Gazzâlî
çev. Osman Demir
Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda mensubu olduğu Eş’arî tutumu ortaya koyarken sûfîlerin görüşüne dair işaretlere de yer vermektedir. Aşağıdaki metinde o, Allah’ı bildiğini söyleyenin de bilmediğini söyleyenin de aslında doğru konuşmuş olacağını ileri sürmektedir. Dış dünyadan hareketle görüşünü ispatlayan Gazzâlî’ye göre haricî nesnelerin mahiyetini bilme çabası, bize, O’nun özünün değil özelliklerinin bilgisini vermektedir. Bu sebeple bir şeyi bilmenin onun hakikatini bilmek olduğu görüşünde olanları eleştiren Gazzâlî’ye göre esasında O’nu bilmenin biri eksik/ yetersiz diğeri de asla mümkün olmayan iki yolu vardır: İlkinde kelâmcıların yaptığı gibi O’nu isim ve sıfatlarla bilmek söz konusudur ve böylece O’nun hakkında belli bir malumata sahip olunur, ikinci yol ise bizzat O’nun tecrübe etmekle ile ilgili olduğu için beşer kudretinin dışındadır. Onun ikinci yol olarak zikrettiği ise kendi döneminde fena ehli sûfîlerin yöntemi olmalıdır ve Gazzâlî bunu mümkün görmez. Bu sûfîlerin O’nu bilebilecekleri en son nokta bundan âciz olduklarını fark etmeleridir. Bu konuda onun nihaî yaklaşımı ise İlâhî zâtın hakikatini bilmek mümkün olmadığına göre O’nu bilmenin ancak isimler yoluyla gerçekleşeceğidir. Bu ise aynı niteliklerin bizde de olduğunu kavrayıp mümkün olduğunca bunların hakkım vermekle olur ve bu aym zamanda bir tür yetkinleşme süreci anlamına gelmektedir.
[Allah’ı Bilmek Mümkün Müdür?]
Şöyle derim: Yüce Allah’tan olumsuzlanan benzerliğin (mümâselef) anlamını bildiğinde O’nun dengi olmadığım da kavrarsın. Böylece her vasıfta ortak olmanın denklik gerektirdiğini de sanman gerekmez. Birbirine zıt olan iki şeyin denk olmadığını görmüyor musun? Bunlar arasında daha ötesi düşünülemeyen, büyük bir fark/uzaklık vardır. Oysaki birçok hususta ortaktırlar. Mesela siyah; araz, renk, gözle idrak edilme olma ve bunun dışındaki bazı özelliklerde beyaza ortaktır.
“Yüce Allah, mekândan münezzeh bir şekilde mevcuttur, O işiten ve görendir, bilen ve dileyendir, konuşan ve diri olan, güç yetiren ve faildir; insan da böy- ledir” diyen birinin, O’nu insana benzettiğini ve dengini kabul ettiğini görmüyor musun? Heyhât, hiç de böyle değildir. Şayet böyle olsaydı, tüm varlıklar O’na benzemiş olurdu. Şöyle ki, ortaklığın ispatı konusunda tür ve mahiyette [benzerlikten] daha az [bir ölçü] yoktur. At kurnazlıkta üstün olsa da insana denk değildir; çünkü tür olarak ondan farklıdır. At, insanın zâtını oluşturan mahiyetinin dışında ânzî bir özellik olan zekilikte ise ona benzemektedir.
