Rasim Özdenören’in ‘İki Dünya’ Adlı Eserinden Alıntılar

0000000304459-1 Rasim Özdenören'in 'İki Dünya' Adlı Eserinden Alıntılar

İslam, ulaşılmaz bir hedef gibi telakki ediliyorsa, bilinmeli ki, bunun sebebi, insanların kendilerine yeteri kadar zaman (sabır) tanımamış olmasından ileri geliyor. Sosyal/siyasal şartlara tekabül etmek üzere ileri sürülen mantık kurgusu paradoksal bir açmaz olarak ileri sürülse bile, İslam’ın, yaşanılan gerçeğin içinden fışkıracağı unutulmamalıdır.

Fakat yazık ki, çoğu kez, hepimiz aynı unutuş içine düşüyoruz. Ülkenin “kurgusal gerçeği” ile onun “fiilî gerçeğini” birbirine karıştırdığımızda, önümüzde aşılmaz görünen engellerle karşılaşıyoruz. Bu aşılmaz engelleri de önümüze bizzat kendimizin koyduğunu hatırlamıyoruz. Kendi icadımız olan kurgusal gerçeğe, ülkenin, kendiliğinden, zorunlu ve nesnel gerçeği imiş gibi muamelede bulunuyoruz.

Meselâ şimdi hâlihazırda, Türkiye’nin çevresinde (Balkanlarda, Kafkaslarda, Orta Doğu’da) olup biten olaylar karşısında fiilî gerçek Türkiye den Osmanlı ruhu müdahale etmesini dayatıyor. Oysa Türkiye, bütün bu olup bitenlere seyirci kalmayı tercih ediyor. Çünkü onun kendisine biçtiği “ulus devlet” rolü böyle bir tercihte bulunmasını telkin ediyor; hatta belki zorluyor. “Osmanlı ruhu” derken kastettiğimiz husus, doğrudan, bu devletin temel muharrik unsuru olan İslâmî telakki tarzıdır.

Bu telakki tarzına göre, nerede bir Müslüman yaşıyorsa, orası İslam’ın olağan ülkesidir; dolayısıyla orada yaşayan Müslümanların uğradığı felaket karşısında Müslümanların başta elleriyle, sonra dilleriyle müdahale etmesi; bu tür müdahaleler mümkün olmuyorsa kalbinden buğz etmesi İslam’ın, Müslümanlar için öngördüğü kademeli iman işaretleri olarak öngörülmüştür. Oysa “ulus devlet” formunu benimsemiş bir ülke için, dinin öngörüleri değil; fakat göz önünde bulundurulan “kurgusal gerçekler” önem kazanmaktadır. Halbuki aslında, feraset ve basiret sahibi bir siyaset adamı için, İslam’ın öngörüsü, sadece içinde yaşanılan ülkenin değil, aynı zamanda bütün Müslümanların, dolayısıyla bütün İslam âleminin de çıkarlarını sağlayacak niteliktedir.

Sözü geçen kurgusal gerçek (yani “ulus devlet” formu), bu ülkede yaşayan insanların, gerçek misak-ı millî alanının hangi sınırlardan geçtiğini de unutturmuştur. 1923’te Lozan’da Türkiye’ye dayatılan sınırlar, günümüz Türkiyesi için ideal sayılmaya başlanmıştır. Oysa olaya dışardan ve meselâ Bosna-Hersek’ten bakanlar için durum hiç de böyle görünmüyor: Onlar, Türkiye’nin Batı sınırının Bosna-Hersek’ten başladığını görüyor ve doğal durumun da öyle olduğuna içtenlikte inanıyorlar. Aynı olay, Kafkasya için de geçerlidir. Lozan müzakerelerinin başladığı tarihte, Musul ve Kerkük zaten müzakereci tarafların tümü için Türkiye’nin sınırlan içinde telakki ediliyordu. Ancak Türkiye heyetinin beceriksizliği yüzünden bu topraklar şimdiki sınırların dışında bırakıldı.

İnceleyin:  Tevfik Fikret Ve Batı

Dış politika sorunları karşısında kendi “kurgusal gerçeğini” “fiilî gerçeğin” önüne koyan Türkiye, iç po-litikada da, aynı uygulamayı yürütmektedir. Laiklikten devletçiliğe, halkçılıktan devrimciliğe kadar, ülke insanının önüne sürülen tepeden inmeci görüşler, kendi azınlık taraftarlarına himaye sağlarken, halk çoğunluğuna karşı uyguladığı şiddet ve terör yöntemiyle sadece işkence ve ölüm sunabilmiştir.

Aslında “ulus devlet’ adıyla ortaya çıkartılan kurgusal gerçeği Türkiye ile sınırlandırırsak sanırım haksızlık etmiş oluruz. Aynı kurgusal gerçek, ulus devlet formunu benimseyen bütün ülkeler için geçerlidir. Ulus devlet formu, Batı ülkelerinin süregelen gelişim çizgisine belki uygun düşüyordu, hatta belki İktisadî gelişim çizgisinin doğal uzantısı olarak ortaya çıkmış bulunuyordu. Çünkü önünde sonunda, ulusal sanayinin, yabancı sanayiler karşısında korunması söz konusuydu.

Buna rağmen ulus devlet formunun bir kurgusal gerçek olarak ortaya çıkartılması, öteki toplumsal alanlarda da başka gerçekliklerin kurgusal bir nitelik kazanmasına yol açmıştır. Şöyle ki, temel nitelikleri kutsal metinlere referansta bulunmaları hasebiyle kutsallık taşıyan hak, adalet, kardeşlik, eşitlik gibi kavramlar, ulus devlet formu içinde kutsal niteliklerini yitirmiş, seküler hale dönüşmüşlerdir. Böylece sözü geçen kavramlar, yeni değerler skalasında bizatihi taşıdıkları değere göre değil, fakat ulusal ve uluslararası alanda sağladıkları çıkara göre bir anlam taşımaya başlamıştır.

