Şikayeti Bırak, İşine Bak!
Paylaş:

136887-300x154 Şikayeti Bırak, İşine Bak!

 

Bu devirde yaşamış bir Allah dostu doktora gider. Doktor so­rar: “Şikâyetiniz nedir efendim?” O büyük zât cevap verir: “Şikâ­yetimiz yoktur, derdimiz vardır.” Bu sözdeki mânâyı kavrayan kulluğunu kavramış demektir. Tabii ki bu, acı tatlı her şeyi Rab- binden bilen râzı olmuş bir kulun sözleridir. Bir de kendimize bakalım. Nereye baksak, neden bahsetsek, nereye gitsek ya ken­dimiz şikâyet ediyoruz ya da başkalarının şikâyetini dinliyoruz. Evde şikâyet, sokakta, çarşıda, taziyede, mescidde, okulda şikâ­yet… Gelirimizin azlığından, arabamızın eskiliğinden, mobilya­mızın demodeliğinden, televizyon kanallarının saçmalığından… Hayattaki hemen her şey şikâyet konusu.

İş kendimizden çıkıp toplum ölçeğine gelince şikâyetin ölçeği de değişiyor. Eğitim sisteminden, hastanelerden, trafikten, mahke­melerden, ekonomiden şikâyet ediyoruz. Herkes ediyor, her yer­de ediyor. Hatta günlük konuşmalarımız neredeyse tamamen bu şikâyetlerden oluşuyor. Kendimizden şikâyete başlarsak hemen sistemden şikâyete geçiyoruz. Sistemden şikâyet edince de he­men mevzuyu kendimize getiriyoruz.

Şimdi öyle de geçmişte farklı mıydı? Meselâ Fuzûlî divanına ba­kalım. Bakın Fuzûlî’de kaç çeşit şikâyet var? Aşktan, sevgiliden, gönülden, gamdan, ayrılıktan, yalnızlıktan şikâyet… Bahttan, dünyadan, hâlinden şikâyet. Âhtan bile şikâyet var. Gözyaşın­dan, akıldan, kendisinden, başkasından, halktan şikâyet var. Hatta gözden, saçtan, kandan bile şikâyet var.

Evet, büyük ârif Fuzûlî birçok şeyden şikâyet eder ama dermanın da ne olduğunu çok iyi bilir. Her şikâyetten sonra işi yine Allah’a bağlar. Şu beytine bakalım:

Ey dil ki hecre düzmeyib istersin ol mehi

Şükr et bu hâle yoksa gelir bir belâ sana.

Yani: “Ey gönül, ayrılığa dayanamayıp o ay gibi sevgiliye kavuş­mayı dilersin. Hâline şükret yoksa başına bir belâ gelir.”

Fatih Sultan Mehmed de “Avnî” mahlâsıyla yazdığı bir şiirinde şöyle der:

Cevr-i dilber tan-ı düşmen sûz-ı firkat zaf-ı dil

Türlü türlü derd içün yaratmış Allahım beni.

Şunu diyor: “Ne çok derdim yar: Sevgilinin yaptığı eziyetler, düş­manın ayıplaması, ayrılığın acısı, gönlümün zayıflığı. Kısacası Allahım beni türlü dertlere uğratmak için yaratmış.”

“Şikâyet” kelimesi, “yakınmak” anlamına geliyor. Bu ise “yak­mak” fiilinden gelir. “Kendi kendini yakmak” demek. Demek ki “yakınmak” bizim dilimizde “içi beni, dışı seni yakar” deyimin­deki anlama yakın bir şey. Ama bu yanmak aşk ateşiyle yanmak gibi bir şey değil. îçten içe hoşnutsuzluk, memnuniyetsizlik, hu­zursuzluk, tatminsizlik duygusu… İstediğimiz, hak gördüğümüz, ihtiyaç duyduğumuz şeylerden mahrum kalmaktan doğan bir sı­kıntılı hâl… Kimi için de bir hedeften, bir idealden, bir hayalden uzak kalmaktan doğan hoşnutsuzluk.

Şikâyet sorunlardan edilir. Biz bugün her can sıkıcı, olumsuz şeye “sorun” deyip geçiyoruz. Oysa “mesele, dert, endişe” gibi birçok kelime var. “Dert” kelimesi sözlükte “üzüntü, hastalık, ağrı, sorun, kaygı” anlamlarına geliyor. Farsça kökeninde “elem, keder, hastalık” demek Şikâyet ile irtibatlı pek çok kavram var: Endişe, nedamet, hüsrân, hicrân, kâbus, hafakan, gam, cevr, gussa, teessüf, teessür, ve­him, buhran, mâtem, gaile, melâl, ıztırap, ye’s, efgân, mihnet, kahr, sitem, keder, tasa, kaygı, üzüntü, kasvet, inkisar, hüzün, elem, enduh, kudûret, sıkıntı, dilhûn, cefâ, belâ, düşvâr, âh, zahm, illet, feryâd…

Dert çok, şikâyet de…

Şikâyetçilik Hastalığı

Peki, günümüzde evimizde, sokakta, iş yerinde, okulda, ticarette, siyasette şikâyet edilecek şeyler yok mu? Elbette var. Hem de çok.. Çevremizdeki bu kadar sorunu görmezden mi gelelim? Elbette ha­yır. Ama sorunu görmek bir şeydir, soruna takılıp kalmak ayrı bir şey. Görmek halletmenin yarısıdır. Ama takılmak insanı çaresiz bı­rakır. Şikâyeti dert olarak görüp çözüm aramak bir şeydir, şikâyeti âdet edinmek bambaşka bir şey. Bir sorundan sürekli bahsetmek onun çözümünü kolaylaştırmaz, aksine olduğundan daha da bü­yük gösterir. Hele bizim gibi çok konuşup az iş yapılan bir toplum­da. Daha doğrusu konuşmanın bizatihi iş sayıldığı bir toplumda…

Memnun olmadığımız pek çok şey var elbette. Kendimizden, ai­lemizden, çevremizden, işimizden, toplumdan, sistemden, dün­yadan kaynaklı o kadar çok mesele var ki şikâyet etmemek elde değil. Ama şikâyet ile beraber ve şikâyetten sonra ne yapıyoruz? Asıl mesele bu. Eğer eğitimden siyasete, sanattan çocukların ter­biyesine kadar şikâyet ettiğimiz birçok konuda hiçbir şey yapma­dan sadece konuşuyorsak burada bir sıkıntı var. Bu şikâyetçilik denen hastalığa giriyor.

