Küreselleşme ve Kültür

kuresel-piyasalarin-gozu-jeopolitik-risklerde_2140c741c6b07bf62aabe255dc0c8247 Küreselleşme ve Kültür

Dünya egemenlik ilişkilerinin Batı lehinde şekillenmeye baş­lamasıyla birlikte Batı’nın dünya üzerinde kurmak istediği sistem küresel nitelikteydi. Başlangıçta dünyanın modernleştirilmesi teorisi üzerine kurgulanan söz konusu sistem, günümüzde dün­yaya Amerika’nın hedefleri doğrultusunda belirli bir biçim verme ve dünyayı bir düzene kavuşturma düşüncesiyle şekillenmekte­dir. Modernleşme sürecinde Batı Avrupa’nın oluşturduğu politi­kalarla Avrupa kültürünün etkinliği belirleyici idi. Küreselleşme sürecinde ise ABD politikaları doğrultusunda Amerikan kitle kültürünün etkinliği söz konusudur. Her iki süreçte de her ne kadar ekonomi merkezde olsa da, kültürün belirleyici bir rol üst­lendiği görülmektedir. Politika üretenler açısından bir farklılık olmasına rağmen her iki kültür politikası da aynı kaynaktan bes­lenmektedir. Kültürün kaynağındaki ortaklık gibi kullanılan dilde de ortaklık bulunmaktadır. Çünkü her iki süreçte kullanılan dil İngilizcedir.

Dil ve Kültür

İnsanın alet yapmak kadar eski ve evrensel niteliklerinden biri olan dil, bir topluluğun kültürel unsurlarının en önde gelenidir. Toplumsal yaşam açısından “dil, bir güncelleşmedir; oluşur ve geçmişin bir ürünüdür” (Achard, 1994:8). Saussure’ün (1985:22) ifadesiyle dil, sözün anlaşılır olması ve tüm dil uygulamalarını yürütebilmesi için gereklidir. Söz olgusu, zaman içinde her an temel unsur ise tarihsel mirasın da en önemli sembol ve taşıyıcılarından biridir. Bu durumdan da anlaşılacağı üzere dil, ulusal bilinçler oluşmadan önce de toplumların kendilerini ifade ediş biçimlerinin başta gelenidir. Edebi, dinî ve felsefi birikimler dilin bir kimlik ifade etme aracı olarak sürekliliğini ve farklılaştıncılığını göstermektedir.

Achard (1994: 32), işlevleri ve kullanımları açısından üç çeşit dil olgusuyla karşı karşıya bulunduğumuzu ifade etmektedir: “Toplumu belirlemeye yarayan, iletişimi sağlayan bir araç olan ve kültürden kaynaklanan dil” olmak üzere. Günümüzde iletişim teknolojisindeki gelişmeler bağlamında bunlara dördüncü bir olgu olarak görüntünün egemenliğindeki imajlar da eklenebilir. Günümüz gelişmelerinin bir özelliği olan görüntü dili (imajlar) Achard’ın belirttiği üç temel dil olgusundan farklılıklar göster­mektedir. Çünkü dil, üç biçimiyle düşünceyi yaratan ve etkileyen bir araç olarak işlev görmekteydi. Oysa günümüzde küresel kül­türün aracı olan görüntü, dilin bu temel işlevini zayıflatmakta­dır. Oluşturduğu ve insanların tüketimine sunduğu imajlarla görüntü dili, küresel kültürün temel araçlarından biri olma işle­vini yürütmektedir.

Bireylerin etkin olduğu ancak özellikleri açısından bireyleri aşarak onlara yön, şekil ve kişilik veren çok boyutlu bütünsel yapı, Hegel’in deyimiyle ‘objektif geist’ (maddeleşmiş ruh) kültür olarak tanımlanmaktadır. Kuşaklar boyunca toplumun edindiği yaşam bilgisinin birikimiyle ortaya çıkan ve aynı zamanda bu yaşantının devam etmesini sağlayan kültür, çeşitli normların, kuramların ve bireysel davranış biçimlerinin bir araya gelmesiyle oluşmaktadır. Bu yönüyle kültür, toplum kavramıyla özdeşleşen bir işleyişe sahiptir. Her iki yapıda da karşılıklı ilişkiler sistemine dayalı bir sürecin yaşanması, aralarında belirleyici bağımlılıklar oluşmasına yol açmaktadır. Kültür olmadan hiçbir toplum varo- lamayacağı gibi toplum olmadan da hiçbir kültür varolamaz. Kültür, toplumla özdeşleşme anlamında bir etkileşim sürecinde ortaya çıkan birikim olduğu için, insanın toplumsal yaşamının her alanındaki kendisi ve kendisine ait olanın ifadesidir. însan kendini nasıl üretiyorsa, bu üretme biçimi aynı zamanda onun kültürüdür.

Kültür, toplumsal yaşamın dinamik alanlarında yeşermekte- dir. Bundan dolayı dinamik bir karakter yapısına sahiptir. Çünkü toplumsal değişme gibi kültür de gelişerek değişmektedir. Üstelik de toplumsal gelişmeye bağlı bir değişim süreci yaşa­maktadır. Değişim özellikleriyle kültür, gelişme kavramından da soyutlanamamaktadır. “Kültürün amacı, doğduğunda yalnızca doğal bir tepki ve yetenek biçiminde olan insan aklını geliştir­mektir. İnsan tarafından yaratılan kültür, insana sahip olduğu akıldan çok daha değişik ve farklı bir olgudur. Kültür, insanın ve her türlü insancıl olgunun temel yeteneğini, kültür tarihinin oluşumunu sağlayan kendiliğinden gelişimi temsil etmektedir” (Majuyev, 1998: 35-36). Bütün bu Özellikleriyle kültür, bir ulusu diğerlerinden ayıran maddi ve manevi varlığıdır. Tabii ki, bir ulusun sahip olduğu bu değerlerin içerisinde dil de önemli bir yer tutmaktadır. Hatta dil, kültürün taşıyıcısı ve yayıcısıdır. Bu nedenle uyumlu bir değerler bütünü olan kültür içerisinde dil en önemli öğeyi oluşturmaktadır.

Kültürün taşıyıcı ve oluşturucu etkenlerinden biri olan dil, kültürle olan bu ilişkisinden dolayı sosyal değişim sürecinde güçlü bir etkiye sahiptir. Çünkü dil, bireyin ve topluluğun duygu, düşünce ve hayal dünyaları üzerinde tayin edici bir rol oynamak­tadır. Düşünce, duygu ve tasarımlar kültürün biçim ve içerik kazanmasında etkili olan unsurlardır. Hatta kültürün değişimi ve belirli bir yön kazanması da sayılan etkenlere bağlıdır. Bundan dolayı dil, kültürün temeli olarak değerlendirilebilir. Çünkü “dil­ler sadece nesneleri ve düşünceleri betimlemekle kalmazlar, aynı zamanda bunları bilme ve yaratmanın da gerekli araçlarıdırlar. Düşünceler, dili yarattığı gibi diller de düşünceleri yaratırlar” (Akarsu, 1998: 42-43). Bu anlamda dil, düşünceyi tamamlayan, düşünceyi yaratan bir şeydir. Ancak, dilini oluşturan, yükselten bir topluluk gerçek bir düşünce etkinliği gösterebilir. Kaplan’ın (1983:186) ifadesiyle “dil, duygu ve düşüncenin kabıdır. Bir mil­letin bütün duygu ve düşünce hâzinesi, dil kabına veya kalıbına dökülür ve bu dil kabı ile yerden yere, nesilden nesle aktarılır. Yazı, dilin sesini kaydeden bir vasıta olarak dilin bir parçasıdır. Fakat kültür, söz ile de bir millet araşma yayılır.”

