrar yorumlanması geleneği. Buna, ortaya çıkan yeni meselele-re dair dinî hükmü, usûl zemininde içtihadla ortaya koyma gayretlerini de ekleyebiliriz. Toplumsal dinamikler değiştiği zaman aynı zeminde İslâmî bir içtihadın/yorumun da değişebileceği bir usûl kâidesidir.
Müslümanların tarih tecrübesinde bu ilmî geleneğe bazen kısmen bazen de büyük oranda aykırı davranmış kişi ve fırkaların varlığı inkâr edile-mez. Bunlar da Müslüman tarih tecrübesinin bir parçası kabul edilirler. Buna rağmen bu fırkaların merkezî kriterlere aykırı amel ve yorumları bir sapma olarak kabul edilmiştir.
Dolayısıyla bir yorumun, bir nâhoş olgunun tarih tecrübemizde ortaya çıkması onu meşru kılmaz. Tarihimizdeki hadis uyduran kişi ve grupların varlığı bugün hadis uydurmayı meşru kılmayacağı gibi. O dönemde kınanmıştı, bugün de kınanmaktadır. Meseleyi daha fazla izah etmek üzere bazı örnekler verelim.
Kerramiye fırkası ve bazı Mürcie müntesiplerinin münafıkları Allah indinde Müslüman görme sapkınlıkları. Zira onlar; diliyle şehâdet getirenlerin kal-ben inanmasalar dahi Müslüman olduklarını söylemişler, böylece Kur’an’a, Sünnet’e ve icmaya aykırı düşmüşlerdi.1
İsnâ Aşeriyye Şia’sının on iki imamın masum olduğu, vahiy aldığı ve sırasıyla Hz. Muhammed (sas)’den sonra tüm inananların siyasî ve dinî otoritesi olduğu inancı.2 Hâricilerin Müslümanların kanını, malını ve ırzını helal saymaları ve bu zeminde gerçekleştirmiş oldukları katliamlar. DEAŞ de şiddet teolojisini ve pratiklerini Hâricî tarih tecrübesine ve bağlamından koparılmış bazı selefi yorumlara dayandırmaktadır.
Bugün Kur’an-ı Kerim’in tarihselliği adı altında estirilen fikir terörü de meşrulaştırılması mümkün olmayan bir iddiayı meşrulaştırmak adına kay-nak kitaplardan bir takım alıntılara zoraki dayandırılıyor. Öncelikle asıl kaynaklarını gizliyorlar. ‘Bizim de gelenekten dayanağımız var, gidin itirazı-nızı geleneğe yapın’ türünden tutarsızlıklarını örtmeye çalışıyorlar. Oysa ilmî geleneği kendilerine bir engel olarak görürler.
Tarihsel tecrübemizde ortaya çıkmış her iddiayı olumlama veya fikir hürriyeti bağlamında dokunulamaz kılmak aslında çılgınlıktır. Bâtinilerin helali haram, haramı helal sayan hakikatten kopuşları gibi nice küfür ve bidat uygulama ve iddiaları hatırlamakta yarar vardır.
Günümüzde şâhit olduğumuz ve özünde İslâm’ın içini boşaltmayı ve dini sekülerleştirmeyi amaç edinmiş nevzuhur tarihselciliğin birkaç yüzyıl sonra tarih tecrübemizin bir parçası olacağı da açıktır. Bu, tarihselciliği, ileride bugünü gelenek sayarak meşru kılamaya yetecek mi?
Müellefe-i kulûb
Tarihselcilerin kendilerini refere ettikleri belki de en önemli mesele Hz. Ömer’in müellefe-i kulûb’a (kalpleri İslâm’a ısındırılanlar, yumuşatılanlar) zekattan verilen payı kesmesi hâdisesidir. Hz. Ömer’in Kur’an’ın aşağıdaki hükmünü içtihatla nesh ettiğini (ortadan kaldırdığını) dahi iddia edebil-mekteler. O yaparsa biz de yapabiliriz fehvasınca…
Özetle meselenin aslına bakalım. Kur’an’da zekat verilmesi gereken sınıflar şöyle sıralanır:
“Sadakalar ancak şunlar içindir: Fakirler, yoksullar (miskinler), o işte çalışan görevliler, müellefe-i kulûb (kalbleri İslâm’a ısındırılacaklar), köle-ler, borçlular, Allah yolundakiler, yolda kalmışlar. Allah tarafından böyle farz kılındı. Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe: 9/60)
Görüldüğü üzere bu âyet zekat malının kimlere verileceğini hükme bağlamaktadır. Bu sınıflardan birisi de müellefe-i kulûb’tur. Bu sınıfa girenler, hem Müslüman hem de gayrimüslim kişi ve toplumlardan oluşur. İslâm’a kazandırılacaklar, kafirlerin tarafında bulunup Müslümanlara yardım edebilecek kimseler, kendilerine maddi yardım yapılmadığı takdirde küfre döneceğinden korkulan yeni Müslümanlar ve benzer konumda olan birçok kişiyi, sınıfı ifade eder.3
Bu uygulamadan amaç, onları İslâm’a kazanmak ya da en azından onlardan gelecek zararları onların gönüllerini hoş tutarak def etmektir. Sa-dece zekat malından değil, gerektiğinde ganimet ve diğer gelirlerden de bu sınıfta olan kişilere bu tür harcamalar yapılabilir.