Şikâyetçilik en yaygın hastalıklarımızdan birisi. Zamanımızı, ömrümüzü, enerjimizi şikâyetlere harcayıp duruyoruz. Bu şe­kilde toplumun ağıt korosuna katılıyoruz. Çünkü herkes şikâ­yet ediyor. Biz aslında çocukluğumuzdan itibaren evde, okulda, sokakta, çarşıda, işyerinde bir nevi şikâyetçilik eğitimi alıyoruz. Hâlbuki bu boş işe verdiğimiz saatleri kendimizi geliştirmeye, bilmediklerimizi öğrenmeye, eksiklerimizi tamamlamaya harca- saydık bu olumsuz ortamda en azından kendimiz adam olurduk.

Aslında şikâyeçilik, diğer pek çok başka sorunu büyük bir kılıf­tır. En başta kendine düşen işi başkalarına yükleme eğilimi gelir. Eğitimin iyi değil mi? Senin değil, sistemin kabahatidir. Trafikte saçma hareketler yapanlar mı var? Sen doğrusun ama düzen ya­muktur. Sistem, düzen gibi kelimeleri kullanarak üzerimizdeki sorumluluğu da başkalarına atıyoruz. Böylece şikâyet ettiğin ku­surun sende olmasını normal gösterirsin.

Şikâyetçilik, emeksizlik demektir. Konuşup durduğun sorunlar­la ilgili iş yapmak zorunda kalmazsın. Üstüne üstlük bu şekilde senin o meselede kabahatinin olmadığını ispatlarsın. Çünkü bir ayıbı işleyen herhâlde o ayıptan bahsedilmesini istemez. Bu şekilde şikâyetçilik insanın kendini temize çıkarmasının da kestirme bir yoludur. Şikâyet edersen kimse senden onu düzeltmeni istemez.

Şikâyetin imâ ettiği “yandık bittik” mantığı herkesin bir kurtarıcı beklemesinin ön şartıdır. Yani ben bir şey yapmayayım, şikâyet ettiğim kusur bende de var iken başkalarını suçlayayım, sonra da “bizi ancak filanca kurtarır” diyerek yükü başka birisinin sırtına bindireyim. Bu apaçık bir kolaycılık ve bedavacılıktır. Kişi gayret ettiği kadar kuldur. Allah’ın takdiri içinde binlerinin gelip genel işleri düzeltmesi, kulun kendini düzeltme mecburiyetini boşa çı­karmaz.

Şikâyetçiliğin bir başka önemli sebebi ise boş beklentiler veya tûl-i emeldir. Yani hakkı olmayan, haddi olmayan, gerçek olmayan hevesler ve hayallerle hayatı geçirmek Dünya sonuçta bir sıkın­tı yeridir, bir mihnethâne, bir çilehânedir. Rabbimiz buyuruyor: “Behemehal sizi biraz korku, biraz açlık ve biraz mal, can ve mah­sul eksikliği ile imtihan ederiz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 2:155). Dolayısıyla bu dünyada bitmeyen bir rahatlık ve hoşluk aramak abestir. Böyle başlayanlar için hayatın her anı insana batar. Beklentiler ile gerçekler arasında uçurum olunca insanda tatminsizlik ortaya çıkıyor. O zaman da veryansın… Elindekinin kıymetini bilmeden ötede kurduğu bir hayal ile kıyaslayarak öm­rünü geçirenler asla tatmin olamazlar, mutluluğu bulamazlar.

Şikâyetçilerin çoğu gayretsiz olanlardır. Bunlar hem iş yapmaz­lar, hem sorunları çözmeye çalışmazlar hem de sabırsızlık gös­terirler. Kendileri için hayırlı mı, şerli mi olup olmadığını bil­meden sürekli nefislerinin arzu ettiğini isterler hem de bir an önce olsun isterler. Hâşâ sanki Allah onların emrindeymiş gibi. Uyanık bir kul, Allah’ın o sabırla gayret ettiği müddetçe nimetini artıracağını bilir.

Ebû Hureyre’nin [ra] rivâyet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber [sav] buyurdu: “Mümin, sürekli olarak rüzgârın eğici tesirine maruz bir bitkiye benzer. Mümin, devamlı belâlarla baş başadır. Mü- nafıkın misali de çam ağacıdır. Kesilip kaldırılıncaya kadar hiç ırgalanmaz?’ (Buhârî). Bir gün Hz. Âişe validemiz [ra] bir omuz örtüsü ile kalın bir peştemal çıkardı ve: “Resûlullah [sav] bu ikisi arasında vefat etti.” dedi (Buhârî). Hep Resûlullah Efendimiz (sav] ve ashabının hayatının zorluklarından bahsederiz. Ama biz en ufak bir sıkıntıda hemen şikâyete, hatta isyana başlarız.

Demek ki dünya gerçeğini unutmamak lazım. Dertler bu dün­yanın hamurunda vardır. Güzel bir söz var: “Derdin içinden çıkamıyorsan derdi içinden çıkar” diye. Gerçekten Allah derdi adamına göre verir. Dağına göre kar, adamına göre imtihan ve­rir. Bir kere bize verilen sıkıntı bizim hak ettiğimiz sıkıntıdır. Biz de o sıkıntıya tahammül ederek, sabrederek, gayretle üstesinden gelmeye çalışarak kulluğumuzu çoğaltırız. Allah’a yakınlaşırız. Dert aynı zamanda Allah’ı hatırlatıcıdır. Dertler olmasa Allah’ı zor hatırlarız. Dua, niyâz aklımıza bile gelmez. O yüzden aslında dertler insanın öğretmenidir. Şükrü, sabrı ve sebatı öğretirler.

