Kur’ân’ın Harfen Tercümesi Mümkün Değildir
Allah Teâlâ Kur’ân’ı Arabî olarak Rasûlü’ne indirmiştir. Arabcayı öğrenmek için evvelâ iki kaynak olarak lafız ve mana tabirini öğrenmek lazımdır. Sonra ıstılah, teşbih, vadı’-i mahsus, ilm-i nahuv, ilm-i sarf, ilm-i mantık, ilm-i meânî, ilm-i usûl-i fıkıh, ilm-i usûl-i din, ilm-i usûl-i hadis, ilm-i kelam, ilm-i fıkıh, ilm-i lügat, ilm-i hadis, ilm-i te’vil, ilm-i ahlak ve ilm-i tezkiye-i nefs gibi alet ilimleri ile Kur’an ayetleri mana edilebilir. Bununla beraber ulemâ, Kurân-ı Azîm-üş-Şân’ı hiç bir zaman bu ilimlerle hududlandırmamışlardır. Cumhûr-u ulemâ-i din, biricmâ’ şöyle dediler: Nasıl ki Kur’an kelimelerinde manalar varsa, zaman zaman tecelli ve tezahür ediyorsa, öylece harflerin manalarında da işaretler vardır.
Ve gelecek zamana aid gizlenmiş bahisler vardır. Ayet-i celîlenin muayyen nazm-ı şerifleri vardır. Bilhassa İlâhî maksadlar vardır… Hem nasıl ki kelime-i şeriflerin hakîkî manaları varsa, öylece de kudsî işaretler vardır. Şu halde Kur*ân-ı Azîm-üş-Şân’ın manalarını kuşatacak tam tercümesi mümkün olamaz. Kurân-ı Mübîn’e şumullü, bütün manaları kuşatıcı, Kur’an-ı Azîm-üş-Şân’ın hakikatlerini câmi’ bir tercüme bulunamaz. Görülmez mi, bir beşerin telifini tercüme etmekte bile, lafızların tam manalarını ve müellifin maksadlarını bilmek çok güçtür.
Kur’an Allah Teâlâ’nın kelâmıdır. Ulemâ kendi asırlarında çeşitli çaba harcamakla, ancak kuvvetlerine göre Kuran’dan manalar çıkarmışlardır. Beşerî tâkat- leri nisbetinde, ihtisas gördükleri ilme göre, İlmî noktaları Ondan istinbat etmişlerdir. Artık müfessirlerden her biri tâkatleri nisbetinde gerçekleri ortaya koymakla beraber, bazı noktaları sonradan gelen ulemâya bırakmışlardır; zerrenin taksimi gibi.. Halbuki zerrenin taksimi bu asırda tahakkuk etmiştir. Şu andaki mevcud taksimden başka yeni yeni buluşlarla, yeni yeni taksimler de olabilir.
“…O gaybı bilendir; (şöyleki) O’nun ilminden göklerde ve yerde hiçbir zerre miskal gizli değil; bundan daha küçüğü ve (bundan) daha büyüğü yoktur ki, kitâb-ı mübînde mahfuz olmasın. ” [Se’be,3]
Bugün anlamadıklarını yarın anlayacaklardır. Öyleyse harfen Kur’ân’ın tercümesi gayrı mümkündür. Bununla beraber Kur’an yazısının resmi, tevkifidir tevfîkî değil. Yani Kur’ân’ın nazmının muayyen resmi dışındaki yazılar ve şekiller dahi, manasına zarar verir. Rastgele şekil olmaz. Çünkü ayetler kendi nazm-ı şerifleri dışında okunamaz. Arabi olarak indiği için Arabi olarak okunması farzdır ve ancak o nazımla okumak ibadettir. Bunun içindir ki Mushâf-ı şerifin nazmına tayin edilmiş kitab, abdestsiz ele alınmaz. Tercümeye gelince; Kur’an olmadığından, abdestsiz alınır veya alınmaz diye ihtilaflıdır.
İmâm-ı A’zam rahimehullahu Teâlâ’ya isnad olunan “Arabcadan âciz olan kimsenin tercüme olarak kıraati caizdir” sözüne gelince, ¡mam kendisi bu sözden rücû’ etmiştir. Bir müctehid kendi sözünden rücû’ ettiyse, gayrı onun görüşüyle amel edemez. Kıraatten âciz olan; teşbih, tehlîl söyler. İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e nisbet edilen kavil daha kuvvetlidir, ‘’el-Gur’an’’= Kur’ân-ı Kerîm, Asrı saadetten şimdiye kadar Mushaflarda tayin edilmiş Arabi nazmının özel ismidir. Hatta bu nazmın dışında Arabi olsa bile, ona Kur’an denilmez.