Dil ve kültür arasında varolan etkileşim ve ilişkiden hareketle, insanın düşünmesinin ancak dille olanaklı hale geleceği anlaşıl- । maktadır. Bu yaklaşım biçimi, dilde gelişmenin olmaması halinde toplumsal yaşamda da gerekli değişimler ve gelişmelerin ola­mayacağı sonucunu doğurur. Aynı zamanda aralarındaki karşı­lıklı bağımlılık ilkesi, kültür değişmeleri geçiren bir toplumun dilinde de o değişmelere uyan yenilikler yaşanmasını zorunlu kılmaktadır. Akarsu’nun (1998: 88-89) yaptığı tespitler, dil kültür etkileşimini genel boyutlarıyla göz önüne sermektedir. Ona göre  toplumun hiçbir parçası yoktur ki dilden bağımsız, dilden ayrı olsun. Toplumun edebiyatı, felsefesi, sanatı, tekniğiyle birlikte bütün kültürü, düşünceleri, kavrayış biçimi, töre ve görenekleri dille bir bağlılık içindedirler, dilden ayrılmazlar. Dilden kopmuş bir kültür gibi, düsiz bir düşünce de tam bir soyutlamadan başka bir şey değildir. Ancak bir dille düşünebiliriz. Düşünüşü dile geti­ren de yine dildir. Töre ve görenekler bile dil olmadan olanaklı değildir.”

Dil-kültür etkileşiminin en önemli boyutlarından biri de dille­rin kültürleri yeni nesillere ve dönemlere taşıyarak ve yaygınlaştı­rarak devamlılığını sağlamasıdır. Kültürün yeni nesillere ve dönemlere aktarılması bildirme yoluyla olur ki, bunun da anlam ve söz dizgeleriyle birlikte ancak dil üstesinden gelebilir. Kültürün taşıyıcısı olan dil, aynı zamanda günlük yaşamdaki ihtiyaçlara cevap veren yazılı ve sözlü simgeleri de içermektedir. Dille anlaş­ma tarzlarının tamamı, kültürel biçimler ve toplumlar arasındaki bağlantıyı oluştururlar. “Doğal dillerden en gelişkin teknolojik medyaya kadar tüm iletişim araçları, toplumsal ve maddi koşul­lan izlemezler, tam tersine bu koşulların yaratılmasına katkıda bulunurlar” (Lundby ve Ronning, 1997: 15). Anlaşmanın ve ilet­menin bir aracı olan dilin etkin bir öğe olarak yer almadığı hiçbir toplumsal örgütlenme ve toplumsal etkileşim alanı düşünmek mümkün değildir. Dolayısıyla toplumsal ve tarihsel hareketlilik, dil ve iletişim biçimleriyle doğrudan bağlantılıdır. Geçmişle gele­cek arasında bir bağ kurarak topluluk bütünlüğünün sağlanma­sında da önemli bir rol oynamaktadır, öyleyse, kültürle dil birbir­lerinden ayrılamazlar. Her ikisi de birlikte gelişirler. Ancak yaşa­dığımız süreçte meydana gelen küresel gelişmeler, dil kültür iliş­kisi üzerinde önemli farklılaşmalar yaratmaktadır, özellikle dilin iletme ve etkileme boyutunda meydana gelen teknolojik gelişmeler dil ve kültürler, dil ve kültürleri etki altına alarak iki olgu arasındaki ilişkiyi de – farklı bir biçime sokmaktadır.

Küreselleşme ve Dil-Kültür Etkileşimi

Yirminci yüzyılın son çeyreğinden itibaren ulusal dil ve kültür üzerinde farklılıkları homojenleştirme amacı güden bir hayalet dolaşmaktadır. Bundan dolayı ulus toplumlar, farklılıklarını kay­bederek tektipleşmekten çekinmekte ve ulusal kimlikleriyle ilgili genel bir kaygı duymaktadırlar. Kaygıya yol açan nedenler ise küreselleşme sürecine eşzamanlı olarak ortaya çıkan gelişmeler­dir. Küreselleşme, günümüzde ulaştığı aşamada modernliğin parametrelerinden olan ulusal dil ve kültür üzerindeki etkileri itibarıyla yoğun bir şekilde tartışılmaktadır. Çünkü bu alanlar, küresel-yerel ilişkisinin en zayıf noktalarını oluşturmaktadır. Kültürel açıdan türdeş olan, tek kültür ve tek dil sloganıyla ulusal bütünleşmeyi sağlamaya çalışan ulus toplumlar, sözü edilen gelişmelerle kültürler arası etkileşimlerin kuşatması altındadır­lar. Çünkü küresel gelişmeleri farklı toplumlara taşıyan kitle ileti­şim araçları, kültürel akışların sınır tanımadan her yere ulaşma­sını sağlamaktadır.

Küresel düzeyde sağlanan kültürel akışlarla dil ve kültür olgu­ları, belli kalıplarla sınırlandığı gibi yeni açılımlar kazanmalarına da izin vermektedir. Olanaklar, daha ziyade kitle iletişim araçla­rının kullanımı biçiminde gerçekleşmektedir. Ancak olanakların kullanımı kültürün rolü ile kültürün ait olduğu ulusun, dünya sistemi içinde sahip olduğu gücün özel durumuyla doğrudan ilişkilidir. Toplumlararası ilişkilerdeki etkinlik ve temsil yeteneği, gücü oluşturma ve ilişkileri belirleme açısından önem taşımakta­dır. Aslında ilişkileri belirleme gücü, geçmiş dönemlerde de top­lumlararası ilişkileri belirleyen temel etken olmuştur.

  1. Ulusal-Küresel Karşıtlığı

Modernliğin erken döneminde ulusal bilincin ulus-devletle kendini ifade etmesi bağlamında ulusal diller, ulusal kültürlerin yaratılmasını sağlamıştı. Daha önce de belirttiğim gibi küresel­leşme bu süreçte de söz konusuydu; ancak kullandığı araçlar ve argümanlar farklıydı. Günümüzdeki küresel faaliyetler, daha önce dillerin çeşitliliğine ve ana dilin etkinliğine alışık toplundan İngilizceyle ve görüntüyle muhatap etmektedir. Diğer bir ifadeyle ulusal dil, küresel dile, ulusal kültürler ise küresel kültüre doğru bir dönüşüm yaşamaktadır. Küresel kültür ve taşıyıcı araçlarının etkisi, dillerin ulusal kültür dili olma konumunu sarsmaktadır. Küresel kültür ve görüntüler ulusal dilleri dolaylı olarak da ulusal kültürleri etkisi altına almaktadır.

Küresel olana paralel olarak ortaya çıkan ve onunla ilintili olarak açıklanan yeni yerellik anlayışı, bazı özellikleri itibarıyla ulusal olandan farklılaşmaktadır. Bundan dolayı küresel-ulusal gerilimiyle küresel-yerel gerilimi arasında da farklar bulunmakta­dır. Çünkü etnik farklılıklar ve yerel çeşitlilikler, küreselliğin sun­duğu çoğulculuk kapsamında yerellik unsurları olarak sunulmak­tadır. Bu çerçevede küreselleşme kapasiteleri hem mümkün kıl­makta hem de sınırlamaktadır. Ulusal kimlikleri onların kültürel homojenliğini bozarak sınırlamaktadır, fakat aynı zamanda yal­nızca bireysel kültürlere kendilerini yeniden üretmek için yeni teknolojileri kullanma olanağı sunmakla yetinmemekte, bu kül­türlerin yaşama, gelişme ve çeşitlenme hakkı talep edebileceği yeni kanallar da açmaktadır (Guibernau, 1996: 133-134).