Bir gün şeker hastası birisi bir dükkâna gitmiş. Orada esnafla soh­bet ederken şeker hastası olduğunu söylemiş. Esnaf: “Aa, çok kötü bir hastalık.” deyince o kimse: “Öyle deme abi. Hastalığı da veren Allah’tır. Allah’ın verdiği şey kötü olmaz. Aksine her hastalık in­sanın bir eksiğini gidermek üzere verilir. Meselâ ben şeker hastası olmadan evvel çok sabırsızdım. Ama bu hastalık sabır gerektirdi­ği için ben de yavaş yavaş sabrı öğrendim.” demiş. Doğru sözdür.

Dünyada insan ancak çile çekerek olgunlaşabilir. Hep söylerim: “Dertli insan iyi insandır.” Ama neyin derdi? “Niye zengin deği­lim, meşhur, makâmlı, güçlü değilim” diyerek dertlenen değil. “Ben niye hâlâ iyi bir kul olamadım, hâlâ çok eksiğim var.” diye kendini sigaya çeken insan… Tarihte büyük adam dediklerimiz hep çile çekmiş adamlardır. Çile tarlayı süren saban gibidir. O tarla sürüldükten sonra gayret tohumu ekilirse Allah oraya bere­ket ve rahmet verir.

Dertsiz bir insan yoktur. Arayan boşuna arar. Eski zamanlarda bir sultan hastalanmış. Ölecek raddeye gelmiş. Hikmet ehli, “Dertsiz bir adamın gömleğini getirip sultana giydirin. Ancak böylece bu hastalıktan kurtulabilir?* demişler. Onun üzerine padişahın adam­ları bütün memleketi gezmişler, aramışlar, sormuşlar ama dertsiz bir insan bulamamışlar. En son bir ağacın altında neşeyle kaval çalan bir çoban görmüşler. “Bu adam dertsiz birine benziyor” deyip yanma gitmişler. Sormuşlar: “Hiç derdin var mı?” Çoban: “Yok, Allah’a şükür” demiş. Onun üzerine padişahın adamları se­vinmişler. “Hadi o zaman çıkar da gömleğini bize ver” demişler. Çoban: “Benim gömleğim yok ki. Hiç de olmadı” demiş.

Demek ki dünya dert, sıkıntı, çile yeridir. Hep rahatlık aramak boşunadır. Elindekiyle, takdir edilenle mutlu olmayı bilmek ge­rekir. “Elhamdülillah ala külli hâl” yani “her halde Allah’a ham- dolsun” demeyi öğrenmek gerekir.

Şikâyetçilikte tehlikeli başka bir yön var. Sürekli şikâyet eden kişi başma gelenlerin, elinde olanların, yaşadıklarının sonuçta Rab- bimizin takdirinin sonucu olduğunu unutmuştur. Oysa Allah’ın hayrı ve şerri verdiğini, hepsinde bizimle ilgili hayırlı bir yön olduğunu unutmamak gerekir. Bu yüzden veliler şikâyet değil şükür insanlarıdır. Belâya da şükrederler çünkü beterin beteri, imtihanın imtihanı vardır. Her mihnet, her sıkıntı onları uçuru­mun kenarından çekip alan bir iptir. Allah’ın ipidir. Yunus Emre bunu ne güzel ifade etmiş:

Câna cefâ kıl ya vefa

Kahrın da hoş, lütfün da hoş.

Ya derd gönder ya deva

Kahrın da hoş, lütfün da hoş.

Hoştur bana senden gelen

Ya hilat ü yâhûd kefen

Ya tâze gül, yâhûd diken

Kahrın da hoş, lütfün da hoş.

Gelse celâlinden cefâ

Yâhûd cemâlinden vefâ

İkisi de câna safâ

Kahrın da hoş, lütfün da hoş.

Ger bağ u ger bostân ola

Ger bend ü ger zindân ola

Ger vasi ü ger hicrân ola

Kahrın da hoş, lütfün da hoş.

Ey pâdişâh-ı lemyezel

Zât-ı ebed, Hayy-ı ezel

Ey lütfü bol, kahrı güzel

Kahrın da hoş, lütfün da hoş.

Ağlatırsın zarı zârı

Verirsen cennet ü huri

Lâyık görür isen nârı

Kahrın da hoş, lütfün da hoş.

Gerek ağlat, gerek güldür

Gerek yaşat, gerek öldür

Âşık Yûnus Sana kuldur

Kahrın da hoş, lütfün da hoş.

Şikâyetçiliğin bir sebebi de sabırsızlıktır. Sabır, zaman ile ilgili bir kavram. Arzu ettiğin ile elde ettiğin arasındaki mesafedir. Bu arayı, beklemeyi, ummayı Allah’a bağlayan sabretmiş olur. Sabır Allah’tan başkası için yapılan bekleme değildir. Çıkarı için, nefsi için sabreden olmaz mı? Vardır, hem de çoktur ama bunun o kişiye ne dünyada ne de âhirette bir faydası olmaz. Kişi ancak Allah için çile çeker, sabreder. Ama unutmayalım ki sabır sebat ile beraberdir.

