Metin Karabaşoğlu – Hakikatin Dengesi ”Notlarım”
Hayat bir yolculuksa, Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselamın her bir sünneti doğru yolu gösteren bir pusula niteliğindedir.
İnsan, ancak onun kılavuzluğunda önüne çıkan binlerce ihtimal ve bunca seçenek arasında istikameti bulabilir.
Sözün kısası, insan için, hakikati bulmak yeterli değildir.
Hakikatin dengesini de bulmak gereklidir. Bu ise, ancak pusulası sünnet-i seniyye, kaptanı Resûlullah olan bir hayat gemisinde mümkün olabilmektedir.
Metin Karabaşoğlu,Hakikatin Dengesi
Câbir b. Abdullah’ın bildirdiğine göre, Resûlullah aleyhissalâ tu vesselam, bir gün Hz. Ebu Bekir’e sorar: “Vitri ne zaman kılarsın?” Cevap şu şekildedir: “Gecenin başında, yatsıdan sonra!” Bu cevaptan sonra, Resûlullah Hz. Ömer’e yönelir: “Yâ Ömer, sen ne zaman?” Hz. Ömer’in cevabı bilakistir: “Gecenin sonunda!”
Bu ikisinden hangisi doğrusudur?
Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, aldığı bu iki zıt cevap üzerine, elçisi olduğu Kur’ân’la ve ‘Kur’ân’la ahlâklanan’ hayatıyla öğrettiği vahidiyet-ehadiyet denklemine yakışır bir karşılık verir. Bir kere, doğrusu, önce veya sonra, vitr namazının kılınmasıdır. Onu gecenin başında yatsıdan hemen sonra veya gecenin sonunda teheccüdle birlikte imsaktan önce kılmak,iki zıt tutum gibi gözükse de, ikisi de hakikat dairesi içerisinde gerçekleşen doğru tutumlardır. Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselam, bir doğrunun apayrı iki sûrette yerine getirildiği bu durum için, iki sahabisinin de hangi doğru niyetle böyle yaptığını biliyor olduğunu ihsas eder şekilde şöyle diyecektir: “Yâ Ebu Bekir, sen sağlam olanı tutmuşsun! Yâ Ömer, sen de kuvvetli olanı tutmuşsun.”
Yine namaza dair bir diğer olayın kahramanları arasında, bu iki sahabinin yanında, Habeşli Bilâl b. Rebah da vardır.
Başka kaynakların yanısıra, İmam Gazalî’nin hem İhyâ’sında, hem de Kimya-yı Saadet’inde anlatıldığına göre, bir akşam Peygamber aleyhissalâtu vesselam Hz. Ebu Bekir’e uğrar. Hz.
Ebu Bekir namazdadır ve sessizce Kur’ân okumaktadır. Peygamber aleyhissalâtu vesselam Hz. Ebu Bekir’e “Neden sessiz okuyorsun?” diye sorar. Hz. Ebu Bekir “Gizli de okusam işiten bir Zâta münacatta bulunuyorum” diye cevap verir.
Sonra, Peygamber Efendimiz Hz. Ömer’e uğrar. Hz. Ömer ise, tam aksine, yüksek sesle Kur’ân okumaktadır. Resûlullah aleyhissalâtu vesselam Hz. Ömer’e “Neden yüksek sesle okuyorsun?” diye sorar. Hz. Ömer şu cevabı verir: “Sesli okuyarak uykulu bedenimi uyandırıyor ve şeytanı da başımdan uzaklaştırıyorum.”
Peygamber aleyhissalâtu vesselam, daha sonra, Bilal-i Habe şî’ye de uğrar. Bakar ki, Bilâl b. Rebah önce şu sûreden bir âyet, sonra öbür sûreden bir âyet, başka bir sûreden başka bir âyet okuyarak kıraatine devam etmektedir. Hz. Peygamber neden böyle yaptığının hikmetini sorunca, Bilâl-i Habeşî der ki: “Güzel kokuyu güzel kokuyla karıştırıyorum.”
Peki, doğrusu hangisidir?