Ulusal-küresel karşıtlığına yol açan gelişmelerden biri de sınır algılaması üzerindeki yeni anlayıştır. Buna göre küreselliğin ileti­şim araçları halk kitlelerinin dikkat ve ilgisini çekerek, onları sınır aşın kültür birimleri haline getirmektedir. Yaşanan bu durum, ulusal toplulukların eski sınırları dahilinde kalamayacaklarım ifade etmektedir. Çünkü “görsel-işitsel coğrafyalar ulusal kültü­rün sembolik mekânlarından uzaklaşmakta ve uluslararası tüke­tim kültürünün daha evrensel ilkeleri temelinde yeniden düzen­lenmektedir” (Morley ve Robins, 1995: 11). Ulusal sınır anlayışı­nın değişmek zorunda kalmasıyla ulusal kültür ve dil alanlarında önemli bir aşınma meydana gelmektedir. Gerilimin yaşanmasına yol açan daha genel gelişme ise küresel düzeyde oluşturulmaya çalışılan ‘küresel kültür’ empozesidir. Çünkü küresel kültür ulu­sal kültürün dayandığı en temel nokta olan özfarkındalık (kendi ve öteki algılaması) anlayışım aşındırarak, aynı zamanda küresel düzeyde bir kimlik dayatmasında bulunmaktadır. Bu da ulusal kültür ve dil temelinde oluşturulan ulusal kimliğin üzerinde bir hayalet gibi dolaştırılan ‘küresel kimlik’ ikamesini öngörmekte­dir. Sözü edilen gelişmeleri tetikleyen unsur ise ‘küresel kültür’ inşası ve meşruiyetinin sağlanması çabasıdır. Çünkü kültürün küreselleşmesiyle birlikte kültür ile sınırlı arazi arasındaki ilişki büyük ölçüde kopmuş olacaktır. Böylece yeni iletişim araçlarıyla birlikte yeni bir elektronik kültür uzamı oluşacaktır.

  1. Kitle İletişim Aradan ve Ulusal Dil/Kültür

Kitle iletişim araçları, toplumlararası ilişkilerde meydana gelen gelişmeler paralelinde farklı dönemlerde farklı ilke ve amaçlar çerçevesinde şekillenmiştir. Bu bağlamda modernliğin erken döneminde yayıncılığa hâkim olan ilke ‘kamu yaran’ ilke- siydi. Belirlenen ilke doğrultusunda amaç, ulusun kamusal, kül­türel ve siyasal hayatına katkıda bulunarak belli bir ulusal birlik duygusu oluşturmaktı. Ulusal kültür ve bilincin inşasında ve devam ettirilmesinde, sırasıyla radyo ve televizyon tüm kitlelerin paylaştığı bir kamusal yaşam biçimi yaratabilmişti. Ancak küre­selleşmeye eşzamanlı olarak belli bir değişim yaşayan kitle ileti­şim alanlarındaki teknolojik gelişmeler, devasa karışıklıklarla birlikte yeni bir ‘medya düzeni’nin ortaya çıkmasına yol açmak­tadır. Ortaya çıkan yeni medya düzeninde temel ilke, insanları ulusal topluluğun yurttaşları olarak şekillendiren ‘kamu yararı’nın yerine, tüketim piyasasının üyeleri yapmaya çalışan ve bunun için her türlü ‘ticari engeli’ ortadan kaldırmayı amaçlayan bir anlayışa dönüşmektedir (Morley ve Robins, 1995:10-12).

Yeni medya düzeniyle birlikte bilgi ve iletişim araçlarındaki gelişmeler, bilgi ve görüntü mekânlarının yeniden yapılanmasını ve yeni bir iletişim coğrafyasının oluşum sürecini başlattı. Bu sürecin temel özelliği, küresel ağların ve uluslararası bilgi akış mekânlarının oluşmuş olmasıdır. Oluşan yeni mekânlar, berabe­rinde ulusal alanın artan bunalımı ve yeni bölgesel ve yerel etkin­lik biçimlerinin ortaya çıkmasını da getirdi. Böylece yer ve mekân algılamaları önemli ölçüde yeniden şekillenmiş oldu. Yeni şekil­lenen mekân algılamasında sınır kavramı da bir dönüşüm yaşadı. Dil ve kültürün belirlediği sembolik sınırlar artık aşılabilir bir nitelik kazandı. Çünkü ‘radyo sinyalleri’, ‘uydu erişim alanları’ ve ‘fiber optik kablo’ aracılığıyla her türlü bilgi her türlü sının aşar hale geldi.

Bu gelişmelerle birlikte bilgi ve enformasyon modernliğin geç döneminin temel dönüştürücüsü olarak rol oynamaya başladı. Bunların taşıyıcılığını ise yeni kitle iletişim araçlan olan uydu yayım ile televizyonun, fiber optik kablo ile mikro-elektronik bil­gisayarın bileşimi üstlenmektedir. İletişim teknolojisinin bu unsurlarının bir araya gelmesi, dünyayı birleşik bir bilgi ağı halin­de iç içe geçirdi. Bu durum, bilginin her yerde anında paylaşılmasına yol açtı. Herkese istendiği anda açık olan, dünya çapında elektronik kütüphaneler, arşivler ve veri bankaları şebekesi orta­ya çıktı. Bunlara ulaşmak için herhangi özel bir yere gitmeye gerek yok artık; bilgiye evinizde ya da işyerinizde ulaşabilirsiniz (Kumar, 1999: 29). Ancak elektronik ortamda iletişim ağlarından akan bilgi ve enformasyon sersem bir şekilde dolaşmaktadır ve dolaşmasına müsait ortamlar da kent mekânlarıdır. Nereden aktığının artık çok fazla bir önemi olmayan bilgi ve enformasyon­lar kültür üzerinde önemli etkilere yol açmaktadır.

İnceleyin:  Din ve Medya

Günümüzde kitle iletişim araçlarının dikkat çekici özelliklerin­den birisi de, modern insanın dünyaya ilişkin simgelerini yarat­masına katkıda bulunma biçimidir. Bu anlamda medya kültürü­nün simgeleri yenilikçidir ve sürekli olarak yaratmaya dayanır. “Yeni simgeler eskilerinin yıkıntıları üzerine inşa edilirler. Bu simgeler belli bir dereceye kadar bilinen kodlarla ilişkilendirilmek zorundadırlar, ama temel ilke değişim, açıklık ve istikrarsızlıktır. Medya kültürleri yeni izleyicilere kolaylıkla erişebilirler ve yüzey­sel değerleri sürekli olarak değiştirirler” (Lundby ve Ronning, 1997:22). Kültürel alanda meydana gelen ve kitle iletişim araçları aracılığıyla sunulan ürünlerin -gazeteler, TV programları, konulu filmler, reklamlar, talk-showlar- insanların dünyayı anlamlı kıl­dıkları imgeleri ve söylemleri düzenlemede yaşamsal rol oynadık­ları bir gerçektir (Golding & Murdock, 1991:32).