İnceleyin:  Belaya Mâruz Kalmanın Dini Konumu

Resûlullah Efendimiz [sav] buyurdu: “Sabır ışıktır.” Demek ki sı­kıntılı anların karanlığına aydınlığı getiren sabırdır. Üç çeşit sa­bır vardır: Allah’a taatte sabretmek, Allah’ın yasakladığı şeyleri işlememekte sabretmek, musibetlere sabretmek…

Elindekiyle yetinmeme, yani kanaatsizlik şikâyetçiliğin başka bir sebebidir. Hâlbuki kanaat en büyük hazinedir. Eldekinin kıyme­tini bilmeyen elindekini de kaybeder. Dünya yoklukla ve varlıkla imtihan edildiğimiz yerdir. Çalışıp çabalayıp elde ettiğimiz şey bizim hakkımızdır. Bununla yetinmeyip, hep fazlasını, hem ço­ğunu istemek şımarıklıktır. Böylesinin sonu zarar ve ziyandır.

Dolayısıyla şikâyetçiliğin bir sebebi de rızasızlıktır. Allah’a ka­naat etmemek, O’na yaslanmamak, güvenmemektir. Allah’ın rızasının önşartı ise kulun O’na olan rızasıdır. Kul Rabbimizin acı tatlı verdiklerine “eyvallah” deyip yine Rabbine şükür ve sabır ile sığınırsa Rabbimiz ondan râzı olur. Râzı olduğu kullar ise insan­lar arasında yüceltilir.

Rızâ olmayınca şükür olur mu? Şükür olmayınca rıza olur mu? Ne hamd ne de şükür şikâyetçilikle bağdaşmaz. Sadece gözünün gördüğünü düşünen birisi bile sonsuz şükreder. Bunun üstüne insanın geçici heveslerini durmaksızın şımarık bir çocuk gibi isteyip durması şükürsüzlüktür. Önce Rabbinin verdiklerine te­şekkür etmelidir. Her anında, hâlinde Allah’a şükreden kişi şikâ­yete vakit bulamaz.

Biraz düşünürsek şikâyetçiliğin bir sebebinin de kibir olduğunu anlanz. Kişinin kendi dışındaki herkes ve her şey ile ilgili sızlan­ması, aslında “ben daha yücelere, iyilere lâyıkım” duygusunun bir eseridir. Diğer insanları, elindekileri, başma gelenleri yetersiz ve küçük görmek tekebbür olur. Bunun şifâsı da elbette tevbe etmek ve ne kadar âciz olduğunu unutmamaktır. İnsan gözüyle bile göremeyeceği kadar küçük bir varlık olan virüsün kendini öldürebileceğini hatırlarsa acziyetini iyi anlar.

Şikâyetçilik Ne İşe Yarar?

Şikâyeti iş edinen insanda olumsuz düşünceler çoğalır. Sorunu çözecek şevkini, enerjisini kendi eliyle bitirir. Motivasyonu dü­şer, iş yapacak gücü kalmaz. Fakat eleştiri, tahkik, tartışma ayrı­dır. Bunlar işe yönelik fiillerdir. Şikâyet ise iş ve teşebbüs gerek­tirmeyen lâkırdılardır. Çözüme doğru yürümek varken sürekli yakınmak ne doğru, ne de verimli bir davranıştır.

Şikâyetçilik insanda sorunu çözme gücü bırakmaz. Yapılan araş­tırmalara göre olumsuzluklara odaklanmış beyin, olumlu algılan da engellemeye başlıyor. Böyle bir zihin yapısını değiştirmek çok zor oluyor. O yüzden en güzeli en baştan, en genç günlerimizden başlayarak sorunları görmek, onları tanımlamak ama kendi eli­mizde çözümü olanlara odaklanıp, geri kalanlarına takılmamak…

Bunun için arkadaşlık yaptıklarımıza da dikkat etmek gerekiyor. Çünkü yine araştırmalara göre yanımızdaki insanlar her şeyden şikâyet ediyor ve olumsuz duygularını dile getiriyorsa biz de o yönde etkileniyoruz.

Şikâyet etmek bedeni de olumsuz etkiliyor. Çünkü beyinde olumsuz düşünceler doğduğunda bağışıklık sistemi zayıflıyor ve beden tüm hastalık ve enfeksiyonlara açık hale geliyor. Yine kan basıncı, kolesterol ve kalp krizi riskinde de artış ihtimali ortaya çıkıyor. Çünkü olumsuzluğa takılıp kalmak stresi doğuruyor ve stres hem bedeni hem de ruhu çok kötü etkiliyor. Stres bildiği­niz gibi “baskı” demek Müzmin yani sürekli stres, kortizol adlı bir hormon salgılanmasına yol açıyor. Bu hormon beynin hipo- kampüsünün üzerini bir asit gibi kaplıyor. Hipokampüs insanın görsel mekânsal hafızasını barındıran, yani olayları yerli yerinde değerlendiresine imkân veren merkez. Bu merkez kortizol ile felç olunca insanın çözüm yolları tasavvur etmesi engellenmiş olu­yor. Kısacası şikâyet çözümsüzlüğü doğuruyor.

Araştırmalara göre her insanın bir şikâyet eşiği var. Aynı olum­suz durum karşısında kimi dillerini tutup şikâyet etmezken, ki­misi hemen şikâyete başlıyor. Bu eşik, kişinin o durumu ne kadar kontrol edebileceği algısına dayanıyor. Eğer şikâyet işe yaraya­caksa hemen yapılıyor. Meselâ bir eşyanız uçakta kaybolduysa hemen havayolu ofisine gidip form dolduruyorsunuz. Çünkü bu şekilde sorunun giderileceğine dair inancınız yüksek… Demek ki şikâyet etmeyenler de iki çeşit: gerçekten sabredenler ve şikâye­tinden sonuç alamayacağından emin olanlar…

Dinimizde “şikâyet” diye bir amel yoktur. Aksine Rabbimiz ve Resûlullah Efendimiz [sav] rızayı, sabrı, sebatı, çalışmayı, olum­suzluklara, rahatsızlıklara karşı gayretiyle ve niyaziyle Allah’tan çare aramayı emreder. Rabbimiz ana babamıza bakarken “öf!” bile demememiz gerektiğini bize bildiriyor. Yakınmak, kahret­mek, suçlamak hoş şeyler değil. Hele bu sitem ve kahır hâşâ Rab- bimize, takdirine, kaderimize yönelirse… Çünkü Allah a inan­dığımız anda her şeyin O’nun elinde olduğunu, her şeyi ve her olayı O’nun yarattığım kabul etmiş oluyoruz.