Doğrusu her üçüdür ve bu üç güzide sahabi de kendileri için en doğrusunu yapmaktadır. Nitekim, üçü de Kur’ân’la hemhal olan üç güzide sahabisinde gördüğü bu üç ayrı tercih karşısında Efendimiz aleyhissalâtu vesselam şöyle diyecektir:
“Hepiniz güzel yaptınız ve hepiniz isabet ettiniz.”
Peygamber aleyhissalâtu vesselamın üç büyük sahabisinin ‘birbirine zıt,’ ama hepsi de ‘hakikat dairesinde’ yeri olan tercih ve davranışları karşısında verdiği cevaplar, tekçi veya çoğulcu savrulmalar ile mâlûl modern yahut postmodern dönem mü’minleri için de birçok ders içeriyor.
Bir tarafta hakikati sadece kendi gördüğü tarafından ve uyguladığı biçiminden ibaret görmeme dersini…
Öte tarafta, gördüğünün ve uyguladığının hakikat dairesinin içinde olması gereğini…
Ve en önemlisi, bir hakikatin çok renkleri olduğunu bilme, ama bütün bu renkleri de bir hakikate bağlayıp doğruca ona nisbet edebilme dersini…
Vahidiyet-denklemi üzerinden, ahir zaman mü’minleri için küresel siyasetten aile ve iş hayatlarına ve arkadaşlıklara kadar hayatın her alanına uygulanabilir bu Asr-ı Saadet dersi, bize çok şey söylüyor.
Hz. Âişe radıyallahu anhâ, anlatıyor:
“Bir adam, Resülullah aleyhissalâtu vesselâm’ın huzuruna girmek için izin istemişti. Aleyhissalâtu vesselâm: ‘Bu aşiretin kardeşi ne kötü!’ buyurdu. Ama adam girince ona iyi davrandı, yumuşak sözle hitap etti. Adam gidince:
‘Yâ Rasûlallah! Adamın sesini işitince şöyle şöyle söyledin. Sonra yüzüne karşı mültefit oldun, iyi davrandın’ dedim.
Şu cevabı verdi:
‘Yâ Âişe! Beni ne zaman kaba buldun? Kıyamet günü, Allah Teâla hazretlerinin yanında mevkice insanların en kötüsü, kabalığından korkarak halkın kendini terkettiği kimsedir.’” (Bkz. Buhâri, Edeb 38, 48; Müslim, Birr 73; Muvatta, Hüsnü’l-Hulk 4; Ebu Davud, Edeb 6; Tirmizi, Birr 59)
Peygamber aleyhissalâtu vesselam, bu davranışıyla bizi yanlış bir ‘dürüstlük’ algısından kurtardığı gibi, davranışlarımızın oturması gereken asıl yörüngeyi de gösteriyor.
Eğer karşımızdaki kişi kaba ise ve biz onun kabalığa karşı kaba davranmayı seçiyorsak, aynı şekilde karşımızdaki kişinin iyi davranışına mukabil iyi davranış sergilemeyi ihtiyar ediyorsak, davranışlarımızı bizim kendi iç dünyamızda taşıyor olmamız gereken erdemler değil,karşımızdakinin tutumu belirlemiş oluyor.
Halbuki, kabalığıyla maruf, öyle ki kabalık bakımından kavminin en şöhretli kişisi durumundaki bir kişiye karşı dahi keremkâr davranışının hikmetini izah sadedinde “Yâ Âişe! Beni ne zaman kaba buldun?” sözüyle mukabele ederek, kudsî nebî bizi ‘karşımızdakinin davrandığı gibi’ değil, ‘yüreğimizin ve vicdanımızın bizden istediği gibi’ olmaya davet ediyor bizi.
Metin Karabaşoğlu,Hadis Okumaları 2
Peygamber a.s damadı Hz. Ali, bir gün gelip “Beni mi, yoksa Fâtıma’yı daha çok seviyorsun?” diye sorduğunda, şu tek cümlelik cevabı vermişti Resûlullah aleyhissalâtu vesselam: “Sen benim için Fâtıma’dan daha değerlisin, Fâtıma da bana senden daha sevimlidir.”
