Öteki Dünyanın İnsanları
Batı’daki güç ve iktidar tutkusunun insan algısına etkisini en net biçimiyle Batı’nın diğer toplumlara bakışında görebiliriz. Batı, geçmişten günümüze kendisini hep farklı ve üstün görmüş, diğer insanları ise kurduğu sisteme olan bağlılıklarına veya tehdit durumlarına göre farklı derecelerde ötekileştirmiş ve aşağılamıştır. Öteki insanları, kendi -Batı- kültürünün kıstaslarını kullanarak değerlendirmiş ve onları kendine benzetme çabası içinde olmuştur. Özellikle Rönesans döneminden sonra her şeye bilimsel yönden yaklaşan Batı, “Bilmek hâkim olmaktır.” felsefesiyle öteki dünyanın insanları üzerine de çalışmalar yapmıştır.
Oryantalizm olarak adlandırılan ve Edward Said’in çalışmasıyla gündeme gelen bu bilim, “Doğu’yla -Doğu hakkında saptamalar yaparak, ona ilişkin görüşleri meşrulaştırarak, onu betimleyerek, öğreterek, oraya yerleşerek, onu yöneterek- uğraşan ortak kurum olarak, kısacası Doğu’ya egemen olmakta, Doğu’yu yeniden yapılandırmakta, Doğu üzerinde yetke kurmakta kullanılan bir Batı biçemidir” (Said, 2012: 13).
Haçlı seferleri, coğrafi keşifler ve sanayi inkılâbı gibi gelişmelerin etkisiyle dış dünyaya açılan ve kendisine hem siyasî güç hem hammadde hem de pazar arayan Batı, oryantalizm kapsamında “yüzyıllar içerisinde Doğu’ya dair taraflı-tarafsız, çok sayıda incelemede bulunmuş, bunları şiirden romana, buradan da bilimsel tespitler içerdiği iddia edilen eserlere varıncaya kadar geniş bir yelpazede sunmuştur. Bütün bu çalışmalarda Doğunun kimliğini en ince ayrıntısına kadar, bildiği kadar belirlemeyi de hedeflemiş, bununla da kalmayarak, bizatihi askerî ve siyasî işgal ve müdahaleleriyle inşa etmeye çalışmış” (Canbay Tatar, 2012: 95) ve hâlâ çalışmaktadır.
Zira Batı, kendisini modernliğin ve medeniyetin temsilcisi olarak görmektedir. Her ne kadar tarih boyunca yayınladıkları bildirgelerde bütün insanların özgür doğup özgür yaşadığını belirtseler de onların medeniyetlerine erişememiş!) diğer toplumları ve barbar insanları istedikleri seviyeye getirebilmek için yapılacak her türlü müdahaleyi kendilerine meşru görmüşlerdir. Çünkü Batı’nın algısına göre öteki dünyanın insanları, hem her şeye müstahak, ilkel mahlûklar hem de kötülüklerin ortaya çıkmasına sebep olan günah keçileridir. (Canbay Tatar, 2012: 96)
Batı, medeniyet ya da uygarlık götürme gibi değişik adlarla ama aynı amaçla öteki dünyaya tarih boyunca birçok saldın gerçekleştirmiş, bu dünyanın insanlarını sömürülecek veya köleleştirilecek kişiler olarak görmüştür. Bu durumun en acı örneklerinden birisi, Amerika kıtasının keşfinden sonra sömürgeyi kabul etmeyen yerlilerin katledilmesi ve Afrika’dan zorla toplanan yüzbinlerce insanın köle olarak yine bu kıtaya getirilmesidir. Amerika’ya taşman bu insanlardan yarım milyonu, otuz kırk gün süren, uzun ve işkence dolu bu yolculuklara dayanamamış, yollarda feci şekilde can vermiştir.