Başımıza gelen kötü veya sevimsiz bir şey bir insan eliyle olmuş olabilir. Bize birileri zulmetmiş, haksızlık yapmış, soymuş, yalan söylemiş, aldatmış, ihanet etmiş olabilir. Bu, o insanın o işte nef­sine yenik düştüğünü gösterir. Çünkü kötülüklerin kaynağı insa­nın nefsidir. Onun nefsi varsa benim de nefsim var. Ama onun nefsinin ortaya çıkardığı bu iş, beni yaraladı. O hâlde suçlu kim? Elbette bana bu zararı veren insan. Ama ona kahretmektense, önce ben neden aldandım ona bakmak gerekir. Beni aldatan da neftimdir. Ayrıca şunu da unutmamak gerekir ki onun bu kö­tülüğü yapmasına müsaade eden Allah’tır. O hâlde bu iş de her şey gibi takdirin içindedir. Ama benim kendimi korumam da, aldanmamam da, tedbîr almam da takdirin içindedir. O zaman başkasından bir şikâyet edersek, kendimizden bin etmeliyiz.

Başkalarının kötü fiillerine kızmak, onlara lânet etmek, kah­retmek onları düzeltmez. Hatta şikâyetle gıybete de düşebiliriz. Oysa dertleşmek ayrı, gıybet ayrıdır. Elbette topluma mâl olmuş kişiler, hele kötü işleriyle insanlara zarar veriyorsa onlardan şikâyet edebiliriz. Ama bir insandan her şikâyetimizin sonuna en azından “Allah ıslah etsin” veya “Allah hidâyet versin” duasım da eklesek iyi olur.

İnsan kendini düzeltemezken başkasını hem de şikâyet ederek nasıl düzeltebilir? Hele şikâyetimizi, gördüğümüz yanlışı ona söylemiyorsak… Maalesef gördüğümüz yanlışları düzeltmede edebimiz yok. İnsanları herkesin ortasında, aşırı sözler söyle­yerek, suçlayarak eleştirdiğimizde nefisleri hemen kendini ko­rumaya geçer. Oysa insanlara emr-i mâruf yapmanın ilk şartı gönüllerini kollamaktır. Güzelce, alttan alarak, baş başa kalınca konuştuğumuzda sözlerimiz ve uyarılarımız daha etkili olur.

Belki karşımızdakinin nefsini düzeltemeyiz ama kendi nefsimiz­le uğraşıp daha iyi bir insan olabiliriz. Bunu bir âdet hâline ge­tirirsek her başımıza gelen olumsuz hâlden bir ibret ve çözmek için bir gayret çıkar. Kaldı ki, haksızlığa haksızlıkla, kötülüğe kö­tülükle cevap vermek caiz olmadığı için sabır ve sebatla Allahu Teâla yı yanımıza alırız. Çünkü Rabbimiz sabredenlerle beraber­dir. Bu haksızlığa sessiz kalacağımız anlamına gelmez. Ama şer işte mücadele ile» hayırlı işte de şükürle tevekkül etmek gerekir.

Fuzûlî’nin dediği gibi:

Felek devr etmeği ahvâline vâkıf olan ârif

Tarîk-i sabr u teslim ü tevekkül ihtiyâr eyler.

Yani, “Feleğin devretmesindeki ahvâle vâkıf olan ârif kişi; sabır, teslimiyet ve tevekkül yolunu ihtiyar eder.

Hele insanın, nefsini tanımış ve kendini düzelterek doğrulmuş olan bir mürşidi varsa o zaman sabrı, tevekkülü ve teslimiyeti öğ­renmesi daha da kolay olur. Yine Fuzûlî’nin bir nihâisine bakalım:

Ey sâlik-ı râh-ı Hak sana kat’-ı tarîk

Düşvârdır olmazsa refikin tevfik

Tut dâmen-i mürşîd-i tevekkül ki sana

Maksûd müyesser ola tevfik refik.

Ne diyor? “Ey Hak yoluna giren sâlik. Allah’ın tevfîki sana yar­dımcı olmazsa tuttuğun yol zorluklarla dolar. Tevekkül mürşi­dinin eteğinden tut ki, maksadına ulaşman için Allah’ın tevfîki sana yardımcı olsun.”

Çare Ne?

Unutmayalım ki çare de, dert gibi kendimizden başlıyor. Kendi başımıza bulabileceğimiz bazı hâl çarelerini sıralayalım…

Şikâyeti bırak, şükre bak. Mevlânâ Hazretlerinin Mesnevi sinin ilk beyti bize üzerinde durup kendimize örnek alacağımız bir usûlü de hatırlatıyor:

Dinle neyden ki hikâyet etmekte

Ayrılıklardan şikâyet etmekte.

Burada şikâyet ve hikâyet arasında bir ilişki var. Kişi derdinden şikâyet eder ama mutlaka çözüm bulması, yani hikâyet etmesi de gerekir. Tek başına şikâyetin bir faydası yoktur. Kişinin faydasız ve boş işlerden uzak durması gerekir.

İnsanın yıkıcı şikâyetçilikten kurtulması için deniz gibi engin olması lazım. Yani geleni Hakk’tan bilmek, aceleyle tepki ver- inekten kaçınmak, her şeyin bir yerinin olduğunu bilmek, bir çarenin olacağını unutmamak… Kısacası “bu da geçer yâ Hû!” diyebilmek.