İlahlık özelliği, O’nun, var olma imkânı bulunan, her şeyi nizam ve kemal bakımından en güzel bir şekilde yaratan zâtıyla zorunlu bir varlık olmasıdır. Bu özellikte bir benzerlik olması hiçbir surette düşünülemez ve böylece denklik de ortaya çıkmaz. Kulun merhametli (rahim), sabreden (şabûr) ve şükreden (şekûr) olması da işiten (se/mi), gören (basîr), bilen (âlim), gücü yeten (kadir), canlı (hayy) ve eyleyen (fâ‘il) olması gibi bir denkliği gerektirmez. Hatta diyebilirim ki, ilâhlık özelliği sadece Yüce Allah’ta vardır ve O’ndan başkası bunu bilemez. Bunu ya O ya da O’na denk olan biri bilebilir. Onun bir dengi olmadığına göre O’ndan başkası da bu özelliği bilemez. O halde doğru olan Cüneyd’in (r.a.) şu sözüdür: “Allah’ı ancak Yüce Allah bilir; bu sebeple en üstün yaratığına [insan] O’nu gizleyen bir ismini bildirmiştir.” Yine o, “En Yüce olan Rabbinin ismini teşbih et” (A‘lâ 87:1) [âyetini okudu] ve şöyle dedi: “Allah’a yemin olsun ki O’nu dünyada ve âhirette O’ndan başka kimse tanıyamaz.” Zünnûn’a ölüm döşeğindeyken neyi arzu ettiği soruldu. “Ölümden önce O’nu bir lahza dahi olsa tanımak isterim” diye cevap verdi. Şimdi bu söz, çoğu zayıf [imanlıların] zihinlerini bulandırır ve onlar bu sözleri kavrayamadıkları için [Cüneyd’in] O’nu yok saydığını ve işlevsiz kıldığım sanırlar.
Ben ise şöyle demekteyim: “Sadece Allah’ı tanıyorum” diyen de “Allah’ı tanımıyorum” diyen de doğruyu söylemiştir. Olumlama ve olumsuzlamanm birlikte doğru olamadıkları bilinir, ancak onlar doğru ve yanlışı paylaşabilirler. Olum- suzlama doğru olursa olumlama yanlış olur ya da bunun tersi gerçekleşir. Ancak sözün bağlamı farklılaşırsa her iki kısmın da doğru olduğu düşünülebilir. Bu, bir kimsenin bir başkasına; “Ebû Bekr es-Sıddîk’ı tanıyor musun?” diye sormasına benzer. O, şöyle cevap verir: “Sıddîk bilinmeyecek ve tanınmayacak biri midir? İsminin yaygınlığı, şöhreti ve açıkta olması sebebiyle dünyada onu bilmeyen birinin varlığı düşünülebilir mi? Onun sözünün geçmediği bir minber, adının anıl- madığı bir mescit, övülmediği ve vasıflarının zikredilmediği bir lisan var mıdır?” Şüphesiz bu kimse doğruyu söylemiştir. Bunun gibi, bir başkasına onu [yani Ebû Bekr’i] tanıyıp tanımadığı sorulduğunda ve o kimse de “Ben kimim ki Ebû Bekr es-Sıddîk’i tanıyayım? Bu oldukça imkânsızdır! Zira Sıddîk olanı ancak sıddîk olan, ona denk ya da onun üstünde bulunan birisi tamyabilir. Nasıl olur da ben onu bildiğimi iddia ederim ya da buna kalkışabilirim? Benim gibi birisi ancak onun adını ve vasfım duyabilir. Bununla onu bildiğimi iddia etmem ise imkânsızdır” dediğinde, o da aynı zamanda doğruyu söylemektedir. Bu ikinci sözün tazim ve ihtirama daha yakın olan bir yönü vardır. “Allah’ı biliyorum” diyen kimsenin sözünü de “Allah’ı bilmiyorum” diyen kimsenin sözünü de bu şekilde anlaman gerekir.
Hatta akıllı bir insana düzgün bir yazıyı göstersen ve “Bunun yazarım tam- yor musun?” diye sorsan, o da sana “Hayır” dese, doğruyu söylemiş olur. Şayet “Evet, bunun yazan canlı, güçlü, işiten, gören, eli sağlam ve yazma sanatım bilen bir insandır. Hakkında bunları bildiğim kimseyi nasıl tanımam? dediğinde de aynı şekilde doğru söylemiştir. Ancak bu hususta en doğru ve en uygun olan ise “Onu tanımıyorum” demesidir. Zira o, hakikatte onu bilmemekte; düzgün bir yazının, canlı, bilen, güçlü, işiten, gören, eli sağlam ve yazma sanatım bilen bir kâtibe olan ihtiyacım bilmektedir. Kâtibin kendisini ise tanımamaktadır. İnsanlar da böyledir; onlar sadece bu düzenli ve sağlam (muhkem) âlemin düzenleyici (müdebbir), canlı, âlim ve kâdir bir yaratıcıya olan ihtiyacını bilmektedirler.