Yeni özellikleriyle kitle iletişim araçları, bir yandan küresel kültürün taşıyıcılığını yaparken, diğer yandan yerel kültürlerin de taşınmasına katkıda bulunmaktadır. Uydu yayınları, internet, çeşitli reklam ve filmler aracılığıyla Amerikan kitle kültürünün özellikleri (Disney çizgi filmleri, Blue-jean, McDonald’s hambur­gerleri ve Coca Cola gibi) taşınırken; yerli diziler, reklam ve müzik programlan aracılığıyla da yerel kültürün özellikleri taşınmakta­dır.[I] Her iki durum da popülerleşme süreçleriyle şekillenmekte­dir. Birinci yolla Amerikan kitle kültürü, İkincisiyle de ulusal popüler kültür oluşmaktadır. Ulusal popüler kültür, medyatik sınırlanmışlıgıyla dil ve kültür üzerinde olumsuz etkilere yol açmaktadır. Magazin kültürü olarak da nitelendirilen bu gelişme­ler; kullanılan dil, üslup ve görüntülenen yaşamlar açısından toplumda olumsuz yansımalarını bulmaktadır. Sözü edilen popüler kültür unsurlarının en temel taşıyıcısı televizyondur. Televizyon, en önemli ifade ve iletişim aracı olan dil üzerinde iki biçimde olumsuz etki yaratmaktadır. Birincisi, konuşma dilinde kullanılan sözcük sayısını azaltması, İkincisi ise ana dilin melez­leşerek yozlaşmasına yol açmasıdır. Sözü edilen etkileri, Türk dili ve kültüründe meydana gelen gelişmelerden de izlemek olanak­lıdır. Türk dili üzerindeki olumsuz etkiler, yukarıda sözü edilen etkenlerin yanında, yabancı kaynaklı programların yetersiz çevi­risi ve yerli programlarda sıkça rastlanılan Türkçenin yanlış, kötü, yabancı özentili ve kısır bir şekilde kullanılmasından da kaynaklanmaktadır.

Amerikan kitle kültürü kitle iletişim araçlarıyla diğer mekânlara taşınmaktadır, ancak bunların yanı sıra başka taşıyıcı­lar da bulunmaktadır. “Çeşitli aracılar, kurumlar, bireyler ve gruplar; Amerikan düşüncelerini, mitoslarını ve modellerini Amerika’nın dışına taşımaktadırlar: Askerler, çeşitli şirketler, tüc­carlar, yatırımcılar, kurumlar, uluslararası sergiler, kişilikler, turistler, hayırseverler ve kültür endüstrisi (film, müzik, moda, reklamcılık, vb.) gibi. Özellikle her türden kültür girişimcileri, Amerikan kitle kültürünün yurtdışına aktarılmasında önemli araçlardır” (Elteren, 1999: 297-298). Bütün bu araçların etkisi kuşkusuz göz ardı edilemez, ancak günümüzde imajları oluştu­ran görüntü, özellikle söz üzerinde olumsuz bir etki yaratarak davranışlara ve düşüncelere yön veren bir egemenlik alanı oluş­turmaktadır.

  1. Görüntünün/İmajların Egemenliği

Günümüzde imajların ilerleyişi ve sözün gerileyişi olarak nite­lendirilebilecek bir süreç yaşanmaktadır. Ellul’un (1998:145) ifa­desiyle “imajlar evrenince kuşatılmış durumdayız: fotoğraflar, filmler, televizyon, reklam, reklam panoları, yol işaretleri, resim­lemeler vb. Alışkanlık icabı her şeyi görselleştiriyoruz.” Bu özel­likleriyle imajlar, zihinsel izleklerdir ve zihinsel izlekler de hakiki imajlar oluşturamazlar, izleklerle, beynin zihinsel gözüyle algıla­dıkları arasında anlamlı hiçbir ilişki bulunmamaktadır. Görsel tekniklerin artması, gözlerin ve düşüncelerin imajlar tarafindan istilasına yol açmaktadır.

imajların üretilmesiyle teknolojik gelişme arasında mutlak bir korelasyon bulunmaktadır. Bunun en açık işareti, teknik araçlar olmaksızın imajların zafer kazanmasının hemen hemen imkânsız oluşudur, imaj oluşumu sürecinde önce yazılı basın, sonra fotoğ­rafçılık ve onu izleyen patlama ortaya çıktı: kameralar, harf döküm makineleri, televizyon ve şimdi de imaj üretimini kesinti­ye uğratmayan suni uydular, imajlar evreni, insani veya felsefi bir niyetin ürünü değil, yalnızca tekniğin bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü imaj araçları sadece teknik tasarımlarla üre­tilmektedir. Bu durum, onların hem mümkün oluşlarını hem de yayılma ve çoğalmalarını açıklar. Kaldı ki, yayılma alanına göre toplumsal yaşam üzerinde belirgin bir egemenlik kurarlar ve insanlara yeni ihtiyaçlar ve alışkanlıklar empoze ederek her şeyi ekrana taşırlar, imaj araçlarının belirlediği ilişkilerin egemen olduğu toplum, görüntü toplumudur ve görüntünün sunulduğu teknik teçhizat ise genellikle ekrandır (Ellul, 1998:183).

Görüntünün egemen olduğu toplumsal yaşamda birey, sade­ce bir ekran ve bütün etki ağlarının bir araya geldiği bir merkez­dir. Televizyon görüntüsü ile bireyin vücudu ve etrafındaki bütün bir evren, bir kontrol ekranı haline gelir: Televizyonun varlığı yaşam alanını arkaik bir ortama çevirir ki bu, varlıklarını sürdür­müş olmaları bile şaşırtıcı olan insan ilişkilerinin bir kalıntısıdır. Bireyin davranışı, bazı ekranlarda ve işletimsel istasyonlarda belirginleştiği anda geriye kalan şeyin sadece büyük, işe yaramaz, terk edilmiş ve lanetlenmiş bir beden olduğu anlaşılır. Ekran ve ağların dünyasıdır bu, iletişimin yumuşak ve işletimsel yüzeyidir. Mutlak yakınlık, her şeyin aynı anda olup bittiği, savunma hissi­nin olmadığı, geriye dönüşün yaşanmadığı bir dünyadır bu (Baudrillard, 1985:129-133).

Görüntü yönelimli böyle bir toplumda her şey manzaraya dönüştürülerek anlam kazanmaktadır ve teknik olmayan her şey görselleştirilerek dondurulmaktadır. Bu işlem, görselleştirilme­yen hiçbir şeyin anlamının olmaması sonucunu doğurur. Görselleştirerek toplumsal yaşamı görüntünün egemenliğine sokan araçlar, bütün dünyada yatay olarak işleyen görsel-işitsel toplu yayın araçlarıdır. Daha açık bir ifadeyle, sürekli İngilizce konuşan Amerikan medyasıdır. Bu araçlar, halk kitlelerinin dik­kat ve ilgisini çekip onları sınır aşırı kültür birimleri haline getirir­ler. Medya, ulusal toplulukları yeniden katmanlaştırır, elit tabakayı kitlelerden ya da popüler beğenilerden ayırıp ulusal kültür elitlerinin hegemonyasını tehdit eder. MTV gibi bir müzik kanalı, uluslararası çekiciliğini, dilin sorun olmadığı bir biçimde yarat­mıştır. Çünkü belli bir dili anlamaya dayanmayan programcılık, (pop müzik gibi) oldukça çeşitli ve geniş bir izleyici kitlesi çek­mektedir (Morley ve Robins, 1995:62-63). Uydu aracılığıyla renk­lenen ekranlar, içeriği ve anlamı önemli olmayan yayınların bütün dünyada ilgiyle izlenmesini ve izlendiğinde de belli izleklerin oluşmasını sağlamaktadır. Kitle iletişim araçlarının bu işle­vi, görüntü karşısında sözün gerilemesine yol açmaktadır. Çünkü imajlar sözden çok daha fazla tatmin edici bulunmaktadır. Bunda, görüntü toplumundaki tatmin muhayyilesinin yüzeysel­leşmesi de önemli rol oynamaktadır. Bütün bu gelişmeler, tahay­yül mü gerçek mi, homojen mi heterojen mi, evrensel mi yoksa tikel mi olduğu konularında sözbirliği olmayan kültürler arası etkileşimin yoğunluk kazanacağını göstermektedir. Bir meydan okuma biçiminde biçimlenen kültürler arası etkileşimin bugün­kü biçimi ‘küresel kültür1 olarak isimlendirilmektedir.