Yine, insanın sürekli kendindekileri eksikleri tamamlamaya gay­ret etmesi gerekir. Dünya sorunla dolsa, yansa bile kulun işi de­ğişmez. Yapması gerekenler değişmez. Meselâ son nefese kadar ilmini hep artırması lazım. Yaptığı mesleğin, işin hep daha iyi­sini yapması lazım. Bildiğini insanlara aktarması lazım. Bunun kolaylaştığı, zorlaştığı yerler ve zamanlar ve şartlar olabilir ama görevin kendisi değişmez.

Dert kelimesinin zıddı derman. Peki, “şikâyet”in zıddı ne? O da “şükür.” Şükür, kişinin kendisine yapılan bir iyiliği bilip sahibini övmesidir. Bir de “hamd” var. Hamd ise o anda bir iylik görmese bile bir kimsenin mutlak mânâda lütufkârlığını ve iyilikseverli­ğini övmesidir. Allah’a şükrederiz zira Allah bize nimetler ve lü- tuflar vermiştir. Allah’a hamdederiz zira Allahu Teâlâ biz bilsek de bilmesek de sonsuz lütuflar verendir. Bunun için insanlara hamdedilmez ama şükredilir, yani teşekkür edilir. Çünkü insa­nın iyiliğine verilecek cevap ona teşekkürdür.

Rabbimizin el-Hâmid ism-i şerifi vardır. “Hamdedilen” demek­tir. Aynı zamanda eş-Şekûr ism-i şerifi vardır. “Çokça şükreden” demektir. Kul şükreder ama Rabbimiz neden şükrediyor? Kulla­rın O’na yaptıkları şükre lütuf ve mağfiret ile cevap verdiği için O da kullara teşekkür etmiş oluyor. Çünkü “şükür” esas itibariyle bir iyi davranışa verilen cevap demektir. Buradan da anlıyoruz ki “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez.” (Tirmizî). Bu hadis-i şerifi duyanımız çoktur. Ama günlük hayatta bu em­rin gereğini yapan, bu sünneti yaşatan kaç kişi var? Maalesef toplumumuzda kabalık güç, nezaket zaaf sayıldığı için dindar görünümlü olanlarımızda bile teşekkür nadir görülen bir şeydir. Oysa en ufak bir iyi davranışta insanlara teşekkür etmeyi bilmeli ve evlatlarımıza öğretmeliyiz. Birisi size yol verdi, teşekkür et. Birisi konuşurken size söz verdi, teşekkür et. Bir dükkândan bir şey aldınız, satıcıya teşekkür et. Birisine bir şey sattınız, teşekkür et. Birisinden bir şey öğrendiniz, teşekkür et.

İnceleyin:  Domapata veya Bir Takım Sentezler

O hâlde Allah’a hamdin içinde O’nu övmek, şükür, rıza, muhab­bet ve tâzim yani hürmet vardır. Peki hamd ile şikâyetin ilişkisi ne? Şikâyet kişinin olumsuz gördüğü olaylardan, fiillerden, sahip olduğu veya olmadıklarından dolayı dile getirdiği hoşnutsuzluk­tur. Şikâyet eden bu hâliyle Allah’a hamdden uzak kalır. Çünkü hâşâ Allah’ın her istediğini vermesi gerektiği gibi bir imâ demek­tir bu… Bu şikâyetin içinde hamdin içinde olan övgü, şükür, rıza, muhabbet ve tâzim var mı? Pek yok. Hâlbuki hamd, Allah kulun istediğini verse de vermese de Rabbimizin en büyük hakkıdır. Sadece bizi var ettiği, insan olarak yarattığı, iman ile şereflen­dirdiği ve Resûlullah Efendimizin [sav] ümmetine kattığı için bile olsa ve başka hiçbir nimeti olmasa bile Rabbimize sonsuz hamd gerekir. Bunun için namazlarda okuduğumuz Fâtiha-i şerife “el-hamdü li’llah” yani “hamd yalnızca Allah”a mahsustur” diye başlar. Ardınca gelen âyetlerinde de bu hamdi neden etmemiz gerektiği teker teker bize öğretilir.

Şükür kulluğun nişânesidir. Şükür nimeti çoğaltır: “Hani rab- biniz, ‘Eğer şükrederseniz size (nimetimi) daha çok vereceğim, nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım pek şiddetlidir!’ diye bildirmişti.” (İbrahim, 14:7)

“Beterin beteri vardır” deriz. Çok doğrudur. Özellikle mevcut hâline şükretmeyen için daha büyük imtihanlar gelebilir. Yine Fuzûlî’den öğüdü alalım:

Cüzi hasâret ile melûl olma, şükr kıl

Yeğ hâk-i dergehinefedâ böyle sâd hezâr.

Ne diyor? “Küçük bir sarsıntıyla hemen üzülme. Buna da şükret. Böyle yüz binlerce sıkıntı senin dergâhının toprağına fedâdır.”

Şikâyeti en aza indir. Kâr etmeyeceğini, aksine zarar edeceği­ni bildiğin şeylere nasıl paranı yatırmıyorsan, sonucu olmayan şikâyetlere ne duygunu ne düşünceni ne de zamanını harca. Böyle bir sızlanmaya başladığın anda hemen kendine susma­yı öğütle, önce şükretmen gereken onca nimeti hatırla. Sonra da o şikâyet ettiğin derdin çözümü senin elinde değilse, kendi elinde olana odaklan. Onları çözmek için ne gerekiyorsa sabırla günbegün gereken donanımı elde et. Bilgi gerekiyorsa bilgi­lenmeye, ilgi gerekiyorsa ilgilenmeye vakit ver. Buna alışırsan, bir süre sonra bir bakarsın ki toplumda şikâyet edilen şey sende azalmıştır. Meselâ toplumda kabalık yaygınsa sende azalmıştır. Bilgisizlik yaygınsa sende azalmıştır. Yine söz gelimi “bize tarihi­mizi öğretmediler” diye sızlanıp duracağına kendi imkânlarınla tarihimizi öğrenmeye başla. Birkaç yıl sonra bir bakarsın belirli bir seviyeye gelmişsin. En azından hiç bilmediğin zamana göre çok daha ileriye gitmişsin.