Bu bilmenin ise iki tarafı vardır: îlki âlemle irtibatlıdır, âlemin bir düzenleyiciye plan ihtiyacı ise bilinmektedir. Yüce Allah’la irtibatlı olan diğerinde ise bilinen, zâtın hakikatine ve mahiyetine dâhil olmayan sıfatlardan türeyen isimlerdir. Biz daha önce, bir kimse bir şeye işaret ederek “Bu nedir?” diye sorduğunda, türemiş isimlerin zikredilmesinin asla cevap sayılamayacağını açıklamıştık. Bu kimse, hayat sahibi birine işaret edip “Bu nedir?” diye sorduğunda ve “O uzundur, beyazdır ya da’kısadır” cevabım aldığında ya da suya işaret edip “Bu nedir?” diye sorduğunda “O soğuktur” cevabını aldığında ya da ateşe işaret edip “Bu nedir?” dediğinde ve “O sıcaktır” cevabım aldığında, tüm bunlar da hiçbir şekilde [sorulan şeyin] mahiyeti hakkında cevap olamaz. Bir şeyi bilmek, onun mahiyetini ve hakikatini bilmektir yoksa ondan türeyen isimleri bilmek değildir! “Bu sıcaktır” sözümüzün manası da “Bu, kendisinde sıcaklık vasfı olan belirsiz bir şey”dir. Alim ve kâdir sözümüz de böyledir; bunların manası kendisinde ılım ve kudret vasfi olan belirsiz şeylerdir.
Şayet “Var olma imkânı bulunan her şeyi tek başına icat eden ‘zorunlu varlık’ sözümüz, onun tanımından ve hakikatinden ibarettir ve biz bunu bilmekteyiz” dersen, ben de şöyle derim: Heyhât, hiç de öyle değil! Zira bizim “zorunlu varlık” sözümüz, O’nun illete ve faile ihtiyaç duymamasından ibarettir. Bu ise O’nun bir sebebi olduğunu olumsuzlamakla ilgilidir. “Her var edileni O meydana getirir” sözümüz ise fiillerin Allah’a izafeti ile bağlantılıdır. Bize “Bu şey nedir?” diye sorulursa, “O faildir” dersek de bu cevap olamaz. “O, illeti olan şeydir” dersek de bu cevap olmaz. O halde “O, illeti olmayan şeydir” sözü nasıl cevap olabilir? Çünkü bunların her biri olumsuzlama ya da olumlama yoluyla O’nun zâtından başka ve zâtma izâfe edilen bir şeyden haber vermektedir. Bu [kavramların] hepsi isimler, sıfatlar ya da izafetlerden ibarettir.
Şayet “O halde O’nu bilmenin yolu nedir?” denirse ben de şöyle derim: Şayet bize bir çocuk ya da iktidarsız, cinsel ilişkinin lezzetini ve onun hakikatini idrak etme yolunu sorsaydı, bunun iki şekilde olduğunu söylerdik. Bunlardan ilki, kavrayıncaya kadar bunu sana anlatmam, diğeri ise şehvet güdüsü ortaya çıkana kadar sabretmendir; sonra tadım alıncaya kadar cinsel ilişkiye girer ve böylece onu öğrenirsin. İşte bu İkincisi, gerçek bilgiye götüren tastamam bir yoldur. İlki ise sadece onu zihinde canlandırmaya (tevehhüm) ve bir şeye ona benzemeyen bir şeyi benzetmeye götürür. Oysaki amacımız iktidarsızın da anlaması için cinsel ilişkinin lezzetini onun anlayacağı -mesela tath bir yemeğin ve içeceğin tadı gibi- bir lezzete benzetmekti. Bu sebeple ona “Şekerin tadım bilir misin, onu yediğinde sende güzel bir hal oluşur ve kendinde bir rahatlama hisseder misin?” diye sorarız. “Evet” diyecektir. Biz de bunun üzerine “İşte cinsel ilişki de böyledir” deriz. Peki, [bu benzetme sayesinde onun] cinsel ilişkinin tadım, tıpkı bunu tadan ve yaşayan bir kimse gibi öğrendiğini mi sanıyorsun? Hiç de değil! Bu nitelemenin amacı; [cinsel ilişkinin lezzetini] zihinde canlandırmak, onun tadım bir şeye benzeterek anlatmak ve böylece [iki şey arasında] kavramsal bir ortaklık sağlamaktır.