Bir yanda imana ve İslâm’a olan bunca hizmeti ve bunca güzel hasletiyle Hz. Ali’nin onun nazarındaki müstesna değeri; ama diğer tarafta, kızı olması itibarıyla Hz. Fâtıma’ya duyduğu hususî sevgi…
Rahmet peygamberi, hakkâniyeti asla yitirmeden, içine dercedilmiş o fıtrî duyguyu ne kadar da beliğ ifade etmişti: “Sen bana Fâtıma’dan daha değerlisin, Fâtıma bana senden daha sevimlidir.”(İmam Nesai,Hadislerle Hz Ali,142 nolu hadis)
Yani, senin benim dünyamda apayrı bir yerin var, Fâtıma’nın da benim dünyamda apayrı bir yeri var. Senin yerine Fâtıma yetişemez, Fâtıma’nın yerine ise sen yetişemezsin. İkiniz, kendi yerinizde müstesnasınız…
Bu cevabı duyduğunda, eminim Hz. Ali çok sevinmiştir. Bu cevabı duyduğunda, eminim Hz. Fâtıma da çok sevinmiştir. Bu cevabı duyduklarında, eminim ikisinin de Hz. Peygamber’e olan sevgileri bir kat daha sağlamlaşmış; birbirlerine olan sevgi ve hürmetleri bir kat daha ziyadeleşmiştir.
Biz de kudsî nebîden bu dersi alıp, hep böyle yapabilsek…
Allah’ın kalbimize koyduğu fıtrî duygudan asabiyet üretmesek…
Yahut, asabiyet üretirim korkusuyla bu fıtrî duyguyu örselemesek, zoraki ‘reddeder’ bir tavra girişmesek…
Ne kadar da güzel olurdu, değil mi?
Ne kadar da güzel olur, değil mi?
Hepimizin bir şekilde muhakkak haberdar olduğu bir hadisti dünyama dolan Daha önce defalarca duyduğum, defalarca okuduğum, dilimin defalarca telaffuz ettiği bir hadis Hadisin sadece tek bir kelimesinin içerdiği, daha önce farketmediğim bir ders, beni günlerce düşündürdü ve aklıma başkaca hadislerin açıkça desteklediği bir büyük nebevî hikmeti fısıldadı..
“Yarım hurmayla da olsa, kendinizi ateşten koruyun”(Buhari,Rikak;49) hadisiydi sözkonusu olan,
İnfakın önemine, kendinden geçmenin önemine, Allah’ın ona verdiğini Allah’ın ihtiyaç üzere olan başkaca kullarıyla paylaşmanın önemine dair açık bir ders yüklüydü bu hadis Aza-çoğa, büyüğe-küçüğe bakmadan, Allah için başkalarına vermenin önemini bize haber veriyordu
İyi de, hadis niye ‘yarım hurma’dan söz ediyordu Bu dersi vermesi için ‘bir hurma bile olsa’ da diyemez miydi kudsî nebî? Niye “Bir hurmayla da olsa, kendinizi ateşten koruyun” dememişti de, “Yarım hurmayla bile olsa, kendinizi ateşten koruyun” demişti?
Bu sorunun izini sürdüğümde gördüğüm, bir hikmet ve denge dersiydi Bölünmemiş tek bir hurmanın zihinde uyandıracağı bir “ya hep ya hiç” çağrışımına bedel, ‘yarım hurma’ bir paylaşmanın haberini veriyordu bize Elindeki tek hurmayı bir başkasına vermek elbette büyük bir hasletti ama, Resûlullah aleyhissalâtu vesselam ‘yarım hurma’dan söz ederek hem nefsimize karşı da sorumlu olduğumuz ders veriyor, hem de tıpkı “Amellerin en hayırlısı az ama devamlı olanıdır” hadisinde olduğu üzere ‘kanun-u fıtrat’a muvafık bir infak yolunu bize gösteriyordu.
Elinde kalan tek hurmayı bir başkasına vermek, elindeki son imkânı bir başka mü’min için kullanmak; bunlar güzel hasletlerdi, ama bu şekilde bir infak çabasının devamlı ve kalıcı olması kuşkuluydu Çünkü, işin içinde insanın kendi nefsinin veya vücudunun fıtrî ihtiyacını gözardı etmesi gibi bir ‘zorakilik,’ bir ‘kanun-u fıtrata muhalefet’ halini de içeriyordu.