Kıtaya ulaşmayı başaran iki milyon altı yüz bin insan ise köle olarak en ağır, en pis işlerde çalıştırılmış, en kötü ortamlarda yaşatılmışlardır. Demiryollarının döşenmesi, madenlerin çıkarılması ve binaların yapılması gibi medeniyet inşasının her safhasında ve en zor işlerde görev alan bu insanlar, insanlar arasında eşitliği savunan bütün bildirgelere rağmen, 1865 yılına kadar köle olarak kabul edilmişlerdir. 1865 yılından sonra -her ne kadar kölelikten resmiyette kurtulmuş gibi görünseler de- yaşayabilmek için uzun yıllar boyunca zor şartlar altında çalışmaya yine devam etmişlerdir.Kendi medeniyeti için milyonlarca insanı köleleştiren Batı, Amerika ya da Avrupa kıtasına köle olarak getiremediği öteki dünya insanlarına ise değişik sömürgeleştirme programları uygulamıştır.
Özellikle dil üzerine yoğunlaşan bu programlarla öteki dünyanın insanları kültürlerinden, değerlerinden uzaklaştırılmış; “modernleşme” ve “küreselleşme” gibi kavramlarla Batı değerlerine yaklaştırılmışlardır. Böylece gün geçtikçe Batı hayranı olan bu insanlar, sömürülmeye karşı çıkmak bir tarafa bu durumdan haz duyar hâle gelmişlerdir.
Batı’da yaşanan müsrif hayata karşılık, dünyada her yıl sekiz milyondan fazla insanın açlıktan ölmesi (Polatoğlu, 2008: 3) ve insanların buna duyarsız kalması, sömürge programlarının nasıl çalıştığını ortaya koymaktadır. Sonuç olarak, insanın eşit olduğu bildirgelerde defalarca vurgulanmış olsa bile, tarih boyunca güç ve İktidar uğruna gerektiğinde kendi insanını katletmekten çekinmeyen Batı’nın, öteki dünya insanını ikinci hatta üçüncü sınıf insan olarak algıladığı ve böyle algılamaya devam edeceği aşikârdır.
Sinema, bir yaşantı sanatı olarak tanıklığınıza talip olmaktadır. İzleyerek dâhil olmaya başladığınız andan itibaren sizi, kendi gerçekliği ile buluşturur. Böylece tanıklığınız ile filmin iddiaları arasında ortaya çıkan bir ikna süreci başlar. Bu özelliği ile sinema sanatının gerçekliğe en fazla ihtiyacı olan bir sanat dalı olduğunu iddia edebiliriz. Sinema bu şekilde eğlence sanatı olmaktan ziyade ikna sanatına dönüşmektedir. Sinema fantastik yapıtlarında dahi kendi ürettiği gerçeklik üzerinden bir tutarlılık iddiası içermektedir. Bu tutarlılığı izleyici/tanık tarafından kabul görmelidir. Hollywood sinemasının ikna kabiliyetinin sırrı, rasyonel olanı ön planda tutması, rasyonel olamayan karşılaşma anında duyguları ön plana çıkararak buradaki rasyonel eksikliği efekt kullanımı ile bertaraf etme becerisinden kaynaklanmaktadır. Akılcı olmayan bir öyküye yönelik şüphelerininiz efektle rötuş edildiğinde izleyiciye sadece filmden keyif almak kalır.
Sinemanın tanık/izleyici ile kurduğu anlam bağım güçlendiren şey zamandır. Yani filmin “an”ı kullanma biçimi. Kendi gerçekliğini sunduğu biçimsel yapı ile “an”ı ve öyküyü sunuş biçimi ait olduğu anlatı kültürünün öğelerinden beslenmektedir. Hollywood sinemasının “an”ı kullanış biçimi, öyküyü sunuşu, insanı bir proje olarak tanımlayan bir medeniyetin izlerini taşımaktadır. Bütün açmazları çelişkileri, saplantıları ile bahsettiğimiz insan, filmle keşfedilen/keşfeden, Çözümlenmiş/çözen, çoğaltılan/çoğaltan bir proje olarak karşımıza çıkmaktadır. Efektif özellikleri ile Hollywood sineması, proje filmin -proje insana dönüşme aracı olarak görülebilir.