Zihinde canlandırma, bu işin genelde güzel bir şey olduğunu düşündürür; benzetme cinsel ilişkiyi şekerin tadına benzeterek ifade eder -ki esasında şeker ve cinsel ilişkinin tatları arasında hiçbir benzerlik yoktur- kavram birlikteliği ise kişiye bunun da bir lezzet olarak isimlendirilmeyi hak ettiğini anlatır. [Çocukta] şehvet ortaya çıktığında ve cinsel ilişkiyi tattığında ise onun şekerin tadına hiç benzemediğini ve gerçeğin aslmda sandığı gibi olmadığım kavrar. Evet, cinsel ilişkinin adı ve vasfı hakkında onun lezzetli ve güzel olduğuna dair işittikleri doğrudur, ancak tattığı şey şekerin tatlılığından daha da gerçektir.
Bu sebeple Allah’ı bilme konusunda iki yol vardır: Bunlardan ilki eksik (kasır} diğeri ise kapalı (mesdûd) bir yoldur. Eksik yol, isimlerin ve sıfatların zikredilmesidir; bunun yolu ise [bu isim ve sıfatları] kendimizden bildiğimiz şeylere benzetmektir. Zira biz kendimizi kadir, âlim, canlı ve konuşan olarak bildik, ardından bunların Allah’ın da vasıfları olduklarını işittik. Bunları bir delil ile de bilebiliriz. İktidarsız bir kişi, cinsel ilişkinin lezzetini, ona şekerin lezzetinin anlatılmasıyla kavradığı gibi, biz de bunu eksik bir şekilde anladık. Oysaki şekerin tatlılığı ve cinsel ilişkinin lezzetinde olduğu gibi, bizim hayatımız, gücümüz ve bilgimiz de Allah’ın hayatına, gücüne ve bilgisine benzemekten uzaktır. Bu iki uzak nitelik arasında hiçbir ilgi yoktur. Yüce Allah’ın bu sıfatlarla nitelenmesinin faydası ise [zihinde] canlandırma (îhâm\ benzetme ve kavramda bir ortaklık sağlamaktır. Ancak benzetme “O’nun benzeri gibi bir şey yoktur” sözüyle ortadan kalkar. O diridir ancak diğer dirilere benzemez, O kâdirdir ancak diğer kâdirlere benzemez. Bu tıpkı “cimâ, şeker gibi tatlıdır ancak bu tat diğerine hiçbir şekilde benzemez ancak onlar [tat] kavramında ortaktırlar” demene benzer.
Yüce Allah’ın canlı, kadir ve âlim olduğunu bildiğimizde ise ancak kendimizi bilmiş ve O’nu da kendimizden hareketle tammış oluruz. Zira sağır ifadesi ancak “Allah işitendir” sözümüzle, kör ifadesi de ancak “Allah görendir” sözümüzle tasavvur edilebilir. Bu sebeple bir kimse “Allah azze ve celle şeyleri bilen nasıl olur?” dediğinde ona “Senin şeyleri bildiğin gibi” deriz. “Nasıl kâdir olur?” dediğinde de “Senin kâdir olman gibi” cevabını veririz. Kişi de bu [kavramları anlamaya] uygun bir nitelik olmadan bu sözlerden hiçbir şey anlayamaz. Öncelikle bu vasıfla nitelendiğini bilir ardından da ona mukayese ederek başkasını tanır. Yüce Allah’ın -şekerin ve cinsel ilişkinin tadının ortaklığı gibi de olsa- bizde münasibi ve ortak bir kavramı olmayan bir niteliği ve özelliği bulunduğunda ise O’nu anlamak hiçbir şekilde düşünülemez. Bir kimse ancak kendini bilir sonra da Yüce Allah’ın sıfatlarıyla kendi sıfatlarım kıyaslar. O’nun sıfatları ise bizim sıfatlarımıza benzemekten yücedir. İşte bu bilgi, benzetme ve zihinde canlandırmamın baskın geldiği eksik bir bilgidir. Bu sebeple [aralarında] benzerlik olmadığı, isimde ortaklık olsa da hiçbir şekilde bir ilginin bulunmadığım bilmek gerekir.