Bunun içindir ki fukaha “Arabi nazmının dışında zikir ve dua mekruhtur” dediler. Nitekim İbni Âbidin Reddi Muhtar’ın birinci cildinin ezan bahsinde: “Kur’an Mushaflarda tayin edilmiş elfâz-ı şeriftir.” demektedir. Diğer fıkıh kitabları da bunda ittifak ediyorlar. Öyle ise Ondan başkasına Mushaf denilemez; her ne kadar abdestsiz alınmaz denilse de..
“Elif lâm Râ’dan Allah Teâlâ ne murad ettiyse, Kendisi bilir. Bu, açıklayan kitabın ayetleridir. Hakîkaten Biz onu (manasına) akıl erdiresiniz diye Arabî bir Kur’an olarak indirdik.” [Yusuf,1-2] buyrulmuştur.
Arabi nazmının fesâhat, belâğat ilimlerini haiz kelimelerinin incelikleri, manalarının sırları, bilginleri için gizli değildir.. Normal dillere kıyas edilemez. Kur’ân-ı Hakim Arabca’ya icaz ilmini ve i’câzı, yani mu’cizeyi katmıştır. Bu sayede, beşerin âciz kalacağı beyanda, Kur’an âciz kalmamıştır.
Nitekim Hanefîlerden usûl-u fıkıh ulemâsı şöyle dediler:
Kur’an’da her bir lafzın, sîga ve lügat itibariyle, dört ciheti vardır.
Mesela ‘nin; maddesi ve harekesi olmak üzere, lügat ve sîgasının dört ciheti var:
Harflerine bakılır, bundan vuruş fiili; harekesinden zaman, yani mazi; birfâile nisbetinden vukûu veyahud vukûunun yokluğu anlaşılır.
Vukûu halinde; zamanı, mekanı, sebebi araştırılır. Nüzul sebebi başlı başına bir ilimdir.
İsim, fiil veyahud harfin; mutâbıkî, tazammunî, lâzımî manası tesbit edilir. Bundan, maksud olan mana tesbit edilir.
Nazım ve nazmın gösterdiği maksad itibariyle, lafzın ciheti yirmi kısımdır:
a]Has, yani bir tek manayı gösteren; âmm, manasındaki tüm ferdle- rini kuşatan; müşterek, müşterek manalarının hepsini kuşatmayan; müevvel, kuşattığı manalarının birine tahsis ve tayin edilendir.
b]Tahsis ve tayin edilen lafız da, mücerred sîgasıyla manasını bildirirse zâhir; tevili kabul etmeksizin, gayrıyla manasını bildirirse nass; tevili kabul etmeksizin, neshi kabul ederse müfesser; asla neshi kabul etmezse muhkemdir. Bu itibarla, her bir lafza dört mana tekâbül eder. Mesela zâhirî lafzın sîgasında kapalılık varsa hafî; maddesinde varsa, müşküldür. Müşkül de, idrak edilebiliyorsa mücmel; idrakinden ümid de kesilirse, müteşâbihtir.
c]Kendi manasında kullanılan lafız hakîkî; kendisine tayin edilen mananın dışında kullanılırsa mecazdır. Mecaz da, kolaylıkla manasını ifade ederse sarih; etmezse kinayedir.
d]Murad olan manaya vukuf bakımından lafız dört kısımdır: Lafız, vasıtasız manasını gösterirse nasstır; vasıtayla gösterirse işarettir; manasıyla gösterirse delâlet-i bilmanadır. Cümlenin tümüyle gösterirse, iktidâdır. Usulcüler, birinciye ibâret-un-nass, İkinciye işâret-un-nass, üçüncüye delâlet-un-nass; dördüncüye iktidâu-n-nass demişlerdir.