Kendisi aç halde bugün elindeki son hurmayı bir başkasına veren, yarın da aynısını yapan kişinin hep böyle gideceğinin garantisi yoktu Bilakis kendi vücudunun ihtiyacını bu kadar görmezden gelmenin ve nefse bu kadar yüklenmenin akıbeti, örneklerine hayat içinde çokça tecrübe edildiği üzere, bir müddet bu duruma tahammül ettikten sonra bir kopma anını müteakip sırf kendi-merkezli bir hayata savrulmaktı İnsanın kendisi de etten ve kemikten ibaret olduğuna ve onun da yemeye-içmeye ihtiyacı olduğuna göre, sırf başkası-merkezli müfrit bir hayat tasavvurunun gelip dayanacağı nokta sırf kendi-merkezli bir tefrite yuvarlanmaktı.
Oysa kudsî nebî, böyle bir anlayışın kendisini mazur göreceği bir ifade olarak ‘bir hurma’ yerine ‘yarım hurma’dan söz etmekle, insana bu iki uç nokta arasında bir dengenin dersini veriyordu Ortada infak edilecek bir ‘yarım hurma’ varsa, bu, hurmanın diğer yarısını ayırıp kendimizin yediğinin işareti değil miydi? Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, kendisini merkeze almayan ama kendi nefsinin ve vücudunun ihtiyacını görmezden de gelmeyen bir orta noktaya çağırıyordu bizi.
Metin Karabaşoğlu,Hakikatin Dengesi,sy;86-88
Ey insanlar, düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin! Allah’tan afiyet dileyin. Ancak karşılaşacak olursanız sabredin, bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.” (Buharî, Cihâd 156, 22, 32,112, Temennî 8; Müslim, Cihâd 20; Ebu Dâvûd, Cihâd 98)
Son cümlesi herkesçe bilinen hadisin hangi şartlarda ve hangi vakitte söylendiği pek bilinmediği gibi, önceki cümlelerinin de pek bilinmiyor olması herhalde dikkat çekicidir.
Halbuki, hem söylendiği zaman ve zemin, hem kendisinden önce gelen cümleler, “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” hadisine ve dolayısıyla cihad idrakine bir çerçeve çizerek asıl kıvamını vermektedir.
Demek ki, Peygamber aleyhissalâtu vesselam için bir gerilimi çözmenin öncelikli yolu, savaş değildir. Bilakis savaş, yani kılıçla cihad, barışçı çözüm içeren bütün seçenekler tükendikten sonra başvurulacak en son çaredir.
Nitekim, onun, komutan olarak bir sefere yollarken Hz. Ali’ye verdiği emir de, bu gerçeği bir kez daha teyid etmektedir. Orada da, Peygamber aleyhissalâtu vesselam Hz. Ali’ye, karşılaşacağı müşriklere önce imanı tebliğ ederek İslâm’a davet etmesini emretmiştir. Bu davet reddedildiğinde Hz. Ali’nin komutan olarak yapacağı, yine, savaşa girişmek değildir. Bu durumda, onlar bir barış anlaşmasına davet edilecek; yani kendileri müşrik kalmakla birlikte İslâm’a karşı savaş halinde olmamaları ve yaşadıkları diyarda İslâm’ın tebliğine engel olunmaması istenecektir. Ancak İslâm’ın tebliğine dahi izin vermeyen bir katılık ve karşıtlıkla yüz yüze gelindiğindedir ki, son çare olarak cihad emredilmiştir.
Sözün kısası, ilgili hadiste Peygamber aleyhissalâtu vesselam kılıçla cihadı ancak ‘en son çare’ olarak başvurulması kaydıyla övmektedir. Cennet, barışa fırsat tanındığı halde savaştan başka bir yol kalmadığı durumda kılıçların gölgesi altındadır; barışa asla fırsat vermeden doğrudan kılıçlara sarılma durumunda değil…
Hadis, diğer taraftan, mü’minlerin sahip olması gereken asıl ruh halinin ne olması gerektiğini de açıkça göstermektedir. Bir savaş ortamında, üstelik cihad için yola koyulup düşmanla karşılaşılacak mahalle gelindiğinde ‘güneşin meyletmesini’ bekleyerek barışa zaman tanıyan, sonra da “Ey insanlar! Düşmanlar karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah’tan afiyet dileyin” buyuran kudsî nebî, böylece, mü’minlerden çatışmacı değil barışçı bir ruh haline sahip olmalarını istemekte; onları gerilimden değil afiyetten yana bir duygu durumuna davet etmektedir.