Bir Meydan Okuma Olarak Küresel Kültür

Yeni bir etkileşim biçimi olarak da tanımlanan küreselleşme sürecinde, kültürel alışverişlerle yerkürenin, küresel kültür olarak ifade edilen bir akışa sahne olduğu iddia edilmektedir. Farklı alanları ifade eden küresel görünümler, küreselleşme sürecinde kültürün küresel bir değere içkin olarak, ulusal ve/veya yerel alanlara akışının iki görüntüsünden söz edilmektedir. Bunlar aynı zamanda küreselleşmeye atfedilen genel anlamlarla da ilgi­lidir. Birbirine eşzamanlı sunulan iki kültür akışından birincisi, farklılıkları homojenleştirerek kültürün bir bütün olarak akması­nı sağlayan biçimidir. Bu kültür görüntüsü küresel mekânın fet­hedil meşini içermektedir. İkincisi ise farklılıkları koruyarak bütün kültürlerin yan yana akmasını sağlayan biçimidir. Diğer bir ifadeyle farklı kültürlerin hiçbir örgütleyici prensip olmaksı­zın yan yana akmasıdır (Aslanoğlu, 1998:160). Ancak gelişmeler, her iki biçime ilişkin görüntüler veriyor olsa da, daha farklı bir akışın etkinliği gözden kaçmayacak derecede açık bir biçimde kendini ele vermektedir. Bu da, Amerikan kitle kültürü ve dünya politikasıyla oluşan kültürel egemenliktir.

Küresel süreçte kültürün akışıyla ilgili iki farklı kültür görün­tüsü tezi herkes tarafından kabul görmemektedir, örneğin Richard Peet (1986: 169) genel eğilimin, “dünyada tek bir kafa yapısı, tek bir kültür yaratılması ve bunun sonucu olarak insan tarihinin özgüllüklerinden akıp gelen yerel bilincin ortadan kalk­ması yönünde” olduğunu savunmaktadır. Küresel sürecin gide­rek yerel olanı kuşatması, bu tezin birçok haklı noktaya dayalı olarak geliştirildiği görüşünü güçlendirmektedir. Gelişmiş ileti­şim imkânları kültürlerin karşılaşmasına ve yan yana akmasına olanak tanımaktadır. Ancak küresel aygıtlar üzerindeki egemen­lik konusunda aynı oranda bir farklılaşmadan bahsetmek olduk­ça güçtür. Görüntüler ve sembollerle oluşan küresel kültür, gittik­çe homojen bir yapıya bürünmektedir.

Küreselleşme sürecine bağlı olarak oluşan uzam bir akışlar uzamıdır. Merkezinin olup olmadığı konusunda bir tartışma var­dır, ancak Amerikan kültürünün başatlığı, merkezsizlik tezini zayıflatmaktadır. Buna karşın merkezsizlik teorilerini destekle­yen gelişmeler de yok değildir. Özellikle kitle iletişim araçlarında­ki gelişmelerin, bilginin kentlerde sersemce dolaşmasına yol açmış olması; ekonomiler ve kültürlerin birbirleriyle doğrudan bir ilişki içine girebilmeleri ve sınırların, cephelerin nüfuz edile­bilir bir konuma gelmeleri bu görüşü destekleyen göstergelerdir. Son tahlilde, her iki gelişme de ulusal dil ve kültürler üzerinde sarsıcı etkiler yaratacak biçimde oluşmaktadır. Çünkü yaşanılan süreçte, bir yanda küreselleşen kültür ve öte yanda her türden yerel kültürler arasında artan iç içe geçiş ve karmaşık bir karşılık­lı etkiyi yerkürenin her bölgesinde görmek mümkündür. Yaşanılan bu süreçte kitle iletişim teknolojisinin yarattığı yeni araçların etkileri kuşkusuz önemli hale gelmektedir.

Amerikan kaynaklı küresel akış, giderek yerel olanı kuşatması altına almaktadır. Gelişmiş iletişim aygıtlarının desteğiyle küresel akış, kültürlerin karşılaşmasına ve yan yana akmasına olanak tamsa da, küresel aygıtlar üzerindeki egemenliğin gücü farklılık­ları yok sayabilmektedir. Çünkü görüntüler ve sembollerle oluş­turulan kültür, küresel akış içerisinde gittikçe homojen bir yapıya bürünmektedir. Kültürün küreselleşmesiyle birlikte, kültür ile sınırlı arazi arasındaki ilişki büyük ölçüde kopmuş olmaktadır. Yeni gelişmelerle birlikte ortaya çıkan etkileşim alanı ise yeni bir elektronik kültür uzamıdır. Dünyayı kuşatma arzusunda olan bu evrensel kültür uzamının yaratıcıları, yeni küresel kültür holding­leridir. Devasa fırsatlar ve artan maliyetler dünyasında daha önce olduğundan çok daha açık seçik bir biçimde görülen şey, boyut ile güç arasındaki ilişkidir. Bugün yeni düzende dünya kamuoyu­nu ve sosyo-kültürel norm ve davranışların şekillenmesini etkile­yen bilgi akışı, birkaç Batılı kültür holdinginin tekelindedir. Hemen hemen bütün uzmanların üzerinde ittifak ettiği beş medya devi bu bilgi akışını sağlamaktadır. Bunlar: (1) Yaklaşık 150 milyon okuyucuya hitap eden dergiler yayınlayan ve iştirak­çileri arasında dünyanın ileri gelen plakçı şirketi ve kablolu tele­vizyon şirketine sahip Time Warner Inc. (Amerika); (2) Bertelsman (Almanya), televizyon, kitap ve dergi yayıncılığı; (3) Rupert Murdoch’a ait New Corporation; (Amerika) gazeteler imparator­luğu ve dünyanın en büyük uydu televizyon ağma sahiplik; (4) Hachette Sa (Fransa); dünyanın en fazla, dergi ve kaynak kitabı­nın yayınlayıcısı ve (5) Capitol Cities/ABC Televizyonu (Amerika) (Morley ve Robins, 1995:111-113).