Böyle olunca Kur’ân’ın îcaz ve i’câzını sarfı nazar ederek, normal gayrı Arabî meallere bakıp mana çıkarmak; yahud onu, aslının aynısı bilip inanmak korkunç hatadır. Buna misal verebiliriz: El-İsrâ sûresinin 29’uncu ayetini ele alalım:
Meal yazanlardan biri, bu ayetin lâzımî manasını, diğeri tazammunî manasını, diğeri mutâbıkî manasını almış; bununla beraber ayetin tam karşılığını koyamamışlardır. Böylece ayetteki belâğati, tasviri, kinayeyi kaybetmiş ve sadece mecâzî manayla iktifa etmişlerdir. Ve böylece mealden dolayı mana çok kısırlanmış oluyor. Nitekim
“Elini boynuna bağlı olarak asma. Onu büsbütün de açıp saçma. Sonra kınanmış, pişman bir halde oturup kalırsın.”[ H.Basri Çantay] “Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma, yoksa pişman olur, açıkta kalırsın.” [Diyanet İşl.Bşk.lığı -1986]
“Elini boynuna bağlı kılma (cimri olma) ve büsbütün de onu açıp israf etme ki, sonra kınanmış olursun ve eli boş açıkta kalırsın.” [Fikri Yavuz]
“Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker kalırsın.” [Ali Özek başkanlığında bir heyetçe hazırlanıp, Suudi Arabistan Krallığınca tedkik ettirilerek bastırılan mealden -1987]
“Elini boynuna bağlayıp cimri olma. Büsbütün de açıp tutumsuz olma. Sonra pişman olur, açıkta kalırsın.” [Milliyet gazetesinin özel ilavesi. Gazete bünyesinde kurulan bir heyetçe diğer meallerden istifadeyle.] diye yazmışlar.
İşte görüldüğü gibi ‘’velatechel yadeke meğluleten ila ungike’’ cümlesinin “Elini boynuna bağlı olarak asma.” ; “Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme,” ; “Elini boynuna bağlı kılma (cimri olma)” ; “Eli sıkı olma;” “Elini boynuna bağlayıp cimri olma.” meallerinde, ayet-i kerîmenin Arabî olan nazmının fesâhat ve belâğati gibi, hüküm ve ifade ettiği mana da kaybolmuştur.
Birinci sûrette, imanlı olmayan birisi; “elini boynuna bağlı kılma”nın manası nedir?
ikinci sûrette; “cimri kesilme” cümlesinden önceki, “elini boynuna bağlayıp” sözünün ne anlamı var? Ne demek isteniliyor? diye soracaktır.
Üçüncü sûrette, bilir bir kişi; “eli sıkı olma” denmekle, mealin, ayetin nazmından alâkası tamamen kesilmiştir, demez mi?
Kaldı ki, yukardaki ayet-i kerîmenin ifade ettiği yedi hüküm kaybolmuştur:
1 –Ayet-i kerîmedeki, nehyin has, hitabın umum olması, yukardaki hiçbir mealde ifade edilmemiştir. Çünkü Rasûl-u Muhterem’de cimrilik ve israf yoktu ki, nehyedilsin. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, ümmetin mümessili, lideri olduğundan, kendisine emredilmiş, hitab ümmete tevcih edilmiştir. Nitekim bilâ teşbih, en büyük âmir, bir müdüre “şunu yap” der. Tabiî ki yapacak müdür değil, müdürün idaresi altında olanlardır.
2-‘’meğlulete’’, ellerin boyunda kelepçelenmesi demektir. Istılahta, hayrdan gerilenmek manasındadır. Binaenaleyh Allah’ın rızası olmadığı yerde harcamamak, cimrilik değildir, sıkkınlık değildir ki, “eli sıkı olma, cimri olma” diye mutlak nehyedilsin. Binaenaleyh burada nehyedilen mutlak cimrilik değil, mukayyed cimriliktir ki, hayr yapmaktan geri kalmaktır.
3 –‘’bes’’; eli uzatmak, yaymak, açık el manasındadır. Bunda olan nehiy dahi mutlak değil ki, “Onu büsbütün de açıp saçma” denilsin. Bilakis bu da kayıdlıdır. Nitekim aslî ihtiyacın dışında tüm malı vakfetmek, sadakaya vermek, malı savurmak değildir. Yakînî imana sahib olanın, Ebû Bekr Sıddîk’a ittibayla, tüm malını vermesi israf olmaz. Amma bunun aksi, bir kuruşu Allah’ın hoşuna gitmeyecek yere vermek, ittifakla israftır.
4-Tegğude’’.; kelimesi, sayrûret yani bir halden diğer bir hale naklolmak manasındadır. Binaenaleyh “oturup izzet halinden zillet haline dönüşürsün” demek olur. Ve bu takdirde
5-‘’‘’ malume’ “kendi kendini kınamış, halk tarafından kınanmış, Allah tarafından kınanmış olursun” demek olur.
