Dünyaca meşhur iki İslam âliminin ismi verilse, biri İmam Gazâlî ise, diğeri şüphesiz Muhyiddin Arabî’dir. Avrupalılar, Muhyiddin Arabî enstitüleri kurmuş, panteizmi, onun vahdet-i vücud anlayışından yardım alarak izaha kalkışmışlardır. Ancak insanların çoğu her ikisini de yanlış anlamışlardır.
Çok ekzantrik kişiliği ile tanınan Muhyiddin Arabî, Endülüs’te doğmuş olmakla beraber, Arab asıllıdır. İslâm dünyasını gezmiş, Anadolu’ya kadar gelerek Selçuklu Sultan’ından hürmet görmüş, Sadreddin Konevî’nin annesini nikâhlamıştır. Konevî, Mevlânâ’nın hocasıdır. Nihayet Şam’da yaşayıp 1240’da vefat etmiştir. Kelâmdan tasavvufa, tarihten manevî keşiflere kadar geniş bir yelpazede eserleri vardır. Bazı sözleri, çok münakaşa mevzuu olmuş; ham sofular, kendisini tekfire kadar iş vardırmıştır.
Hased neler yaptırıyor
İbni Hacer’in, “Şeyh-i Ekber ve emsâlinin dine uymayan sözleri te’vile, izaha muhtaçtır. Bunlar evliya defterindedir. Eğer bunların zamanında olsaydık, gider, böyle kitaplar yazmayın diye ricâ ederdik” dediği rivayet edilir. İmam Rabbânî de der ki: “Bize Nusûs [âyet ve hadîs] lâzımdır; [Şeyh-i Ekber’in] Füsûs [kitabında yazdıkları] değil; Fütûhât-i Medeniyye [Medine’de gelmiş fıkıh hükümleri] varken, [bunlara uymayan marifetlerin yazıldığı] Fütûhât-i Mekkiyye’ye bakmayız. Şeriata uymaz gözüken sözlerini te’vil ederiz, şeriata uydurmaya çalışırız. Bunlar, keşifte [evliyanın kalbine gelen ilhamda] hatadır. Vahdet-i vücud sahipleri, meselâ Muhyiddin Arabî ve yolunda gidenler, her şey O’dur diyor. Bu sözleri, âlem Allahü teâlâ ile birleşmiş demek değildir. Âlem yoktur; ancak Allah vardır demektir.”
Osmanlı’nın son devrinde yüksek ihtisas medresesinde Füsûs okutan Abdülhakîm Arvasî’nin beyanları dikkat çekicidir: “Muhyiddin Arabî’nin bazı sözleri sekr [tasavvuf sarhoşluğu] hâlinde söylenmiştir. Manaları bizim anladığımız gibi değildir. Bizim alışık olduğumuz kelimeleri kullanmışlar; ama başka manaları kasdetmişlerdir. Sekr hâlinden kurtulunca, kendileri de bu sözler ile muradlarının anlatılamamış olduğunu görerek pişman olmuşlardır. Cüneyd Bağdadî’nin, Bâyezid Bistâmî’nin de böyle şath kabilinden sözleri vardır; ama kimse bunları dalâlet ehlinden saymamıştır. Şeyh-i Ekber’e hüsnü zannım tamdır. Zira bütün yazılarında Hazret-i Resule uymaya en büyük kıymeti bahşeder. Avam için Füsûs, Fütûhât gibi yüksek kitaplar okumak câiz değildir. Müslümanlar sofiyeye değil, fakihlere tâbi’ olmaya memurdur. O büyüklere hilâf-ı şeriat söz isnâd eden dinden çıkar. Ne garip, helâ âdâbını bilmeyenler; Muhyiddin’in sözünden bahseder.”
Abdülkadir Geylanî, Muhyiddin Arabî gibi bazı zâtlara kâmil âlim oldukları için hased edilirdi. O zaman baskı usulü de olmayıp, kitaplar elle çoğaltıldığından, bazı hasedcilerin bu zâtları şereften düşürmek için kitaplarını tahrif ettiği, ilaveler yaptığı söylenir. Nitekim İmam Şa’rânî, “Bazı ulema ile Konya’ya kadar giderek, Şeyh-i Ekberin kendi eliyle yazdığı Fütühat’ı gördük, orada bu gibi ifadeler yoktu” diyor. Bu sebeple Mevlânâ, Mesnevî’yi başkaları üzerinde oynayamasın diye manzum olarak kaleme almıştır.