Uluslararası kitle iletişim araçlarının Batı dünyası, özellikle de Amerika tarafından denetlenmesi diğer kültürlerin marjinalleş­mesine yol açmaktadır. Filmler, televizyon ve radyo programlan, oyunlar ve müzik aracılığıyla belli normlar ve değerler yerleştiri­lerek bir yönlendirme yapılmaktadır. Ancak bu durum düşmanlı­ğı, ulusal çatışmayı ve terörizmi de tahrik edebilecek bir zemin oluşturmaktadır. Uluslararası kamuoyu, bu durumu reddetmek ve görmezlikten gelme yerine, kültürel ve sosyal farklılaşmayı, çeşitliliği kabullenmeyle belli bir dengede tutmaya çalışmalıdır. Yeni dünya düzeni, küreselleşme teorileriyle bu soruna cevap arıyormuş gibi görünmesine rağmen, özellikle Batı’nm üçüncü dünya ve Müslüman dünyaya karşı almış olduğu tavrıyla, farklılı­ğı ve çeşitliliği kabullenmenin ötesinde çatışmayı ve düşmanlığı tahrik etmektedir. Tahrik ve düşmanlıklarla oluşan tarafların mücadelesi ise eşit olmayanlar arasında yapılan bir mücadeledir. Eşit olmayanlar arasındaki rekabet, güçlünün lehine işliyormuş gibi görünse de, bu mücadelede güçlü olan da zarar görmektedir. Küreselleşme süreciyle ortaya çıktığı iddia edilen küresel kültür, yukarıda sözünü ettiğim eşit olmayanlar arasındaki etkileşimle­rin yarattığı akışlarla şekillenmektedir.

Hall’a (1998a: 48-49) göre küresel kültürün çeşitli özellikleri vardır, ama ikisi yaşananları anlama açısından önemlidir.

Bunların “birincisi, Batı merkezli olmaya devam etmesidir. (…) Yani, Batı merkezlidir ve daima İngilizce konuşur. İkinci en önemli özelliği ise kendine özgü türdeşleştirme biçimidir. (…) Farklılıkları özümseyerek daha büyük, her şeyi kapsayan ve aslın­da Amerikan tarzı bir anlayışı olan çerçevenin içine yerleştirmek istemektedir.” Bu perspektif, postfordist üretim tarzının en önemli toplumsal davranış sonuçlarından biri olan ‘tüketim kültürü’nün yaygınlaştırılması çerçevesinde, ekonomik faaliyetin küreselleşmesini amaçlamaktadır. Ekonomik faaliyetin küresel­leşmesi ise kültürel dönüşümle ilişkili bir süreci ifade etmektedir. Günümüzde işleyişini sürdüren bu süreç, bir anlamda evrensel kültürün üretimini öngörmektedir. Günümüzün küresel düzeyli gelişmelerini bu doğrultuda yorumlayanlar da mevcuttur, örneğin Morley ve Robins’e (1995:111) göre küreselleşme, “dün­yanın kültürel bütünleşmesi” yönünde bir inancı ifade etmekte­dir. Featherstone’a (1997:114) göre ise “öncelikle ‘üçüncü kültür­lerin’ sınırlandırılmış anlamı içinde bir küresel kültürün varlığın­dan söz edilebilir.”

İnceleyin:  Neoliberalizmin İslamcılığa Etkisi

Küresel kültürün, farklılıkları özümseyerek akması ve evrensel dünya kültürüne dönüşme inancı egemen biçimi oluşturuyor gibi görünse de, küremiz içerisinde varolan doğal ya da güçlü bileşenlerle inşa edilmiş farklılıklar sorun olmaya devam etmek­tedir. En azından kendisini ifade edecek yeni kimlik arayışı içeri­sine girmektedir ki, bu çaba küresel homojenleştirme politikası­nın işini zora sokmaktadır. Ayrıca küresel kültür, inşa edilen bir bütün olma iddiası taşıdığı için kendi yapısındaki müphemlikler ve hatta karşıt bileşenlerden dolayı da bir sorun yaşamaktadır. Kimilerine göre bu durum küreselin kendi içinde yerelin tahay­yülünü de beraberinde getirmesi olarak değerlendirilmektedir, örneğin Guibemau’ya (1996:133-134) göre “küreselleşme, ulusal kimliklerin kültürel homojenliğini bozarak sınırlamaktadır, fakat aynı zamanda yalnızca bireysel kültürlere kendilerini yeniden üretmek için yeni teknolojileri kullanma olanağı sunmakla yetin­memekte, bu kültürlerin yaşama, gelişme ve çeşitlenme hakkı talep edebileceği yeni kanallar da açmaktadır.”

Bu ikilemli durum, ulusal-küresel geriliminin temel alanını oluşturmaktadır. Gerilimin oluşmasına neden olan gelişme ise küresel düzeyde oluşturulmaya çalışılan küresel kültür empoze­sidir. Çünkü küresel kültür, ulusal kültürün dayandığı en temel unsur olan özfarkındalık (kendi ve öteki algılaması) değerini aşındırmaktadır. Küresel akış yoluyla homojenleştirme çabalan içerisinde tahayyül edilen küresel kültür, bütünsel bir kolektif kimlik biçimi olarak “küresel kimlik” oluşturma iddiasının yanın­da, varolan bütünsel kimliklerin parçalanmasını da hedeflemek­tedir. Çünkü küreselleşmenin bir bileşeni olduğunu ileri sürdü­ğüm yerelleşme anlayışı, yerel ve mikro ölçekli kimliklerin oluşu­munu kaçınılmaz kılmaktadır, örneğin küreselleşmeci bakışın homojen bir kültürü vurgulamasına karşılık, mikro ulusçu ve kökten dinci hareketler bu süreçte kendilerini yeniden tanımlayabilme imkânı bulmuşlardır. Oysa “gerek kökten dinci akımlar, gerekse mikro milliyetçi hareketler, dışarıya karşı ne kadar hoş­görü, ne kadar farklılaşmıştık, ne kadar çoğulculuk vurgusu yaparlarsa yapsınlar özünde tek boyutlu, türdeşlik vurgulayan arayışlardır” (Ayata, 1999:64). Bu durum, yerel kültürlerin kendi­ne özgü şartlan içinde halen önemli bir belirleyici olduğunun açık göstergesidir. Bu belirleyiciliğe rağmen kültürün küreselleş­me süreci yaşadığı da bir gerçektir. Ancak kültürün küreselleşme­si onun homojenleşmesi anlamına gelmemektedir. Çünkü homojenleşmenin çeşitli araçlarını (donatımlar, reklam teknikle­ri, egemen dil ve giyim tarzlan gibi) da kullanmaktadır.

Bütün bu gelişmeler gösteriyor ki, kültür hangi özellikte olur­sa olsun -ister ulusal/yerel, isterse küresel- kimliklerin oluşu­munda en önemli faktörlerden biridir. Diğer bir ifadeyle kültür, kimlik oluşturmanın meşruiyet zeminidir, örneğin ulusal kimli­ğin oluşturulmasında ulusal kültürler önemli rol oynamıştır. Bugün yaşanılan küresel süreçte kimliklerin yeniden tahayyülün­de de kültürün etkili olduğunu görüyoruz. Hem kolektif hem de bireysel kimlikler için yeniden tahayyül, geçerli olan bir durum haline gelmiştir. Bu durumda küresel süreçte oluşacağı iddia edi­len küresel kültür, bir yandan kolektif kimliklerin kurgulanma­sında etkili olurken, diğer yandan mikro düzeyli ve bireysel kim­liklerin oluşumunun da önünü açmaktadır.