6-‘’mahsure “iş görmez, üzüntüden hasret çeker, imkanlarını kaybetmiş olursun” demektir. Nitekim, iş bulamayan kimse “elim kolum bağlandı” der.
7-‘’feteghude’’kelimesindeki “fâ” harfi, iki nehyin cevabıdır. Yani cimri olmak süratinde, kınanmış; israf etmek sûretinde iş görmez hale gelir, imkanlarını kaybetmiş olursun demektir.
İşte bu yedi itibarla, yukardaki ayet-i kerîme, istiâre ve mecaz yoluyla altı şiddetli tasvir üzere vârid olmuştur:
1 -insanın Allah yolunda malını harcamamak hali, yani manevî olan cimrilik duygusu, eli boynuna kelepçe ile bağlanmış kimsenin haline benzetilerek; “cimri olma” yerine “elini boynuna bağlı kılma” buyrulmuştur. Tabiî ki bu, “cimri olma” demekten daha üstün bir manayı ifade eder. Şimdi “elini boynuna bağlı olarak asma” diyen mealci, tasvire riayet etmiş; ayette kasdedilen manayı ifade edememiştir. Bü tasvire riayetle beraber parantezli veya parantezsiz “cimri olma” ilavesini yapanlar, bir yerde hakîkatle mecazı, yani benzeyen ve benzetilen halleri biraraya getirerek, hem tasviri, hem hakîkî manayı kaybetmiş olur. Onun için okuyan çelişkiye düşer ve soru sormaya mecbur kalır, imanını da kaybetmezse iyi.. “Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma.” diyen mealci ise, cesaretini kullanarak, Allah Teâlâ’nın kelâmını beşerin kelâmı gibi basitleştirmiş, kısırlaştırmış ve okuyucuyu büsbütün şaşırtmıştır.
2-Cimri bir kimsenin, arkadaş ve yardımcısı olmadığından, akrabası çok olsa dahi cimriliğinden dolayı kendisini terkettiklerinden; dünyevî bir işi görmekte âcizlik hali, eli kolu göğsüne ve boynuna bağlı kimsenin haline benzetilerek, ayet-i kerîmede, benzeyende kullanılacak alet ve edevatlar, benzetilen vasfında kullanılmış ve böylece pintinin dünyadaki manevî olan şahsiyeti, bağlı olan şahsın sûretiyle beyan buyrulmuştur. Bu da dünyada pintinin cezasının ifadesidir. En veciz, en güzel tasvir, ayetin Arabî nazmındadır. O nazımdan “Kelepçeli elini, boynuna bağlı olarak astırma” diye meal vermek, bir parıltı olur. Keşke Haşan Basri Çantay “Elini boynuna bağlı olarak asma” mealinde, “kelepçe” lafzını ilave etseydi.
3-“Cimri olma” yasağı; zekat gibi mâlî farzları terkeden pintinin ahirette malıyla kelepçelenmesi vasfı üzere, tasvir, istiâre ve mecaz yoluyla, “Kelepçeli elini, boynuna bağlı olarak astırma” sûretinde ifade edilmiştir. Sebeb olan cimrilik yerine, sebebin meydana getirdiği bağlanmak zikredilmiştir. Nitekim
4-Cimrilik; eli maddî tasarruftan engelleyen ve eli kolu, göğse ve boyna bağlayan ve dolayısıyla avret mahallini açılması halinde gizlemekten güçsüz bırakan kelepçeye benzetilip “Kelepçeli elini, boynuna bağlı olarak astırma” buyrularak, “cimri olma” yasağı, teşbih ve mecaz yoluyla beyan edilmiştir. Bu takdirde cimrinin dünya ve ahiretteki hali, ikisi birlikte beyan edilmiştir.
5-Kelepçe eli bağladığı gibi, cimrilik de, ruhu, kalbi ve hatta aklı bağlar. Bu takdirde, ruha nazaran cimrilik yerine, maddi olarak el ve elin boyna kelepçelenme fiili zikredilmiştir. Çünkü ; mücerred elin kelepçelenmesi değil, elin boyunla birlikte ve göğüs çukurundan çenenin ucuna demirin takılmasıyla kelepçelenmesidir. İşte bu manevi kelepçeden dolayıdır ki, cimriden zekat ve sadaka istenildiği vakitte, ruhu ve aklı sıkılır; hemen eli boynuna gider… işte bu hal beyan edilmiştir.