Sürekli şikâyet edenlerden uzak dur. Üç çeşit şikâyetçi insan tipi var. Birincisi ne olursa olsun sürekli şikâyet edenler. Bunlar dur­madan sorunlardan bahseder, sorunu çözmeye dair her girişimi de küçümserler. İkincisi, yakınanlardır. Bunlar içlerindeki sıkın­tıyı konuşarak, sağa sola koşup dert yanarak boşaltırlar. Kızgın­lıklarını, hayal kırıklıklarını başka insanların dikkatini çekerek azaltmaya çalışırlar. İlgi ve yakınlık beklerler. Ama kendilerine yapılan tavsiye ve nasihatlere de pek kulak asmazlar. Bunların derdi çözüm aramak değildir, sadece mutsuzluklarının onaylan­masıdır. Üçüncü tür şikâyetçiler ise çözüme odaklı şikâyetçiler­dir. Bunlar şikâyet ederler ama bir yandan da çözüm yolları arar­lar. Maalesef bu tür insanlar bütün şikâyet edenlerin toplamının dörtte biri bile değildir.

Hem kronik şikâyetçiler hem de yakınanlar maalesef kendilerin­deki olumsuz duyguları çevrelerindeki insanlara da bulaştırıyor­lar. Şevk kırmada bir numaralar. İşte asıl uzak durmak gereken bu iki tip insandır. Aslında şikâyeti alışkanlık hâline getirenler bir süre sonra yakınacak insan da bulamıyorlar. Çünkü artık insanlar sürekli olumsuzluk saçan bu insanları görünce çekinip kaçıyorlar. Arkadaşları terk ediyor, eşleri bunalıyor, akrabaları görüşmemeye başlıyor.

Araştırmalara göre şikâyet edenler ve şikâyet dinleyen insanlar daha olumsuz bir ruh hâline giriyorlar. Mutlu insanlar daha az şikâyet ediyorlar. Bu insanlar aynı zamanda sorunlara karşı daha duyarlı olan insanlar oluyor. Çünkü içlerindeki güç ve şevk onla­rı yakınmaktan uzaklaştırıp çözüme doğru sevk ediyor.

Sorunları ve sorumlulukları önceliktendir. Şikâyetçilik hastalı­ğından kurtulmanın önemli bir adımı kendi sorumluluk alanla­rımızı iyi belirlemektir. Memleketteki eğitim sorununu şikâyet ederek çözemezsin. Hatta Millî Eğitim Bakanı olsan bile tek ba­şına çözemezsin. Çünkü her bir sorun birçok başka sorun ile iç içedir. O hâlde ne yapmalı? Memleketin eğitim sorunundan sen sorumlu değilsin. Sen kendi eğitim sorunundan sorumlusun. O hâlde çare yollarını da buna göre belirleyecesin. Sistemle kesiş­tiğin yerlerde en az zarar ve en fazla yarar almaya bakacaksın. Kendi başına da yapacağın şeyleri düşünüp, onları hâl yoluna koyacaksın.

Elbette “toplumdan bana ne?” diyemeyiz. Hem kişisel hem de toplumsal görevlerimiz var. Zaten kişisel sorunlar ile toplum­sal sorunlar da iç içedir. Ama sorunlardan doğrudan sorumlu olanları iyice belirle. Müslümanlara dünyanın pek çok yerinde yapılan katliamlara sen tek başına gidip son veremezsin. Ama katliam yapanlara karşı mazlumlara bağış yaparak, paran yoksa da kalben destek verebilirsin. En azından zâlimden nefret eder, mazluma merhamet edersin.

Dünyadaki sorunlar senden sorulmayacak ama o sorunların sana isabet eden miktarı kadarı senden sorulacak. Bu miktara göre dertlen ve derman ara.

Sorumluluk hattını iyi çizersen iş yapma hattın da belli olur. Âhiretteki sorumlu tutulacağın işler dünyada en önemli işlerin­dir. Kısacası mahşerde sana sorulmayacak işlere en çok emeğini, enerjini, kafanı harcama. Sana senden sorulacak işlere öncelik ver. Bu diğer işlere boş ver demek değildir. Ama onları daha alt sıralara koy.

Önceliklendirme yapabilmen için mahşerde bizzat sorumlu tutu­lacağın işleri ve konuları bilmem gerekir. Bunları bilmek için ise Allah’ın ve Resûlullah Efendimizin [sav] murâdını ve emirlerini iyi bilmek gerekir. Yani farz, vâcip, sünnet, mekruh ve müstehapları iyi öğreneceksin. İlkin farzlara öncelik vereceksin, sonra vâcip, sonra sünnet, sonra da müstehaplara… Bu sıralama aynı zamanda üzerine düşen işlerin de öncelik sırasıdır. Bu sıralamayı bilmeyen işleri birbirine karıştırır. Hem dünya hem de âhiret işlerini…

Burada bir arkadaşımın bizzat yaşadığı bir olayı anlatayım. 701i yıllardaki iç kargaşa sıralarında içinde o arkadaşımın da olduğu bir grup gençlik önderi vardı. Gittikleri her yerde hürmet gör­mekteydiler. Bir gün bunlar Seyyid Muhammed Râşid el-Hü- seynt Hazretlerini [ks] ziyarete giderler. Seydâ Hazretleri onlara ne ile meşgul olduklarını sorar. Onlar da memleketi komünist yapmaya çalışanlarla cihad ettiklerini söylerler. Seydâ Hazretleri onlara namaz kılıp kılmadıklarını sorar. Gençler şaşırırlar, zira kendilerini cihad gibi büyük bir işin başında görürken onlara namazın sorulması gariplerine gider. “Bazımız kılıyor, bazımız kılmıyor” derler. Seydâ Hazretleri: “Allah râzı olsun. İnsan daha Allah’ın ilk emri olan namazı kılmıyorsa nasıl cihad edebilir?” diye sorar. Bu soru üzerine arkadaşım ve bir kısmı silkinip ken­dilerine gelirler. Hemen o mübârek veliye intisab ederler.