Barışa fırsat tanınmalı; savaş için yola çıkılırken dahi, savaşsız bir çözüm temenni edilmeli; kalbler ve zihinler bu yönde çalışmalıdır. Savaş, barışçı çözüm seçenekleri tükendiği durumda kullanılacak son çaredir. Bu durumda dahi, mü’minleri yöneten ana duygu, öfke değil, sabır olmalıdır.
Ve ancak bu takdirde, cennet kılıçların gölgesi altındadır.
Metin Karabaşoğlu,Hakikatin Dengesi,syf;91-93
Ebu Hureyre radıyallahu anhın rivayet ettiği… Bizi ALLAH cc hakkında hüsnüzanna davet eden…
Buyurur ki Resûlullah aleyhissalâtu vesselam:
Ben kulumun zannı üzereyim. Kulum beni andığında Ben onunla birlikteyimdir.O Beni kendi başına zikrederse Ben de onu kendim zikrederim. O Beni bir topluluk içinde zikrederse Ben onu onunkinden daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim.
Kulum Bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim.”(Müslim,Zikr 22)
Hadisin belki en manidar veçhesi;
“Ben kulumun zannı üzereyim” yani “Kulum Benim hakkında nasıl bir zan beslerse Ben o zan üzere ona muamele ederim.”
“Ben onunla birlikteyimdir” ama şayet “o Beni anar ise.”
“Ben onu kendim zikrederim” ama eğer “o Beni kendi başına zikrederse.”
“Ben onu daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim” ama eğer “o Beni bir topluluk içinde zikrederse.”
“Ben ona bir arşın yaklaşırım” ama eğer “o Bana bir karış yaklaşırsa.”
“Ben ona bir kulaç yaklaşırım” ama “o Bana bir arşın yaklaşırsa.”
“Ben ona koşarak giderim” ama “o Bana yürüyerek gelirse.”
Görüldüğü gibi hadiste zikredilen bütün güzel neticelerin vukua gelebilmesi ve kulun rahîmiyetin hususî ikramından nasipdar olabilmesi için rububiyet-ubudiyet denklemine yakışır şekilde ilk adımı kulun atması gerekiyor.
Âlemler Rabbi rahmâniyetiyle zaten var edip doyurduğu kulunun rahîmiyetin hususî cilvelerine mazhariyeti için kendisinin kulluğunu ve O’nun rububiyetini idrakin bir göstergesi olarak ilk adımı atmasını bekliyor.
Hadisin bu veçhesi ne zaman aklıma gelse Bakara sûresinin ilk âyetlerindeki iki ‘hüden’e İşârâtü’l-İ’caz tefsirinde Bediüzzaman’ın getirdiği izah gelir aklıma.
Bu âyetlerde ‘hüden li’l-muttakîn’ derken kullara ve ihtidaya ‘hüden min rabbihim’ derken ise Rabbü’l-âlemîne ve hidayete atıf mânâsı çıkarır Bediüzzaman. Bu mânânın öğrettiği ise şudur:
Kul ihtida ederse Allah hidayet eder. Yani hidayet Allah’tandır; ama Allah hidayeti ihtida edene yani hidayet için yürüyene hidayet için gayret gösterene verir.