Şeyhülislâm Ebussûud Efendi‘ye Muhyiddin Arabî’nin Füsûs isimli eserindeki şeriata uymaz gözüken bazı şeyler sorulduğunda, bu sözlerin başkaları tarafından onun kitaplarına sokularak iftira edildiğini; sultanın, bu eserlerin okunmasını yasaklayan emir çıkardığını söylemiştir. Şeyhülislâm İbni Kemal, onu medhederek der ki: “Füsûs ile Fütuhât gibi eserlerindeki meselelerin bazıları, kitap ve sünnete uygundur. Bazılarını ise, ancak keşif ve bâtın [tasavvuf] ehli anlar. Bunlarla murad edilen manayı anlayamayan kimsenin, sükût etmesi vâcibdir”. Nitekim Şeyh-i Ekber’in “Bizden [bizim gibi] olmayanların, kitaplarımızı okumaları haramdır” dediği nakledilir. Fîrûzâbâdî, Süyûtî, İmam Şa’rânî gibi çok âlimler kendisini övmüş; büyüklüğünü bildiren kitaplar yazmışlardır. Bir tek İbni Teymiyye, kötülemiş, hatta tekfir etmiştir. Buna şaşılmaz. Çünki İbni Teymiyye, mecazı da kabul etmez. Bunun takipçileri de Şeyh-i Ekber için demedik laf bırakmamışlardır.
Rivayet olunur ki, Şeyh-i Ekber’i rüyada yüksek derecede görmüşler. “Aleyhimde konuşanlar sayesinde, Allah bana o kadar sevap verdi ki, hak ettiğimin üzerinde yüksek bir mertebeye kavuştum” demiş. Nihayet kabrinde şu beyt yazılıdır:
Kad kâne sâhibü hazel kabri cevheretün nefîsetün sâğeha’l-bârî mine’n-nütef
Azzet fe-lem ta’rifü’l-en’âmi kıymetehâ fereddehâ gayreten minhü ile’s-sadef
(Bir nefis cevherdir, bu kabrin sahibi, Allah’ın meydana getirdiği nutfelerden
Gayrete dokunup sedefe döndürdü onu, insanlar kıymetini bilmediğinden.)
Osmanlı Devleti’ne dair keşifler
Şeyh Edebâlî’nin gençliğinde sohbetinde bulunduğu Şeyh-i Ekber’in Osmanlılarla enteresan bir irtibatı vardır. Kuruluşundan 70 sene evvel Osmanlı Devleti’ni manevî âlemde haber verip övmüştür:
İnne aslaha’d-düveli ba’de’s-sahâbeti ed-Devletü’l-Osmâniyye
Fe-lâ inkirâza li-devletihi ilâ zuhûri’l-hatmi ve’l-kıyâme
(Osmanlı’dır en sâlih devlet, sonra sahabeden,
Yoktur yıkılış ona, dünyanın sonu gelmeden)
Bu beyitin aslı, vaktiyle Yıldız Câmii’nin giriş kapısı üstünde asılıydı. Osmanlı padişahları, her zaman Şeyh-i Ekber’in hatırasına hürmet etmiştir. Şeceretü’n-Nu’mâniyye fî Devleti’l-Osmâniyye adlı eserinde, Osmanlı Devleti’ne dair çok esrarlı keşifleri vardır. “Sin (Selim), Şın’a girince, Muhyiddin’in kabri ortaya çıkar” buyurmuş; nitekim Sultan Selim, Şam’a girdiğinde, kabrini buldurup, üzerine türbe ve yanına da câmi yaptırmıştır. Bunu, Sultan II. Abdülhamid tamir ettirmiştir. Ayrıca sin’in (Yavuz Sultan Selim) tılsımına (halifelik), onun Acem ve Arab mülküne hâkimiyetine; ayn’ın (Abdülaziz), yarılıp ayrılmasına (bileklerinin kesilip öldürülüşüne), sonra ayn’ın (Sultan Abdülhamid) tahta çıkıp muhalefetle karşılaşacağına, nihayet “Senin yüzünden başımıza belâ geldi” diye suçlanacak mim (Sultan Mehmed Vahîdeddin) ile devletin sonunun geleceğine; ardından fitnelerin zuhuruna işaretler vardır.
Prof. Dr. Ekrem Buğra EKİNCİ
0 Yorumlar