İkinci yol ise kapalıdır: Bu, kulun rubûbiyet sıfatlarının tümünü elde edip tanrı oluncaya kadar beklemesidir. Bu, bir çocuğun ergenliğe erip bu [cinsel ilişki] lezzetini tatmayı beklemesine benzer. Bu yol, kapalı ve imkânsız bir yoldur. Çünkü bu hakikati Yüce Allah dışında birinin elde etmesi imkânsızdır. Bu, gerçek bilgi yolundan başkası değildir ve eksiklikten uzak olan Yüce Allah dışında herkes için kesinlikle kapalıdır.
O halde Yüce Allah’ı gerçek anlamda O’ndan başkasının bilmesi imkânsızdır Hatta peygamberi büe ondan başkasının bilmesinin imkânsız olduğunu diyebi- hrun. Peygamber olmayan bir kimse sadece bu kavramı bilebilir. Peygamberlik insanda mevcut olan ve onu peygamber olmayandan ayıran bir özelliktir. Ancak bu özelliğin mahiyetini ise sadece peygamber bilir. Bir kimse kendi vasıflarına benzetmeksizin hiçbir şekilde bu özelliğin mahiyetini bilemez. Hatta daha da ileri giderek şöyle derim: Hiç kimse, ölümü, cenneti ve cehennemi bilemez, bunu ancak öldükten, cennete ve cehenneme girdikten sonra bilebilir. Çünkü cennet lezzet verici şeylere vasıtadır; hiç tat almayan birini farz edelim, ona, girmeyi arzu edeceği bir şekilde, cenneti anlatmamız asla mümkün olmaz. Cehennem de acı verici şeylere vasıtadır; acıyı kıyaslama imkânı olmayan birini varsayalım, ona da cehennemi anlatmamız mümkün olmaz. Ancak, rahatsız eden en büyük acıya benzeterek ona cehennem açışım anlatabiliriz.
Bu kişinin lezzetleri algılaması da böyledir; amacımız, aldığı en büyük lezzete benzeterek ona cenneti anlatmaktır ki bu lezzetler de yemek, evlenme ve bir manzaradan kaynaklı olabilir. Eğer cennette bu lezzetlere aykın bir lezzet olursa -cinsel ilişkinin tadım şekerin tadına benzettiğimiz gibi- onu da bu lezzetlere benzetmek dışında anlatmanın hiçbir yolu yoktur. Oysaki cennet lezzetleri bu dünyada algıladığımız cinsel ilişki ve şekerin lezzeti gibi tüm lezzetlerden oldukça farklıdır. Hatta bu husustaki en doğru ifade şudur: “Orada gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir insanın aklına gelmeyen [lezzetler vardır].”1 Bu lezzetleri yiyeceklere benzeterek anlattığımızda; “[dünyevî] yiyecekler gibi olmadığım”, cinsel ilişkiye benzettiğimizde ise “dünyada gerçekleşen ilişki gibi olmadığım” söylemek gerekir. O halde nasıl olur da bazı kimseler “Yerde ve gökteki varlıklar yüce Allah’ı ancak isimleri ve sıfatları ile tanıyabilir’’ sözümüze şaşırabilir. Oysaki cennetin ancak isim ve sıfatları bilinebilir. İnsanın adını ve vasfım işitip de tatmadığı, bizzat tadıp yaşamadığı ve sıfatlanmadığı tüm işler de böyledir.
Şayet “Ariflerin Yüce Allah’ı bilmelerinin son sınırı nedir?” dersen biz de şöyle deriz: Ariflerin O’nu bilmelerinin son noktası, bu bilgiden âciz olmalarıdır. Onlar gerçekte O’nu bilmediklerini bilirler. Onlar hiçbir şekilde O’nu bilemezler. Rubû- biyet sıfatlarının özünü kuşatacak bir şekilde, Yüce Allah azze ve celleyi gerçek manada ancak O bilebilir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu kesin olarak anlaşıldığında, varlıkların bilmesi mümkün olan en üst noktada O’nu tanımış olurlar.