Küreselleşme Karşısında Türk Dili ve Kültürü

Tarihsel süreç içerisinde Türklerin özel olarak yaşadıkları iki büyük değişim süreci Türk dili ve kültürü üzerinde önemli etkiler bırakmıştır. Bunlardan ilki, yerleşik hayata geçişi de ifade eden İslamiyet’in kabulüdür. İslamiyet’in kabulünden sonra Arapçanın resmi dil olarak, Farsçanın ise bilim ve sanat dili olarak benim­senmesiyle Türk dili ve kültürü önemli değişiklikler yaşamıştır. Türklerin yaşadığı ikinci büyük değişim ise Tanzimat’la birlikte başlayan Batılılaşmadır ki, bu dönemde de başlangıçta Fransızca ve Almanca daha sonraki dönemlerde ise İngilizce, Türkçe ve Türk kültürü üzerinde önemli etkilere yol açmıştır. Türk tarihinin son iki yüzyıllık dönemi içinde dildeki değişme yönelimi, yeni kültür değişmeleriyle eşzamanlı bir süreç yaşamıştır. Tanzimat süreciyle birlikte girilen yeni kültür havzasının etkisiyle belirli bir değişim yaşayan Türk dili yeni bir yönelim kazanmıştır. 20. yüz­yılın sonlarına kadar devam eden bu süreç içerisinde sahip oldu­ğu yeni imaj ve içeriğiyle birlikte Türk dili, oluşan yeni kültürle belli bir etkileşim yaşamaktadır.

Türk dili ve kültürü, günümüzde ise öncekilerden daha farklı olarak yeni bir değişim yaşamaktadır ki, bu değişim sadece Türk toplumuna özgü değildir. Yeni süreç, küresel ölçekte meydana gelen gelişmeler paralelinde yaşanmaktadır. Dünyadaki bütün ulusal dil ve kültürlerin etkilendiği bu yeni süreç, küresel düzey­deki etkileşim ve iletişim araçları aracılığıyla şekillenmektedir. Küresel kültür araçlarının dili İngilizcedir, ancak daha ziyade görüntünün (imajların) egemenliğinde bir etkileşim yaşanmakta­dır. Böylece küresel kültür görüntüleri, ulusal dilleri dolaylı ola­rak da ulusal kültürleri etkisi altına almaktadır. Köklü bir tarihsel geçmişi olan Türk dili ve kültürü de bu süreç ve özelliklerden etkilenmektedir.

Küresel kültürün getirmiş olduğu yeni durum, evrensellikle tikellik arasında uzlaşmaya yol açıyor gibi bir görünüm ortaya koymuş olmasına rağmen, ulusal dil ve kültürler üzerinde dikkat çekici düzeyde gerilimler yaratmaktadır. Kültürün yayılmasında ve paylaşılmasında önemli bir işleve sahip olan ulusal dil olgusu, küreselleşmeyle birlikte önemli aşınmalara maruz kalmıştır. İletişimde zaman-mekân sorununun ortadan kalkmasıyla birlik­te, ulusal kitle kültürünün yerini küresel (Amerikan) kitle kültürü almaya başlamıştır. Bu durum iletişim alanında köklü değişiklik­lere yol açmaktadır. Çünkü küresel kitle kültürü, dilsel sınırlan hızla ve kolayca geçebilen, tüm dillerde anında konuşan görüntü­nün egemenligindedir. Ulus toplumlar ise bu durum karşısında bir şok yaşamaktadır. Şokun sarsıntısıyla birlikte, Türk Dil Kurumu ‘inin tavırlarında da izlendiği gibi, birtakım karşıt tepki­ler geliştirilmektedir.

Normal şartlarda kültür, dil aracılığıyla birikimli olarak gelişir ve tarihsel süreç içerisinde biçim ve içerik kazanır. Kazanılan yeni özellikler kültürün bütün unsurları üzerinde etkili olur. Ancak günümüzde görüntü ve imajların etkisinde kalan kültürün ‘biri- kimlilik’ özelliği zayıflamaktadır. Çünkü imajlar, tüketilen ve hafızadan kolayca kaybolan izlenimlerden ibarettir. İmajların oluşmasında etkili olan uydu yayını ve internet gibi günümüzün etkin kitle iletişim teknolojilerinin kurduğu küresel bilişim ağma entegre olma çabasındaki Türk dili ve kültürü, yeni gelişmeler­den nasibini almaktadır. Çünkü dilde kısırlaşma ve popüler kül­türün egemenliği gibi ulusal kimlik öğelerini aşındıran gelişme­lerle muhatap durumdadır. Özellikle dilin bu süreçte adeta bir şok yaşadığı söylenebilir. Çünkü dil, iç (ulusal) ve dış (küresel) olmak üzere iki kaynaklı bir etkileşimin ortasında kalmıştır.

Bu çerçevede Türkçe, biri dış diğeri ise iç dinamiklerden kay­naklanan iki ayrı tehlikeyle karşı karşıyadır. Tartışmalar da doğal olarak bu alanlar üzerinde yoğunlaşmaktadır. Dış dinamiklerle bağlantılı olan tehlike, Türkçenin ‘Amerikancalaşması’, yani gide­rek melez bir dile dönüşmesidir. Bu gelişme, Türkçenin giderek İngilizce sözcüklerin istilâsına uğraması, üstelik bunların bazılarının karşılığı Türkçede olduğu halde Türkçe sözcük yerine İngilizce sözcüğün yeğlenmesi biçiminde gerçekleşmektedir. Böyle bir gelişmeye karşı duyulan kaygılar aslında ne bugüne özgüdür ne de sadece Türkiye’de yaşanmaktadır. İkinci temel kaygının kayna­ğı ise iç dinamiklerdir: Güzel, düzgün ve doğru Türkçenin, özellik­le sözcük düzeyinde doğru söylenmesi ve yazılması, anlamının saflığı, cümle düzeninde de gramatik doğruluk bakımından bozulmaya uğradığı iddiasıdır (Mutlu, 1999:141-143).

Küreselleşmeyle birlikte sıklaşan sosyal, siyasal, kültürel ve teknolojik etkileşimler, İngilizcenin kullanımım kaçınılmaz hale getirmiştir. Bundan dolayı yabancı sözcük akımını tamamen engellemek hemen hemen imkânsızdır. Ancak bu noktada, dilde karşılığı olan ve halk arasında da yaygın olarak kullanılan sözcük­ler yerine, yabancı sözcükleri kullanmaya karşı önlemler alınma­sı gerekir. Dilin kullanımında yapılan yanlışlar, dilin cümle düze­nini ve gramatik yapısını bozduğu için bu konuda da gerekli önlemler alınmalıdır. Her iki durumda da dikkat edilmesi gere­ken temel unsurlar, kitle iletişim araçları ve ülkenin aydınlandır. Çünkü dilin gelişimi veya bozulması bu iki temel etkenle doğru- dan ilişkilidir.

Dil ile aydınlar arasında dilin gelişimi açısından önemli bir ilişki bulunmaktadır. Aydınların Türkçe üzerindeki etkisini tarih­sel süreç içinde görmek mümkündür. Osmanlı’nın ilk dönemle­rinde Arapça ve Farsça terkiplerin kullanımı, 19. yüzyıl sonların­dan itibaren Fransızca sözcüklerin kullanımı, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise İngilizcenin kullanımı ve Türk dili üzerin­deki etkileri, tarihsel sürecin özelliklerine işaret etmektedir. Bugün de aynı etki varlığını sürdürmektedir.