Batılı anlatı gelenekleri üzerinden düşündüğümüzde Hollywood sinemasınında ait olduğu toplumun kendine özgü anlatım özellikleri taşıdığını söyleyebiliriz. Dünya algısı, varlık/eşya ilişkisi, Batı mitlerinden çağdaş anlatılara değin geniş bir perspektif sunmaktadır. İlle de bir kıyas yapılcak olursa Tanpınarın doğu anlatılarında trajedi yoksunluğuna sebep saydığı kadercilik anlayışı benzer etkisini sinemada da göstermektedir. Doğu sinemaları kendini kaderciliğe teslim ederken, Hollywood rasyonalite ve trajediyi kendine mesken edinmektedir.
Doğu anlatı geleneklerinden beslenen sinemalar çoğunlukla kendi halklarına yönelik, onların dilinden hikâye anlatmaya meylederken, Hollywood sineması tercihini dünyaya, eşyanın/tabiatın/dünyanın kontrolü ideolojisine dönük olarak sosyal psikolojik bir dünyaya müdahale mekanizması olarak karşımızdadır.
Bu çerçevede Amerikan toplumunda Afro-Amerikan bir başkanın olması ihtimalinin öncelikle beyaz perdede görülmesi önemli bir gösterge olarak kabul edilebilir. İkna sürecinin anlaşılması açısından Afro-Amerikan başkan filmlerini önemli buluyorum. Şöyle ki; Afro-Amerikan bir ABD Başkanı beyaz perdede ilk olarak yerini 1930’lu yıllarda bir komedi filmi ile alır. Film, Sammy Davis Jr.’un daha yedi yaşındayken kamera karşısına geçtiği “Rufus Jones Başkan Oluyor” adlı filmdir. Müzikal komedi türündeki 21 dakikalık filmde Sammy Davis Jr., yedi yaşındayken başkan olan bir küçüğü canlandırdı.
Bu ancak bir komedi filminde gerçekleşebilecek bir olaydır. Ardından “The Man” (1972) filminde Afro- Amerikan Başkan rolünü bu kez usta aktör James Earl Jones devralır. Jones, bu filmle sağlık sorunlarından ötürü görev yapamaz durumda bulunan başkan ve bu müdahale alanını soft bir eğlence alanı olarak değerlendirmek onu küçültmek olacaktır. Bu bağlamda Hollyvvood sinemasında geleneksel kurumlan ve hâkim ideolojiyi meşrulaştırma yönelimlerinin yanı sıra, farklı ideolojiler kurmanın da önemli bir unsur olduğu görülür. Hollyvvood sinemasında her film kendi gerçekliğini üretir. Kanıtlarını sunar ve gerekçelendirir. Olmasını arzuladığı dünya tasavvurunu net bir biçimde betimler ve izleyici/müşteriye sunar.
başkan yardımcısı yerine başkanlık koltuğuna oturan kişi rolünü üstlenmiştir. Ardından 1998 yılında çekilen “Derin Darbe” filmi ile felaket filminde dirayetli duruşu ile ön plana çıkan ve doğru kararlar alıp halkı bir arada tutabilen Afro- Amerikan başkan imajı ile önce beyaz perdede tanışan Amerikan toplumu ardından bu dönüşüme siyaseten tanıklık etmiştir . Hollywood, komedi filmi konusu olarak başkanlıktan, başkan vekâletine ardından kahraman başkanlığa doğru evirilen süreçte başarılı bir ikna rolü üstlenmiştir. Öte yandan başka filmlerde ezilen toplumsal figür olarak yer alan Afro-Amerikan olmak, zamanın ruhuna yönetim erkinin tam kalbinde başat rolünü almıştır. Bu ikna hareketi Amerikan halkına değil tüm diğer ulusları iknaya yöneliktir.
Hece Dergisi, Batı Medeniyeti Özel Sayısı