Peki, Hz. Ömer’in Kur’an’ın bu hükmünü yorumla ortadan kaldırdığı ve sahabelerin de bu yeni uygulama üzerinde ittifak ettiği doğru mudur? Dillerine pelesenk ettikleri olayın özeti şudur:
Müellefe-i kulûb’tan olan Uyeyne b. Hısn el-Fezârî ile ez-Zibrikân b. Bedr, Hz. Ebû Bekr’in hilafeti döneminde kendisine gelerek, Bahreyn’den gelen haraç (dikkat edin zekat değil, haraç) gelirlerini kendilerine bağlaması durumunda kavimlerinden hiç kimsenin İslâm’dan dönmeyeceği güvence-sini vereceklerini söylediler. Hz. Ebû Bekr bu teklifi kabul etti ve bir vesika hazırladı. Vesika hakkında ihtilafa düştüler. Hazırlanan bu vesikaya şahit olarak yazılan isimler arasında Hz. Ömer de bulunuyordu. Onaylaması için söz konusu vesika kendisine getirildiğinde, onaylamayı reddetti ve vesika metnini sildi. 4 Hz. Ebû Bekr de bu görüşü benimsedi.
Kaynakların aktardığı bu olaydan hareketle Hz. Ömer’in Kur’an’ın ve Sünnet’in hükmünü şahsi görüşüyle ortadan kaldırdığını iddia etmek ve bunu tarihselciliğe kaldıraç kılmak doğru değildir.
Bu meseleyi bütün boyutlarıyla burada ele almanın imkânı bulunmamaktadır. Konuya ilgi duyanlar tefsirlerden ilgili âyetin izahına ve konuyu ele alan kitaplara bakabilirler. Biz şu kadarını zikretmekle yetinelim.
Hz. Ömer âyetin hükmünü ortadan kaldırmamıştır. Müellefe-i kulûb sınıfına giren kişilere yapılan ödemeden sadece iki kişinin (Uyeyne b. Hısn el-Fezârî ile ez-Zibrikân b. Bedr) ödemesine son vermiş, asalak bir sınıfın üremesinin önüne geçmiştir. Zira hükmün illeti, yani kalbin telifini gerektiren şey, o iki kişiye has olarak ortadan kalkmıştır, illet kalkınca da onlara dair hüküm de sona ermiştir. Bu da bir usûl kaidesidir. Hüküm illetiyle vardır. Bu müellefe-i kulûb hükmünün ve bu sınıfa giren kişelere ödemelerin durdurulduğu anlamına gelmediğini yine kaynaklar bildirmektedir.
Meselâ Hz. Ömer, Sasani ordusunun önemli komutanlarından Hürmüzân’a kalbini İslâm’a ısındırmak gâyesi ile iki bin dirhem maaş bağlamış-tır. Yine “Hutay’e” lakaplı meşhur şair Cervel b. Mâlik’e -ki kendisini etrafındakileri hicvetmekten alamayan güçlü bir şairdi- Müslümanları şiirleriyle rahatsız etmemesi için aynı fondan ödeme yapmıştır. Daha başka örnekleri de olan bu olaylar bizzat Hz. Ömer’in mevzuhabis âyetle amel ettiğini ortaya koymaktadır.
Ancak tarihselciler meselenin aslını ortaya koymak derdinde değillerdir. Daha önceden ikna oldukları tarihselciliğe pek de kendilerini bağlama-yan, önemsemedikleri ve hatta ayak bağı gördükleri ilmî gelenekten ana akım Müslümanların itirazlarını hafifletmek üzere dayanak aramaktadırlar. Yukarıda özetle değindiğimiz ve burada zikretmediğimiz bazı uygulama ve nakiller salt bu amaçla ileriye sürülmüştür. Böylece geleneğin tarihselliğini değil vahyin tarihselliğini ispatlayacaklarını düşünüyorlar. Bunu yapabilirlerse Kur’an-ı Kerim’in evrenselliğine ve tarih üstülüğüne olan Müslüman imanını yapıbozuma uğratacaklardır.
Ontolojisini, epistemolojisini (bilgi sistemini) ve medeniyet tecrübesini ayıplı gören akılların başkalarının epistemolojisine bütün özgünlük iddiala-rına rağmen teslim olmaktan başka çareleri yoktur.
Bu iddia sahipleri Pakistan, İran, Türkiye, Mısır ve birçok coğrafyada etkili çevreler tarafından medyada gündem yapılıyor. Müslüman coğrafya ateş çemberinden geçerken bu tür tartışmalar Müslümanlara zaman ve enerji kaybettirmekte, yoğunlaşmaları gereken meseleleri ıskalamalarına sebep olmaktadır.
Müslümanların görevi tarihte ortaya çıkmış arızalı yorumları ve pratikleri ihya ve tecdid geleneğimizle tasfiye etmek olmalıdır, meşrulaştırmak ve merkezî kriterleri değiştirmek değil.
Prof.Dr.Serdar Demirel
Kaynaklar
1) En-Nevevî, Ebû Zekeriya Muhyiddin, el-Minhâc Şerhu Sahih Muslim, (Beyrut: Daru İhya et-Turâs al-Arabî, b.2), 1/147; el-Aynî, Bedreddin, Umdetu’l Kârî Şerhu Sahih el-Buhâri, (Beyrut: Daru İhyau’l Turâs al-Arabî), 1/191.
2) El-Kuleynî, Muhammed b. Ya’kub b. İshâk er-Râzî, El-Kâfî, (Tahran: Dâru’l Kutub el-İslâmiyye), 1/279.
3) El-Karadâvi, Yusuf, Fıkhu Zekât, (Müssesetü’l Risâle, b.2, 1973), 2/595-598.
4) Et-Taberî, Muhammed b. Cerir, Târîhu’r-Rusul ve’l-Mulûk, (Beyrut: Daru’l Turas, b.2), 3/275.
0 Yorumlar