Bazı bilim çevrelerinin iddiasına göre, dünyanın diğer kıtalarına kıyasla çok yüksek seviyede bir medeniyetin yaşanmakta olduğu “Mu” isimli bir kıta, Milat’tan on iki bin yıl önce batmıştır. Colonel James Churchward isimli Amerikalı bir bilim adamının 1931 yılında yayınlanmış kitabında. Mu kıtasındaki toplumlardan bugün bildiğimiz kıtalara geçmiş bazı gruplar olduğu ve o grupların kendi yüksek medeniyetlerini buralarda yaydıkları şeklinde bir tez işlenmiştir. Dünyanın çeşitli bölgelerindeki inançlardan, piramitler gibi teknolojik açıdan yüksek seviyedeki mimarî eserlere; kullanılan alfabelerden dillerdeki kelimelere kadar bazı benzerlikleri delil olarak gösteren bu görüş; özellikle Grekler, Japonlar, Mısırlılar, Sümerler, Mayalar gibi, antik tarihte çağdaşlarına kıyasla oldukça ileri medeniyet kurmuş toplumlardan örnekler vermektedir. Bu toplumlardan bin de Uygurlardır. Bu “Türk” grubun da bu kavimler arasında sayılması, bazı Türkçüler nezdinde hemen bütün Türkleri kapsayacak şekilde genişletilerek, Türklerin Mu kıtasından gelmiş olduğunu işlemelerine yol açar. Hatta daha da ileri gidilerek, Mu kıtasından gelen herkesin Türk olduğu kabul edilir. Bu arada dinler arasındaki benzerlikler de unutulmaz. Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık arasındaki benzerlikler,peygamberlerin Mu kıtasından gelen Türk- dinlerini öğrenip,sonra da kendilerine gelmiş İlahî vahiy gibi işlenir.
Bahsettiğimiz görüş,Meksika Maslahatgüzarı Tahsin Mayape- Dil Kurumu Genel Sekreteri Necmi Dilmen’e gönderilen resmi yazılarda görülmektedir. Bu yazılardan anlaşıldığına göre görüşleri Atatürk’e de iletmiş.
Türk Dil Kurumunun arşivindeki,Mayapetek ile yapılan yazışmaların 1.dosyasında bulunan 22 Haziran(*) 1936 tarihli 743 sayılı yazıda,konumuzla ilgili detaylı bilgiler şu şekilde yer almaktadır:(1)
‘Amerika Alimlerinden Colonel James Churchward en gençliğine müsadif 1868 senesinde Hindistan’da (AYHO- DA) manastırından başlayarak cihanın muhtelif kıtalarında 50 sene süren tarihî ve İlmî tetkikatı ilk defa 1931 senesinde New-York’ta neşrettiği 4 kıta eserde:”
1) Uygur, Akkad ve Sümer namlarındaki ırkdaşlarımızın beşeriyetin ilk vatanı olan MU kıtasından binlerce sene evvel çıkarak cihana yüksek maarif, medeniyetlerini, dil ve dinlerini götürdükleri,
2) Aryen denilen Tötonların, İslav’ların, Brötonların, Baskların, İrlandalıların elhasıl hemen bütün Avrupa akvamının Uygur Türklerinin zürriyetleri oldukları,
3) Akkad ve Sümer sözlerinin Hindistan manastırlarında mukaddes bir dil olarak öğretilen NAGA MAYA yani Mu dilindeki manaları,
4) Mu kıtası batmadan binlerce sene evvel çıkarak Mu’nun ilimlerini ve dinim dünyanın birçok yerlerine ezcümle Mısır, Hindistan’a yaymış olan (NAA KAL) namındaki Mu ilim ve din misyonerlerinin Himalaya ve eski Mısır mabetlerine naklettikleri tablet ve saıreyi Musa’nın Sina dağındaki ÖZİRİŞ mabedinde ve İsa’nın da hem Mısır hem de Hindistan’da senelerce tetkik ettikleri ve bunlara kıyasen Kur an’da bir ayet başını teşkil eden (TA-HA) sözünün Mu diline ait olduğunu Curchward’ın bu söz hakkındaki izahatını gördükten sonra din-i İslam vazeden zatın da diğerleri gibi Mu’nun dil ve dinini Mısır’da ve aglebi ihtimal Hindistan Manastırlarında tahsil ettiği neticesinin tebarüz etmekte olduğu…”
Son cümlede Muhamnıed’den (s.a.v.) bahsederken, “Din-i İslamı vazeden zat” denmesi, aynca dikkat çekicidir. Aynı yazının eklerinde de çeşitli deliller(!) gösterildikten sonra şu açıklama yer almaktadır: .