Başkasında şikâyet ettiğin şey sende var mı, ona bak. Her so­runda topu hemen soyut, görünmez bir “sistem”e atmayalım. Şunu bilelim ki en büyük sistem kendimiziz. Eğer işimizi iyi ya­pıyorsak “sistem”in düzelmesine katkı yapıyoruz demektir.

Sen kendini düzeltirsen âlem de düzelir. Çevrende, toplumda gördüğün yanlışı, şikâyet ettiğin şeyleri bari sen yapma. Çocuk­larına, çevrene öğret, onlar da yapmasm. Ancak bu şekilde bir iki nesil içinde şikâyet ettiğimiz konularda düzelmeler olur. O zaman eleştirmeye de hakkın olur. Ama eleştirmeden önce işinle örnek olmalısın. Meselâ kendi dükkânında müşteriye kaba davranıyor­sun. Sana gittiğin bir dükkânda öyle davransalar ne dersin? Mev- lânâ Hazretleri der ki: “Karşındaki insanın kusurunu gördüysen onu kınama. Zira o kusur sende olmasaydı onu başkasında göre­mezdin.” Evet, “ele verir talimi, kendi yutar salkımı” sözü en çok korkmamız gereken şeydir. Bende olan eksikleri en iyi ben bilirim. Başkasının gördüğüm bir eksiğini çekiştirip duracağıma, içimdeki binlerce eksikten birkaçını düzeltmeye bakayım.

Farkını işte göster, lâfta değil. Bir arkadaşımın İstanbul’da doğ­muş büyümüş yaşlı bir annesi var. Kadıncağız gençken bir gün annesiyle beraber manifaturacıya gitmişler. Adam kasada so­murtkan oturuyormuş. Ona raftaki bir top kumaşı göstermişler: “Affedersiniz, şu kumaşa bir bakabilir miyiz?” Esnaf yerinden hiç kalkmadan: “Hanım, alacaksan indireyim, yoksa bana bo­şuna zahmet çektirmeyin” demiş. Oradan çıkmışlar, bu kez bir Musevi manifaturacıya girmişler. Adam onları güler yüzle bu­yur etmiş. Beş on top kumaşı indirmesini rica etmişler. Adam her seferinde “hay hay” diyerek kumaşları indirip onlara göster­miş. Sonunda hiçbirini beğenmemişler. Musevi esnafa: “Kusura bakmayın size de zahmet verdik.” deyince adam ne cevap vermiş biliyor musunuz? “Ne zahmeti efendim. Sayenizde kumaşların tozunu almış olduk!”

Halkın değil, Hakk’ın takdirine bak… Şikâyetten kurtulmanın bir yolu da takdir veya tenkide bakmadan, bıkmadan usanma­dan iyi ve doğru olan davranışa devam etmektir. Kimse sana selâm vermiyor mu, sen yine selâm vermeye devam et. Kimse senin çok çalışmanı takdir etmese de işleri salma. Daha çok çalış. Zira bunları Allah için yapıyorsun. Sevabı da ecri de sana kuvveti verecek de O’dur. Bunu unutmazsan kulların teşekkürüne muh­taç hissetmezsin.

“Benim değerimi bilmediler” türünden boş şikâyetleri de bıra­kalım. Kişinin değeri görmezden gelinince yok olmaz. Zaten yüksek makâm, yüksek maaş bir kişinin değerini göstermez. Her yaptığını Allah için yapan kişi, insanların takdirinden de, tek­dirinden de etkilenmez. Biz Allah’ın râzı olacağı şekilde işimi­zi yapmaya bakalım. Allah için yapılan hiçbir iş zâyi olmaz. Biz halkın değil, Hakkın takdirini kazanmaya bakalım. Dünyada da, âhirette de işe yarayacak budur.

Bizde iş yapmak dindarlığın dışında görülür maalesef. Oysa ki­şinin ahlâkı asıl ticaretinde, siyasetinde, insan ilişkilerinde, işin- de-gücünde belli olur.

Duayı unutma. Hangi dertten sıkılırsan sıkıl, hangi çareyi arar­san ara Rabbinin yardımı dile. O dertleri ve dermanı veren Mev- lâmızı unutma. Dua bir aksesuar değildir. Her şeydir. Kulluğun kendisidir. Sadece sözle değil amelle de dua edilir. Rabbimiz buyurur: “De ki: ‘Kulluğunuz ve niyâzınız olmasa Allah size ne diye değer versin?’” (Furkan, 25:77). Dua ile Rabbimizi yanımıza alırız. Böyle bir güç bizim olunca karşımızda hangi insan, hangi sorun durabilir ki?

Başımıza gelenler Hakk’ın takdiridir. Ama musibetler bizim hak ettiğimiz ve Hakk’tan geldiğini unutmayıp O’na iltica edersek bizi temizleyecek şeylerdir. Takdiri unutma, takdirin içinde ted­bîre bak..

Evet, hayatımızda ve dünyada şikâyet edilecek çok şey var. Ama gelin şu şikâyet hastalığımızı bırakalım. Şikâyet ederek şu sınırlı ömrümüzü harcamayalım, içimizi karartmayalım, iş yapma şev­kimizi kırmayalım. Şikâyete değil, işimize bakalım. Kendimizi, bilgimizi, ahlâkımızı ve işimizi düzeltelim. Bugünümüz dünden iyi olsun. Bugün yaptığımız iş dünkünden daha iyi, daha güzel olsun. Zira kulun vazifesi iyi niyet ve iyi gayrettir. Gerisi her şey gibi Allah’a aittir.

Savaş Ş.Barkçin – Sözler ve İzler,syf:234-251