Sözün kısası âyet de hadis de bize ihsas ediyor ki Allah’ın ona rahmetiyle yakın olmasını isteyen yüzünü O’na döndürmeli ve ilk adım kendisinden gelmeli…
Ve Rabbinin ona yakın olmadığını düşünen önce kendisini sigaya çekmeli…
Metin Karabaşoğlu,Hakikatin Dengesi,syf;94-96
Her cümlesi hâfızaya kayd ve kalbe nakş olması umulan bu hadisinde yeğeninin şahsında, bütün mü’minlere, özellikle de mü’minlerin gençlerine nasihatine şöyle nasihat buyurur:
“Yavrucuğum! Allah’a karşı edebini koru ki, Allah da seni korusun! Allah’ın hukukunu koru ki, O’nu karşında hâmi bulasın. Bollukta Allah’ı tanı ki, darlıkta da O seni tanısın. Bir şey isteyince, Allah’tan iste. Yardım talep edeceksen, Allah’tan yardım dile. Zira kullar, Allah’ın yazmadığı bir hususta sana faydalı olmak için bir araya gelseler, bu faydayı yapmaya muktedir olamazlar. Allah’ın yazmadığı bir zararı sana vermek için bir araya gelseler, buna da muktedir olamazlar. Kalemlerin mürekkebi kurudu ve sayfalar dürüldü.”
Bütün cümleleri birbiriyle irtibatlı olan hadis i şerif, bu etkileyici girizgâhtan sonra hikmetli nasihatlerle devam eder:
Sen, yakînî bir imanla, tam bir rıza ile Allah için çalışmaya muktedir olabilirsen çalış; şayet buna muktedir olamazsan, hoşuna gitmeyen şeyde sabırda çok hayır var. Şunu da bil ki, Allah’ın yardımı sabırla birlikte gelir, kurtuluş da sıkıntıyla gelir. Zorlukta da kolaylık vardır. Bir zorluk iki kolaylığa asla galebe çalamayacaktır.
Tirmizi,Sıfatu-l Kıyamet,61
İnsan, rahmetin bu derece genişliğine karşı yine de cehenneme düşecekse, sürümden kaybederek düşecek. Bu sürümden kaybetmeâ vãkıasının merkez üssünü ise, dilin ãfetleri teşkil edecek.
Diğer bir deyişle, uluorta söyleyi verdiğimiz, tartıp biçmeden sarfettiğimiz genellemelerâdir ki, bizi hesap günü maazallah bir büyük helãkete sürükleyecek.
Ölçmeden, tartmadan, ulu orta söyleyi verdiğimiz genelleyici sözler…
Zerre miskal hayrın da, zerre miskal şerrin de karşılıksız kalmayacağını bildiren; ve birinin hatasıyla başkasını mesul kılmamayı en temel adalet ilkesi olarak defaatle Kurân’ında bildiren Rabb-ı Rahim, bir kişiye veya sadece az sayıda insana mahsus bir kötülüğü bütün bir aileye, bir şehre, bir cemaate, bir millete, bir ülkeye, bir kıtaya teşmil edebildiğimiz için hesaba çekecek bizi.
Zalimden dolayı aynı kavme mensup mazlumu, mücrimden dolayı aynı aileye mensup masumu da kötüleyen dilimizin edip durduğu iftiralardan dolayı bizi hesaba çekecek.
Ne zaman bir şehre, bir sülaleye, bir cemaate, bir millete ait karalayıcı ve kötüleyici genellemeler duysam; hemen bu durum gelir aklıma. filan şehrin hırsız, feşmekan şehrin dolandırıcı olduğunu kolaylıkla söyleyiveren; bir aileyi büsbütün hayırsız ediveren; bir milletin bütün efradını kötülük objesine dönüştüren o birkaç kelimelik genellemeler, nasıl bir zulüm içermekte ve nasıl bir helãket potansiyelini yüklenmektedir?
Bu, bu ülkede özellikle dikkat gerektiren bir durum.
Bu Ülke, Bediüzzaman’ın unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediği için, zulmeder tesbitinin durmaksızın doğrulandığı bir ülke zira… Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Araplar, Acemler; o kadar çok kötülük objesi var ki insanların dillerinde… Ermeni Dölü, Rum Dölü, Soysuz, Kansız, Kanıbozuk, Sütübozuk.. derken, insanları Allah’ın onları yaratmış olduğu genler ile mahkum etmeye teşne o kadar çok dil var ki… bütün Sivasâ şu kötülüğü, Diyarbakırâ bu kötülüğü izafe etmeye yatkın o kadar dil var ki… İzmirliyi toptan gãvurlaştıran, her Vanlı’yı uyuşturucu tüccarı olarak gören…
Dikkat edelim: Hadisler bize sürümden kazanma’nın nice yolunu gösterirken, dilimizin yapıp ettikleriyle âsürümden kaybetme yolunda gidiyoruz.