Türkiye’de televizyonun geniş kitlelere ulaşması ise dilin kitle iletişim araçlarından nasıl etkilendiğini açık bir şekilde göster­mektedir. Çünkü televizyon, kullanılan kelime dağarcığını sınır­layarak geniş halk kitlelerini medyatik olan dilin kullanımına yöneltmektedir. Bu sorunun ortaya çıkmasında televizyonun yoğun etkisi, siyasal alanın da daralmasına paralel olarak özellik­le 1980-1990 yılları arasında görülmüştür. 1990’lı yıllardan itiba­ren iletişim araçlarındaki gelişmeler (uydu ve internet), sorunun daha yaygın bir şekilde devam etmesine neden olmuştur. Bütün dünyada birlikte yaşanan bu gelişmeler, dil üzerinde görüntünün egemenliği biçiminde kendini göstermiştir. Uydu yayınıyla tele­vizyonun, fiber optik kabloyla mikro-elektronik bilgisayarın bir­leşimi, insanları bilgi ve görüntü bombardımanına tutmuştur. Bu gelişmeler ulusal ve küresel popülerleşmeye yol açığı için, dil ve kültür de popüler olanla kuşatılmıştır.

Türkiye’de kitle iletişim araçlarında kullanılan dilin gün geç­tikçe bozulduğuna ve dilin kurallarından ayrı bir nitelik sergile­meğe başladığına tanık olunmaktadır. Bu yönde 1983’te yürürlü­ğe giren 2945 Sayılı Radyo ve Televizyon Kanunu’yla belirli önlemler alınmaya çalışılmıştır. Kanunun 5/g maddesiyle “kolay­ca anlaşılabilir, doğru, temiz ve güzel bir Türkçe kullanmak” esası getirilmiştir, ancak özel televizyonlar ve yazılı basın bu konudaki ilkelere uymayıp popüler alana kayarak dil ve kültür üzerinde kaygı verici bozulmalara yol açmaktadır.

Belirsizliklerin yeni tahayyülleri beraberinde getirmesine ve farklılık içinde aynılığı arayan özelliklerine rağmen küreselleşme bir olgu olarak toplumlara kendini adeta dayatmaktadır. Bu iti­barla artık dünya bir bütün olarak bazı küresel sorunları birlikte yaşadığı için, ortak çözüm bulmak zorunda olduğu bir sürece girmiştir. Bu yönüyle hiç kimse tek başına kontrolü elinde tuta­cak bir güce sahip değilmiş gibi görünüyorsa da, Amerika’nın egemenliği göz ardı edilmemelidir. İletişim araçları aracılığıyla dil ve kültür üzerinde yaratılan etkilerde, sözü edilen egemenliği görmek olanaklıdır. Esasında etkiler karşısında ne yapılacağı küreselleşmeye yüklenen anlamlarla ilgilidir. Eğer kürselleşme gerçekten dünyada ne var ne yok önüne katıp sürükleyen tektip- leştirici bir süreç olarak algılanıyorsa kültürel alanda buna diren­mek mümkün olamayacaktır. Buna karşılık, eğer küreselleşme farklı dillerin, farklı kültürlerin zenginleştirdiği bir dünya toplu- muna doğru yönlendirilebilecek bir süreç olarak görülüyorsa, o zaman yönlendirici müdahale, sürecin diline değil, bizzat niteli­ğine yapılması gerekir. Bunlar politik ve ideolojik sorunlardır. Çözümlemeleri ve cevaplan da politik bir duruşu, hem de evren­sel nitelikli politik bir tavrı gerektirir. Özetle alınacak tavırlar dil üzerinden değil, siyaset üzerinden yapılacak çözümlemeleri ve müdahaleleri gerektirmektedir (Mutlu, 1999:142).

Son tahlilde küreselleşme, dönüştürücü etkisiyle ulus-devlet- lerin ve ulusal kültürel kimliklerin egemenlik alanlarını aşındıra­rak yeni bir düzene geçişi ifade etmektedir. Gelişmeler ve geliş­melere verilen tepkiler, bu yeni sürecin küresel ve yerel olmak üzere ikilemli bir boyutu olduğunu göstermektedir. Bu ikilemli ilişki karşısında küreselleşme, günümüzün hâkim gücü olarak görülmektedir. Çünkü küresel aygıtların sağladığı her türlü akış yer küreyi adeta kuşatmaktadır. Fakat bu durum, Morley ve Robins’in (1995: 115-117) de ifade ettiği gibi, “yerelliğin önemi olmadığı anlamına gelmez.” Yeni bilgi ve iletişim şebekeleri ile bağlantılı olarak yerellikten kurtulma sürecinden bahsedilse de, bu mutlak bir eğilim olarak görülmemelidir. “Yer ve kültürün özgünlüğü terk edilemez, mutlak olarak aşılamaz.” Bu çerçevede yukarıda da belirttiğim gibi küreselleşme, aslında, yeniden yerel­leşme dinamikleriyle ilişkilidir. “Bu, yeni bir yerel-küresel bağ­lantısının, yerel uzamla küresel uzam arasında yeni ve karmaşık ilişkilerin oluşumudur.” Bu anlayıştan hareketle yaşadığımız dönemde yerelin ifade ettiği anlamı da abartmamak gerekir. “Geleceğe ait umutlarımızı, yerel ekonomilerin, kültür ve kimliklerin kurtarıcı özelliklerine bağlamamalıyız. Yerel olanı, bağıntı- sal ve göreceli bir kavram olarak düşünmek gerekir.” Çünkü yerel, bir zamanlar ulusal alanda önemli idiyse, şimdi ise anlamını küreselleşme bağlamında kazanmaktadır.

Bütün bu yaşananlar, küresel gelişmelerin etkisiyle birlikte yerele karşı yeni bir ilginin ortaya çıktığını göstermektedir. Bu anlamda yerelin yerini alan küreseli düşünmek yerine küresel ve yerel arasında yeni bir eklemlenme sürecinin başladığını düşün­mek daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Bu yaklaşım çerçevesinde elektronik ortamda iletişim ağlarından akan sersem bilgi karşı­sında yerel önlemler alınmazsa, nerden aktığının çok fazla bir önemi olmayan bu bilgi, kültür üzerinde önemli tahribatlar yapa­bilir. Daha da önemlisi çok fazla dış kaynaklı bilgi tüketimiyle yerli kültürel ve siyasal kurumların meşruiyeti tehlikeye düşebilir. Ulusal sınırların önem ve engelleyiciliğinin ortadan kalktığını; artık insanların ulusal, bölgesel ve kültürel esaslara göre değil, elektronik esaslara göre bilişim ağlarına bağlanarak etkileşim yaşadıklarım iyi okuyarak dengeli önlemlerin alınması gerekir. Çünkü bu durum, toplumların kendilerini geleceğe taşıması açı­sından önem taşımaktadır. Türk dili ve kültürünün orijinalitesini, gelişmeler bağlamında koruyarak bu eksende gerekli değişim ve dönüşümlerin önü açılmalıdır. Gelinen süreçte ise yeterli önlem­lerin alındığı söylenemez. Bu alanda geliştirilecek yeni politika­lar, hem kuşatıcı bir kimlik tahayyülü açısından hem de dil kültür etkileşiminin özgünlüğünü koruması açısından yaşamsal öneme sahiptir.

Mehmet Karakaş – Modernlik, Küreselleşme ve Türkiye’nin Kimlikler Evreni,syf:69-91

[I] öregin Türkiye’de özellikle müzik aracılığıyla Karadeniz’den Ege’ye ni            ya k^ar,bÜt,Ün kültürel özelliklerin taşındığı ve kendi-

nı Hissettirdiği görülmektedir.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir