Ölümün olmadığı bir hayatta çatışma, imtihan, tekâmül, kahramanlık, esaret, kurtuluş, özgürlük, aşk, trajedi; iman-küfür ve hak-batıl çatışması… kısacası insanı insan kılan tüm değerler anlamını yitirecektir. Ölümsüzlüğü talep, aslında hayatı trajik kılan o bıçak sırtında yaşamaktan, ya da bir başka deyişle “havf ile reca” arasındaki bir hayattan kurtulmak; bir anlamda kon-formist bir muhafazakârlıktır. Ucunda ölüm olmayan bir hayat çünkü, hiçbir zaman riske edilemez; ve dolayısıyla da trajikleşemez. Kendisini bir “bilge kral” değil, bir “bilge öncü” olarak tanımlamanın daha doğru olduğu Aliya Izzetbegoviçe göre de trajedi, aslında dinî bir meseledir. (Özgürlüğe Kaçışım, s.64)
Hayatı trajik kıldığı kadar onu sahicileştiren de, aslında ölümsüzlüğü değil, ölümlülüğüdür. Ölümü dikkate almadan hayattan, hayatı dikkate almadan da hakikatten bahsedemeyiz. Ölümsüzlük, varlığı hakikatin gölgesi kılarak, hayatı trajedi, zaman, sahicilik ve yaratıcılıktan yoksunlaştırır. Ölümlü olmak, hakikate hep belli bir ulaşılamazlık minvali içerisinde; zamanın ve yaratıcılığın asliyetini kendisine bir kader kılarak, hakikatin karşısında hep belli bir özlem, huşu,haşyet, ürküntü ve huzursuzluk hâli içerisinde olmaktır. Bu, bir anlamda kendi varlığının iliklerine dek işleyen bir emin olmama hâlinin pekinleştirilmesidir. Hakikat eminliktir çünkü. Eminlik ise ölümsüz olmak anlamında beka ve mukavimliktir.
Ümit Aktaş, İnsan ve İslam
0 Yorumlar