Genellemelere dikkat; özellikle de içinde bir kötüleme, bir aşağılama mãnãsı taşıyanlar.
Metin Karabaşoğlu,Hadis Okumaları 2 syf;131-132-133
Bir adam sordu: “Ey Allah’ın Resulü, Allah yolunda öldürüldüğüm takdirde, bütün hatalarım örtülecek mi?” Resulullah (sav): “Evet, sen sabreder, mükafaat bekler, geri kaçmadan ileri atılır vaziyette olduğun halde öldürülürsen!” diye cevap verdi. Ve adama sordu: “Nasıl sormuştun?” Adam sorusunu aynen yeniledi. Bunun üzerine aleyhissalatu vesselam Efendimiz sözlerini şöyle tamamladı: “Evet, (kul) borcu hariç, bütün günahların affedilecek. Zira Cebrail bu hususu bana haber verdi!”
Kaynak: Müslim, İmaret 117, (1885); Muvatta, Cihad 31, (2, 461); Nesai, Cihad 32, (2, 33)
Aynı manayı teyid eden bir diğer hadis ise,Abdullah b. Amr İbnü’l As’ın rivayetiyle,”Şehidin,borç hariç bütün günahları affedilir”(Buhari,Rikak 35)şeklindedir.
Bu iki hadis aynı zamanda Adil ve Hakim olan Allah cc’ın katında,’kul hakkı’nın ne kadar önemli olduğunu belgeliyor.Kullarının hakkı Allah katında o kadar önemli ve değerli ki,’şehid’ olmamız bile kullara karşı bir haksızlığın hesabını üzerimizden kaldırmıyor.Alemlerin Rabbi,şehidin üzerinde ki kendi hakkından,yani ‘hukukkullah’tan feragat ediyor.Ama şehid olan kişi ile sair kulların kişide kalmış haklarının muhasebesini Hesap Gününe bırakıyor.
Açıkçası,’şehid’ bile bütün günahları affedilirken ‘kul hakkı’nın bundan istisna tutulmasıyla,Rabb-ı Rahim ‘kul hakkı’nın O’nun katındaki müstesna yerini bildiriyor.
Durum buysa,hangi gerekçeyle olursa olsun,’insan hakları’nı çiğneyenlerin,Allah’ın yarattığı kulların hakkına girenlerin,hele ki masumların canına veya kanına kastedmekle yaptıkları haksızlığın ‘şehit’likle sıfırlanacağı uman şiddet yanılılarının iyi düşünmesi gerekiyor.
Alemlerin Rabbi nezdinde kul hakkı öyle önemli bir şey ki,hiçbir şey bizi onun hesabından alıkoyamıyor.
Şehid Olmamız bile..
Metin Karabaşoğlu,Hadis Okumaları,syf;136-137
Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın çocuklarla muamelesinde bu gerçeğin getirdiği hassasiyet hep görülür. Çocukları, torunları, ashabının çocukları… Hepsi için, sabır ve şefkat timsali bir sığınak, bir melce, bir kucaktır onunkisi. Mescidinde ashabına namaz kıldırırken sırtına binip ‘deh, deh!’ diyen torunu ‘hevesini alsın diye’ secdesini uzatan bir Resûlullah tablosu vardır karşımızda.