6-Yine istiâre ve temsil yoluyla, dünyada Allah Teâlâ’nın izni olmadığı yerde, mesela ma’siyette malını harcayan kimsenin, ahiretteki iflas hali, dünyada malını saçıp savuran ve bu yüzden imkansızlığa duçar olan savurganın haliyle temsil edilerek, “Ve onu büsbütün saçıp savurma” demekle ifade edilmiştir.
Bu altı itibarla, cimrilik ve israfın akibeti birdir, ikisi de kötü hasletlerdir. Ancak bu itibarlar, ayetin Arabî nazmına bakıldığı zaman anlaşılır. Ve böylece mealler, ayetin manalarını kısar.
Soru: Bu takdirde “Hayr ve hasenatta cimrilik yapanın misali, eli kelepçelenmekle maddî tasarruftan mahrum olan kimsenin misali gibidir. Öyleyse cimrilik yapma.. Allah Teâlâ’nın hoşnut olmayacağı yerde malı harcamanın misali, malını saçıp savurmakla büsbütün iflasa uğrayan savurganın misali gibidir. Öyleyse savurgan olma.. Aksi takdirde, birinci sûrette kınanır; ikinci sürette, pişman olup hasret çekersin.” şeklinde meal vermek, akılcılık değil mi, ayet değiştirilmiş olmuyor mu?
Cevab: Hayır. Ayetin ilimle mana edilmesi süretinde dahi, mutlaka ya diğer bir ayetle, yahud birinci müfessiri Hazreti Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in hadîsiyle mana etmek gerekir. Meal yazmaktan maksad, ayetin manalarını hududlandırmak değil, bilenler için ayetin sûretini, bilmeyenler için manasını göstermektir. Çünkü meal, ayetin tam karşılığı değildir. Onun için şerhsiz meal okumak, dinden imandan uzaklaştırabilir. Ayetten mâadâ, hadislerle bu ayet mana edilmiştir.
Nitekim Müslim ve Buhârî’nin ittifakla tahric ettikleri Ebî Hureyre’den gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Cimri ile cömerdin misali, üzerlerinde, ellerini memelerine ve gırtlaklarına sıkıştıran demirden zırhlar bulunan iki adamın misali gibidir. Cömert her sadaka vermek istediğinde, zırhı, parmak uçlarını kaplayıncaya kadar genişler ve iz bırakmaz. Cimri bir sadaka vermek istediğinde, zırhı büzülür ve her halkası yerini alır (daralır).”
Yukardaki ayet-i kerîme ve bu hadîs-i şerîf, cimrilik ve israfı men etmekle iktisadı emretmiştir. İktisad; tefrit hali olan cimrilik, ifrat hali olan savurganlıktan âzâde itidaldir. Yani iktisad, ilk önce ihtiyaçları tesbit etmek, sonra şeriatin izni çerçevesinde malı harcamaktır.
Ferd ve toplumu zilletten çıkaran, iktisaddır. Şer’an verilmesi gerekli nafile ve farz sadakayı vermekte çekimserlik, cimrilik… şer’î iznin dışında okunsun fikri; Kur’ân’a hücum olduğu gibi, Tevrat ve Incil’i
Değiştiren bir kuruş vermek, israftır. Binaenaleyh kafirlerin tarif ve tatbik ettikleri iktisad, hem cimrilik hem de israftır.
El-insaf.. Hristiyanlar İncillerini, aslından yabanî dillere naklettiklerinden tahrif ettiler. Kur’ân’ın meali de böyle; bir tahrife, bir tağyire sirayet eder. Vaktiyle Ezher müderrislerinden Muhammed Mustafa Merâğî ve ardınca gidenlerin, sadece Kur’an meali okunsun diye fetva vermeleri üzerine, Şeyh-ul-İslam Mustafa Sabri, reddiye olarak Mes’elet-u Tercümet-il-Kur’an adlı eserini yazmış; aklî ve naklî delillerle onları reddetmiştir. Ayrıca Mısırlı Muhammed Abdullah Diraz, Fransızca ve Arabca mealcilerin reddi için, En-Nebeu-I-Azîm ani lKur’ân-il-Kerîm eserini yazmıştır. Fakat ben bu eseri görmedim.
Neticei meram, Ehli Sünnet vel Cemaat ulemâsının ittifakıyla, Kur’ân’ı meallere hasretmek, indî görüşlerle mana etmek, Kur’ân’ı tahriftir. Ve bu mealleri okuyanlar da, doğruyu bulmak yerine sapmaktadırlar.