Bu mertebeye Sıddîk-ı Ekber [Hz. Ebû Bekr] şu sözüyle işaret etmiştir: “O’nu idrak etmekten âciz olmak [işte bu asıl] idraktir.” İnsanlığın Efendisi’nin (s.a.s) şu sözüyle kastettiği de budur: “Allahım, seni övmek için, övgüye has kıldığın sıfatlarını saymaktan âcizim.”[2 Bu sözle, O’nu, dilinin ifade edemediği bir şekilde tanıdığını kastetmiş değildir. Daha çok bu söz şu anlama gelir: “Allahım, hamdini gerektiren tüm sözleri ve ulûhiyetinin tüm sıfatlarını biliyor değilim. Bunların tümünü ancak sen bilebilirsin; hiçbir varlık hayret ve ürperme dışında O’nun zâtının hakikatini elde edemez.” Onun bilgisini kuşatıcı bir şekilde elde | etmek ise ancak O’nun isimlerini ve sıfatlarını bilmekle olur.
Şayet “Eğer O’nun bilgisi tasavvur edilemiyorsa, bu hususta, melekler, peygamberler ve velîlerin dereceleri neye göre farklılaşır?” dersen ben de şöyle derim: Allah’ı bilmenin iki yolu olduğunu öğrenmiştin. Bunlardan ilki gerçek yoldur ve Yüce Allah dışında herkese kapalıdır. O’nun ihtişam {celâl} tecellileri tarafindan hayrete düşürülmeden, hiç kimse bu bilgiye ulaşıp O’nu kavradığına sevinemez; başını kaldırıp bakmak istediğinde ise dehşetten gözleri kapamr.
ikinci yol, isimleri ve sıfatları bilmektir. Bu yol insanlara açıktır ancak bu hususta seviyeler değişebilir. Yüce Allah’ın âlim ve kâdir olduğunu genel olarak bilen biri ile O’nun yer ve gökteki melekûtunun hayret uyandıran delillerini, ruhları ve cesetleri yaratmasını müşahede eden, hükümdarlığının eşsiz güzelliklerine ve sanatındaki inceliklere muttali olan, bunlardaki tafsilata dikkat kesilen, hikmetinin inceliklerini son noktasına kadar kavrayan, yönetimindeki incelikleri eksiksiz inceleyen, Yüce Allah’a yaklaştıran meleklere has sıfatların tümüyle vasıflanan, bunlarla nitelenerek yaşayan kimse hiç bir olur mu? Bunlar arasında erişilemeyecek derecede büyük bir fark bulunur. İşte tüm bunların detaylarında ve ölçülerinde peygamberler ve velîler birbirinden farklılaşır.
Bunu ancak bir misal ile kavrayabilirsin. “En güzel misalleri veren Allah tır (Nahl 16: 30). İmam Şâfiî (r.a.) gibi kâmil ve halis bir âlimi, ancak onun kapıcısı ile talebesi Müzenî tanıyabilir. Kapıcı, onun şeriatı bilen bir âlim ve yazar olduğunu, Allah’ın kullarını doğru yola yönelttiğini ana batlarıyla bilir. Oysaki Müzenî, kapıcıdan farklı olarak, kuşatıcı biçimde, özelliklerinin ve bildiklerinin ayrıntılarına vâkıf olarak onu bilir. On ayrı ilimde mahir olan bir âlimi, bu ilimlerden sadece birini tahsil eden bir talebesi de gerçekte tanıyamaz. O halde ilimlerden hiçbirini tahsil etmeyen hizmetçisi onu nasıl tanısın? Hatta hocasımn sahip olduğu on ilimden birini tahsil eden bir talebe bile, eğer o ilimde hocasına denk ve ondan eksik değilse, ancak o ilmin onda birini gerçekte bilmiş olur. Eğer bu ilimde de eksik ise, eksik olduğu bu ilmi hakikî olarak değil, ismen ve zanna dayalı olarak genel anlamda bilebilir. Böylece talebe, hocasının kendi bildiğinden başka bir şeyi bildiğini de anlar. İnsanların yüce Allah’ı bilme konusunda farklılaşmaları da böyledir; [bu farklılık] Allah azze ve cellenin bilgisini, kudre- tiyle yaptığı harikulade işleri, dünyada ve âhiretteki benzersiz delilleri mülk ve melekûtu anladıkları ölçüdedir. Böylece onların Allah azze ve celle hakkındaki bilgileri artar ve Yüce Allah gerçek manada bilme seviyesine yaklaşırlar.
Şayet “İnsanlar zâtın hakikatini bilmediklerinde ve bunu bilmeleri de imkansız olduğunda, O’nun isimlerini ve sıfatlarını da gerçek ve eksiksiz bir şekilde bilebilirler mi?” dersen, biz de şöyle deriz: “Bu da oldukça uzak bir ihtimaldir. Allah dışında hiç kimse O’nu hakikî ve eksiksiz bir şekilde bilemez.” Biz âlim bir zâtı bildiğimizde, aslında hakikatini bilmediğimiz belirsiz bir varlığı tanımış oluruz. Ancak onun bir ilim sıfatı olduğunu biliriz. Şayet bu sıfatı gerçekten bilseydik; onun âlim olduğunu bilmemiz bu sıfatın hakikatini tam olarak kavrayan bir bilgi olurdu, yoksa olmazdı. O’nun bilgisine benzeyen bir bilgiye sahip olmayan kimse, Allah’ın bilgisinin hakikatini bilemez. Bu bilgi O’nunladır ve O’ndan başkası bunu bilemez. O’nun dışındakiler ise ancak kendisine benzeterek O’nu bilebilir. Daha önce verdiğimiz şeker örneği de bunu gösterir. Yüce Allah’ın bilgisi hiçbir şekilde insanların bilgisine benzemez. Bu sebeple insanların O’nun hakkında gerçek ve eksiksiz bir bilgisi yoktur, daha çok bu bilgi zihinde canlandırmaya ve benzetmeye dayalıdır.
Bu durum seni şaşırtmasın! Çünkü benim dediğim şudur: Bir sihirbazı ancak sihirbazın kendisi, ondan üstün olan biri ya da ona benzeyen bir sihirbaz bilebilir. Sihri, onun hakikatini ve mahiyetini bilmeyen bir kimse ise sihirbazın ancak adım bilir. Onun bir bilgiye ve özelliğe sahip olduğunu da bilir, ancak bu bilginin ne olduğunu ise kavrayamaz. Onun bildiği şeyi ve özelliğini de bilemez. Evet, her ne kadar müphem olsa da bu özelliğin bilgi türünden olduğunu, kalpleri değiştirmek, varlıkların özelliklerini düzenlemek ve kan ve kocayı birbirinden ayırmak gibi neticeleri olduğunu bilir. Bu ise onun hakikatini bilmekten [oldukça] uzaktır. Sihrin hakikatini bilmeyen bir kimse sihirbazın hakikatini de bilemez. Zira sihirbaz kendisinde sihir özelliği olan kimsedir. Sihirbaz kavramının anlamı, bu sıfattan türeyen bir isim olmasıdır; sıfat bilinmezse isim de bilinmez, sıfat bilinirse isim de bilinir. Sihrin bilgisi ise sihirbazdan başkadır ve onun mahiyetinden uzak genel bir vasıftır. Bu da sihrin bilgi türünden olması ve bilgi isminin onunla örtüşmesidir.
Yüce Allah’ın gücünün bir niteliği olduğuna dair bilgimiz de böyledir. Bunun semeresi ve sonucu, varlıkların meydana gelmesidir. Böylece o vasfa “kudret” adı verilir. Zira bu, cinsel ilişkinin tadının şekerin tadına uygunluğu gibi, bizim kudretimize uygundur. Oysaki bunların hepsi bu kudretin hakikatinden uzaktır. Evet, kulun bu güç yetirilen şeylerin ayrıntılarına ve göklerin hükümdarlığındaki sanatın eşsizliğine dair bilgisi arttığında, kudret sıfatının bilgisinden nasibi de o oranda artar. Zira bir semere, semere verene delâlet eder. Bunun gibi, bir talebenin hocasının sahip olduğu bilgilerin ve eserlerinin tafsilatına dair malumatı arttığında, onu daha yetkin biçimde tanır ve daha eksiksiz bir şekilde yüceltir.
İşte bu, âriflerin bilgisindeki farklılıkla da bağlantılıdır. Sonsuz olanların farklılığı buna yol açar; çünkü insanoğlunun Allah’ın bilgisinden takdir edemediklerinin sonu olmadığı gibi takdir ettiklerinin de sonu yoktur. Varlıkla ilgili şeyler sonlu olsa da insanoğlunun takdir ettiği bilgilerin ise sonu yoktur. Evet, varlık âlemine çıkan şeyler azlık ve çoklukta farklılaşır; insanların bilgide farklılaşmaları da bu sayededir. Mal ile zenginleşmeye bağlı olarak güç konusundaki farklılaşmaları da böyledir. İçlerinde bir dânık [dirhemin altıda biri] ve dirheme sahip olanlar bulunduğu gibi, binlerce dirheme sahip olanlar da vardır. Bilgiler de böyledir; hatta bilgilerdeki farklılık daha fazladır. Çünkü bilinenlerin sonu yoktur; malların maddeleri ise cisim olduğundan sonludur ve sona ermemeleri düşünülemez.
O halde marifetullah denizinde insanların nasıl farklılaştığını anladın. Bunun bir sonu da yoktur. Böylece hem “Allah dışında kimse O’nu [hakkıyla] bilemez” diyenin de, “Sadece Allah’ı biliyorum” diyen bir kimsenin de doğru söylediğini kavradın. Zira varlık âleminde O’ndan ve sıfatlarından başka bir şey yoktur. O’nun fiillerine, O’nun fiilleri olarak baktığında -ki bu eksik bir akıl yürütmedir – bunları sadece, yer, gök veya ağaç olarak değil O’nun sanatı olarak görür ve böylece bilgisi rubûbiyet makamına ulaşmaz. Bu kimsenin Sadece Allah i biliyorum ve sadece aziz ve çelil olan Allah’ı görüyorum” demesi de mümkündür.
Bir kimse sadece güneşi ve onun ufka yayılmış nurunu gördüğünü tasavvur etse; “Sadece güneşi görüyorum” demesi de mümkün olur. Güneşten yayılan nur da O’ndan farklı değildir ve O’na dâhildir. Var olan her şey, O’nun ezelî gücünün nurlarından bir nur, O’nun eserlerinden bir eserdir. Bunun gibi güneş, ışık kay nağı ve her şeyi aydınlatan bir varlık olduğunda, ibarenin taşımakta zorlandığı mana da zaruret icabı “ezelî güç” olarak tabir edilir ki bu da her var olanda görünen varlığın kaynağıdır. Allah azze ve celle dışında bir varlık olmadığına göre arifin “Sadece Allah’ı biliyorum” demesi de doğru olur.
Şaşırtıcı olan ifadelerden biri de “Allah’tan başkasını bilmiyorum diyenle, “Allah’ı bilmiyorum” diyenin doğruyu söylemiş olmalarıdır. Ancak bunlardan ilki bir açıdan diğeri de bir başka açıdan doğru olabilir. Şayet farklı itibar yönleri olan çelişik ifadeler yalan olsaydı, yüce Allah’ın şu sözü de doğru olmazdı:
“Attığında sen atmadın Allah attı” (Enfâl 8:17). Bu söz doğrudur ve buradaki atıcılık iki yönden değerlendirilebilir. Bunlardan ilki kula, İkincisi ise Allah’a nispet edilir ve aralarında bir çelişki de yoktur. Burada bu kadarla yetinelim; zira sahili olmayan derin bir denize dalmış durumdayız. Bu tür sırların kitaplara tevdi edilmesi ve kötüye kullanılmaması gerekir. Bu sırlar maksadı aşan bir tarzda sunulduğunda ise ondan uzak durmak ve Allahın güzel isimlerinin ayrıntılı olarak açıklanmasına dönmek gerekir.
Editörler:Nail Okuyucu,Rahim Acar,Osman Demir – Din Felsefesinin Ana Konuları,c.4,syf:287-295
[] Kaynak metin: Gazzâlî, el-Maksadü’l-esnâ fi şerhi esmâillâhi’l-hüsnâ, ed. Fadlou A. Shihadi, Beyrut: Dâru’l-meşrik, 1986, s. 46-59.
Dipnotlar:
[1] Buhârî, “Tefsir”, 32.
[2] Müslim “Salât” 42.
0 Yorumlar