Yahut, ashabına hutbe verirken yanına gelen bir diğer torununu kucağına oturtup başını okşayan bir Resûlullah…
Yahut, mescidde ashabına namaz kıldırırken bir çocuk ağlamasını duyduğunda, annesi çocuğuna çabucak kavuşabilsin diye, okumaya niyet ettiği uzun sûre yerine kısa bir sûre ile namazını tamamlayan bir Resûlullah…
Yahut, evinde namazda iken ağlamaya başlayan bir torununa cevap vermekte gecikilmesi üzerine, namazını bitirdikten sonra ev ahalisine “Onların ağlamasının beni üzdüğünü bilmiyor musunuz?” diye sitem eden bir Resûlullah…
Yahut, namazdayken önünden geçmemeleri konusunda tenbihlediği halde namaza durmasının ardından seccadesinin o tarafından bu tarafına zıplayıp duran Ümmü Seleme validemizin küçük kızı Zeyneb’i azarlamak yerine, ‘kız çocuklarının kafalarına koyduklarını yapma konusunda daha mahir oldukları’ yönünde bir tesbitle yetinen bir Resûlullah…
Yahut, kucağında iken üzerine çiş yapıp elbisesini kirleten küçük torunu Hüseyin’i kucağından alan Ümmü Fadl’ın63 “Sen nasıl Resûlullah’ın üstüne çiş yaparsın?” diye hafiften vurmasına dahi razı olamayıp müdahale eden bir Resûlullah…
Yahut, on yıl yanında hizmet eden, bu on yıl içinde nice zamanlar kendisinden istediği şeyi unutan, istemediği şeyi yapan, kıran, döken Enes b. Mâlik’i bir kere bile “Niye böyle yaptın? Niye böyle yapmadın?” diye azarlamayan bir Resûlullah…
Yahut, kendisine alıştırdığı küçük kuşu ölünce içine ve evine kapanan bir çocuğun, Umeyr b. Mâlik’in haberini aldığında ölen kuşu için ona taziyede bulunan bir Resûlullah…
Yahut, Medineli çocuklara bir öğüt, bir nasihat verecekse, bunu ekseriya onları devesinin terkisine alarak, bir ikramda bulunarak yapan bir Resûlullah…
Resûlullah aleyhissalâtu vesselam ve çocuklar deyince akıllarda kalan, hadis ve siyer kitaplarından bir Asr-ı Saadet hatırası olarak aktarılan tablolar, işte hep böylesi tablolardır. Çocuklar, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın gözbebeğidir ve Resûlullah aleyhissalâtu vesselam o büyük iman, ahlâk ve insanlık dersini verirken ‘terbiye kasdıyla olsun,’ ne diliyle, ne eliyle onları asla incitmemiştir.
Bugünün çocuklarının yahut bugünün büyükleri olan dünün çocuklarının hafıza arşivlerinde kocaman bir ‘camide amcalardan işittiğim azar’ dosyasının yer almasına karşı, Asr-ı Saadet çocuklarının hâfıza arşivinde ‘Resûlullah’tan işittiğim azar’ başlıklı tek sayfalık bir dosya dahi yoktur.
Bugünün çocuklarının hafıza arşivindeki kabarık ‘tekme, tokat ve dayak’ dosyalarına karşılık, Asr-ı Saadet çocuklarının hiçbirinin hâfıza arşivinde ‘Resûlullah’tan yediğim dayak’ başlıklı bir dosya da yoktur.
Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, ne evde, ne mescidde, ne çarşıda, ne sokakta hiçbir çocuğa vurmamış, hiçbir çocuğu dövmemiştir.
Gelin görün ki, bugün güya iman adına, güya namaz adına, güya Kur’ân adına dövülen, sövülen, tekme yiyen, tokat yiyen, kovulan veya azarlanan nice çocuk vardır.
Dahası, Resûlullah’tan asla görmediğimiz bütün bu hareketlere karşı, çocuklara döven veya söven büyükler ne hazindir ki bu davranışlarını Resûlullah’tan aktarılan bir hadise dayandırmaktadır. “Onlar yedi yaşına geldi mi, çocuklarınıza namazı emredin. On yaşına gelince de kılmadığı takdirde, onları dövün.”(Ebu Davud,Salat 26;Tirmizi,Salat 2)99
Resûlullah’ın çocuklara yapmadığını yapmanın gerekçesi olarak Resûlullah’a atıfla aktarılan, budur.
Hazindir ki, eğitim için bula bula ‘eğmek’ kökünden türetilmiş bir fiili bulan, dayağı ise ‘cennetten çıkma’ gören bir sosyo-kültürel ortam, rahmeten lill-âlemîn aleyhissalâtu vesselamın hadislerine bakışa ve hatta hadislerini tercüme edişe de sirayet etmiş; algıdaki yanlış seçicilik bir hadisi nazarlardan gizlerken, bir diğer hadise yanlış mânâ verdirmiştir.
SON