Esasen;PLATON, FİSAGOR, THALES DÖ MİLET gibi en meşhur Grek filozoflarının Mısır’da Mu’nun yüksek felsefe ve ilimlerini tahsil ettikleri ve İsa’dan 500 sene evveline gelinceye kadar greklerin tahsil için tercihan Hindistan’a gittikleri hakkında CHURCH WIDE ’ın verdiği izahat dahi Muhammed’in diğer din va- zıları ve Yunan Filozofları gibi eski zamanlarda bugünkü Oxford, Cambridge, PARİS üniversitelerinin rolünü oynayan Mısır ve Himalaya mabed ve manastırına giderek tahsil etmiş olduğuna şüphe bırakmamaktadır…” (ss. 47-48)
Mayapetek’in yazdıkları ile Atatürk’ün görüşleri mukayese edildiğinde şu benzerlikler görülmektedir:
Bütün tarihî gelişmeleri ve ortak manevî değerleri bir yana bırakıp, milliyeti biyolojik üremeye dayandıran teze bağlı olması, ancak Türklük için Orta Asya yerine “Mu kıtası”nı vatan diye kabullenmesi:
“Mu kıtası” efsanesine itibar etmemiş de olsa, Atatürk’ün 1930’lardan sonraki Türk milleti anlayışı da biyolojik üreme temelli “Orta Asyalı brakisefal ırk” şeklindedir.
Türkleri, dünyada üstün medeniyet oluşturmuş bütün milletlerin atası göstermesi:
O tarihlerde en azından böyle bir akrabalık kurma isteği, Kemalistler arasında çok yaygındı. Türk Dil Kurumu tarafından toplanan ilk Dil Kurultayları bu görüşü kabul ettirme maksadı gütmüştür.Bizzat Atatürk de Türk Dil Kurumu’na vasiyetinde, “… Aryen ismim de alan (homo alpinus) Türk ırkıdır. İndo-Europen dil grupları arasına Toharların, Heptalitlerin (Beyaz Hunların), Sogdakların, Hititlerin dilleri çoktan katılmıştı. Bu diller, ilk Türkçenin değişe şekillerdir demiştir.
Bugün artık “Aryen” isimli bir ırkın hiçbir zaman yaşamadığı anlaşılmıştır. Bu iki maddede görülen özellik Kemalist düşüncenin; ortak tarih, vatan ve inanç sahibi olduğumuz Abhas,Arnavut, Boşnak, Çeçen, Çerkez, Gürcü, Kürt, Laz,Pomak,Tatar gibi sosyal gruplarla beraberliğin izahı yerine, milli bünyemizde bulunmayan kavimlerle akrabalık tesisine yöneldiği göstermektedir.Millet teorileri, yayınlanmış olan Türkler ve ‘Ötekileştirdiklerimiz’ isimli bir başka kitabımızın konusu olduğundan, burada o konuların detaylarına girmeyeceğiz.
Dinler arasındaki benzerliklere dikkat çekerek; Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’in; günümüzün “Oxford, Cambridge, Paris üniversitelerinin rolünü oynayan” Mısır ve Himalaya manastırlarına gidip tahsil gördükten sonra kendilerine vahiy geldiğini iddia ederek dinlerini kurduklarını ima etmesi:
Bu tahsil iddiası, dönemin Türk Dil Kurumu Genel Sekreteri Dilmen’in Mayapetek’e gönderdiği cevabî yazıdan anlaşıldığına göre, pek ikna edici bulunmamıştır. Dilmen söz konusu yazısında; “Hayatının hemen her zamanı mazbut olan Muhammed’in Suriye’den başka bir yere gitmediği malum iken Mısır’da veya Hindistan’da tahsilini iddia etmek, hayatı hakkında oldukça malumat bulunan İsa’nın Hindistan’da Mu dini öğrendiğini ileriye sürmek gibi noktalar, hep merak ve şüphe uyandırır mülahazalardır, sanırım.” diyerek itiraz etmiştir. Her ne kadar bu iki peygamberin hayatının bilinmesinden dolayı, tahsil iddiası taraftar bulmamışsa da vahye dayalı dinin peygamberler tarafından kurulduğu şeklindeki görüşün, Mayapetek’in tezinden etkilenmeksizin Kemalistler arasında yaygınlık kazanmış olduğu görülmektedir.
Daha önceleri İslamiyet’in gerçek bir din olduğu yönünde konuşmalar yapmış olan Atatürk de zamanla tam tersi şekilde anlaşılacak ifadeler kullanmıştır. “Muhammed’in kurduğu din” şeklindeki ifadesi, o kabildendir. İslamiyet’e bu şekildeki bir bakış, aşağıda “Kur’an Hükümlerini Kaldıran Atatürk” ve “Atatürk’ü ‘Tanrutürk’ Yaptılar” başlıkları altında anlatılacak olan yaklaşımları doğurmuştur. Şimdi, dinler arasındaki benzerliklerin sebebine,İslami kaynaklardan gelen bilgiler ışığında kısaca temas edelim.
Hz Adem’den beri bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri din,İslamiyet olduğu için,günümzde tahrif edilmiş halde de olsa da devam etmekte olan Hz Musa ve Hz İsa’nın tebliğleri ile Hz Muhammed’in tebliği arasında benzerlikler görülmesi normaldir.
Hatta bu türden benzerliklere bazı ilkel inanç sistemlerinde de rastlanabilir.
Çünkü Kur’an-ı Kerim’de bildirildiği gibi, Allah (c.c), tarih boyunca her kavme bir peygamber göndermiştir.0 Peygamberlerin unutulmuş tebliğlerinin izlerine değişik düşünürlerde rastlamak neden şaşırtıcı olsun? Bu itibarla,kendisine kitap indirilmiş peygamberlerden herhangi birinin birinin tebliğini, önceki dönemlerin filozoflarından öğrenmiş şeklinde gösteren tezler, ancak peygamberlik görevine inanmayanlarca ileri sürülebilir.
Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
0 Yorumlar