Böylece ulusal devlet formunun ortaya çıkardığı “ulusal çıkar” kavramı, adı geçen çıkarı sağlama adına işlenen adaletsizliklerin mazeretini oluşturmaya yaramıştır. Çıkarın varsa adaletsiz davranmak, uluslararası bir ilke haline getirilmiştir. Bu ilke de, elbette, güçlü olanların yararına ve çıkarına işlemiştir. Sömürgeciliğin meşruiyet silahı olarak kullanılan bu ilke, hâlihazırdaki uluslararası ilişkilerde de, güçlü olanların zayıflar karşısındaki silahı haline gelmiştir.

——————-

Niyet ne kadar iyi olursa olsun, Batı’dan getirilen modellerden şifa beklemek boş bir umut olur. Çünkü Batı’nın, geri bıraktırdığı ülkeler için reçeteleri hazırdır, modelleri hazırdır, eğer bu hususta ona bel bağlamışsanız, onun hazırladığı modellerden herhangi birini seçeceksiniz demektir, yani gene aynı kısır döngüye düşeceksiniz demektir. Bu yüzden ne Ziya Gökalp’m garip teslisinin (Türkleşmek, İslamlaşmak, Garplılaşmak), ne Peyami Safa’nın Batı’nın mistik düzeye ulaşmış olan çağdaş ilimlerini alalım, materyalizmi bırakalım demesinin, ne Mümtaz Turhan’ın Batı’nın İlmî zihniyetini benimseyelim demesinin başarı şansı vardır. Ne de, örneğin İskandinav ülkelerinde model aramak çıkar yoldur.

Bunların hepsi sonuçta aynı kapıya varıp dayanıyor: bunların hepsi, kısır döngünün belirli duraklarından başka bir anlam taşımıyor. Sosyalizmi, Batılılaşma yolunda ileri sürülen modellerden bir model olarak kabul ettiğimiz için ayrıca anmaya gerek görmüyoruz. Batılılaşma yolunda, en muhafazakârından en radikaline kadar ileri sürülen bütün fikirlerin varacağı son, Batı’nın hazırladığı dilemmaya düşmek olacaktır.

İnceleyin:  İnsanın Kadim Gerçekliği: Hak ve Bâtıl Çatışması

Fakat acaba rejimin aydını nasıl görüyor durumu? Batılılaşmanın başarısızlığa düştüğünü kabul etmekle beraber, bu sonuçtan, o da birilerini sorumlu kılmak istiyor. Birilerini itham edip duruyor. Fakat onun itham ettiği, Batı’nın kendisi değil hâliyle, bir başkası. Düzenin aydım, halkı itham ediyor. Başarısızlığın sorumlusu halktır diyor.

————————

‘Olaylara tarihin perspektifinden bakmadıkça çok aldatıcı görüntülerle karşılaşmamız mümkündür. Dış şartlar ne kadar değişmiş görünürse görünsün, gerçekte, bu şartları doğuran öz, özellikle Türkiye için hep aynı mahiyette kalmıştır. Türkiye’nin Avrupa’ya (daha geniş anlamıyla Batı’ya) yaranmak için iç ve dış siyaset alanında takındığı tavır, dünün Jöntürk’ü ile bu gününün Babası veya sosyalisti arasındaki temel benzerlik, taşıdığı öz balonundan değişmemiştir.

Şimdi denecek ki, mevcut dış şartlar değişmediğine göre, demek ki, Türkiye’nin mevcut politikasını yürütmesinde zorunluluk vardır. Batının baskısına karşı koyamıyorsak hiç olmazsa mevcut durumu koruma adına bu pasif politikayı yürütmek zorundayız, aksi halde başımıza dert açabiliriz. Bu, statükocu zihniyete mahsus bir görüştür. Ve Türk iç ve dış politikası, yüzelli yıldır, Sultan II. Abdülhamit dışında, hep bu zihniyetteki statükocu politikacıların inisiyatifinde kalmıştır. Adı, devrimle, devrimcilikle mütearife haline gelenler bile, makro seviyede değerlendirildiğinde, aslında Batı karşısında durumu korumaya çalışan tipik statükocular olarak belirirler. İçerde, devrim adına girişilen eylemler, gerçekte, statükoyu koruma adına, dış baskılara karşı verilen tavizden başka anlam taşımadı.

——————

Evet, Türkiye açık bir manda yönetimi altına alınmamıştır. Fakat kendi uygarlığımızı farkına varmadan ve bilinçsizce inkâr etmeye başlamamızın kalkış noktası olan Tanzimat, Batılı devletlerin bir zorlaması değil midir? Ekonomik kaynaklarımızın kendi döl yatağımızda bir cenin-i sakıt haline getirilmesi bu uygulamanın eseri değil midir? Evet, biz manda yönetimine alınmadık, fakat manda yönetimine alınan ülkeler bizim değil miydi? Ve o ülkelerden elimizde kala kala bir Türkiye Cumhuriyeti kalmadı mı? Evet, mandayla yönetilmedik biz. Ama yönetilseydik acaba bugün karşımıza daha farklı bir Türkiye manzarası mı çıkardı?

Doğrudur, manda yönetiminde toprak ilhak edilmiyor, uygarlıklar işgal ediliyor.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir