İsmail Kara – İçimden Geçen Günler ‘Notlarım’

FgqU5FxWIAEC4nI-300x300 İsmail Kara - İçimden Geçen Günler  'Notlarım'
Her askeri müdahale sonrası yahut uyarılmış irtica bayraklarının yükseltileceği zamanlarda bir yerlerden Türkçe ibadet seslerinin gelmeye başlamasına ve “hür” basına intikaline alışkın sayılırız.’ Bu tatsız, ayrıca memleket için kan kaybettirici haberler ve çift taraflı yönlendirmeler üzerinden başka alışkanlıklar da edindik akıp giden zaman içinde; ez cümle bir iki hususu hatırlamak, okumuş yazmışlarımızın memleketimizdeki bir(çok) meseleyi derinliğine bilmek-anlamak ve kavramaktaki yetersizliklerine hayıflanmak, nihayet bir miktar da acı tebessümle karışık kızmak yahut kendimize ağlamak gibi…
Sayfa 42
————————
Acı tebessumle karışık bir miktar kızdığım şey ise mıladın XXI yüzyılına gelmiş dayanmışken, Türkçe ibadet isteyen aydınların, asker-sivil bürokratların, gazeteci makulesinin 1930’lardakı yüksek Cumhuriyet erkânı gibi “başkası”nın, yani halkın, mütedeyyin insanların ibadetiyle bu kadar yakından ilgilenmelerinin sebeb-i hikmeti! Sanırsın ki ibadet Türkçe olursa kendileri posttan kalkmayacak, beşe beş katacak, ezanlar “Tanrı Uludur” diye başlarsa hepsi cemaatle namaz için camilere koşuşacak…
Sayfa 43
——————————-
Alt ve düşük bir seviye ile yetinme, onu dayatma, onun üzerinden karşılık verme Türkiye’nin kendini taşıma kapasitesini sürekli çelimsizleştiriyor, dumura uğratıyor. Aynı zamanda gayrıahlâkilik… Burada konumuz geniş mânada din olmakla beraber bu problem başka alanlarda da var. (Ben bu zayıflığı ve çelimsizliği Türkiye’de ilahiyat ve felsefe alanı dahil sosyal bilimlerin, dilin-ifade imkânlarının, ilmi ve kültürel ortamların, sanat faaliyetlerinin zayıflığının da esas ve derin sebeplerinden biri olarak görüyorum). 1930’lu yılların ilk senelerindeen itibaren) devreye sokulan öztürkçecilik/sadeleştirme hareketleriyle, Türk tarih tezi ile, eğitim-kültür politikalarıyla… din dilinin/dini kültürün/dini yaşama üsluplarının değişime-dönüşüme zorlanması, bunun kuvvetli bir unsuru olarak Türkçe ibadet programlarının? paralel bir şekilde yürütülmesi de kültürsüzleş(tir)menin, yarılmaları artırmanın, kapanmanın-daralmanın, kendini daraltmanın bir parçası gibi işledi, o fonksiyonu da icra etti. Bunu bir tarafın modernleşme, yeni ve “milli” bir Türk kültürü inşa etme çabası diye adlandırması, hatta devrim, “muasır medeniyet seviyesi” demesi soğuk gerçekleri ve neticeyi pek değiştirmeyecektir.
Sayfa 45
——————-
Annemin dualarının, dua-ibadetlerinin (artık, köyümüzde, Anadolu’da yerleşik duaların, dua-ibadetlerin demek lazım) hadislerde geçen duaların geniş ve rahat şerhli tercümelerinden, ama daha da önemlisi imkânları ve hissiyatı yüksek revnaklı bir Türkçe ile, yerli dille, yerel kültürle kuvvetli bir şekilde ilişkilendirilerek, öğrenilme ve ezberlenme kapasitesine sahip zevkli “tercüme”lerinden ibaret olduğunu söyleyebiliriz.
Sayfa 49
———————————
Fakültede ve fahri derslerde sınıfların, salonların yarısı başör. tülü kız talebelerle dolu olduğu için önce onlara yönelir ve asık suratıma biraz tebessüm yükleyerek sorardım; içinizde kendisi için müsbet bir ifade olarak “mutaassıp bir ailenin kızıdır” denmesini isteyen veya bunu normal yahut uygun karşılayan, doğru ve yerinde bulan bir Allah’ın kulu var mı? Sansürsüz cevap istiyorum… Büyük ve anlamlı bir sessizlik… Sonra erkeklere sorardım; söyleyin bakalım ey Allah’ın sevgili kulları, içinizde “mutaassıp bir ailenin kızı”yla evlenmek isteyen ve bunu çöpçatanlara rahatlıkla söyleyen birileri, bir er kişi var mı? Şiddetlenen bu sorunun büyük sessizliğini ve tezayüd eden hayretleri ise kontrolsüz gülüşler, yutkunmalar, göz kaçırmalar dağıtır ve büyü bozulurdu. Benim aradığım boşluk da tam burası idi. Baksanıza koca İlahiyat Fakültesi sınıfında, hem de 28 Şubat’ın karanlık ve kıyıcı günlerinde, nazarlık da olsa bir tanecik bile “mutaassıp” kalmamıştı; kızların sıkı başörtülerine, erkeklerin sakallarına bakmayın, sadece onlara kanmayın!!! Halbuki daha yakın zamanlara kadar evlenecek dindar kişilere “mutaassıp bir ailenin kızıdır” ifadesi bütünüyle müsbet mâna ıfade edecek şekilde tavsiyeyi teyit ve/ya ön açmak için kullanılırdı. Bilir misiniz?
Sayfa 60
———————————–
Mehmet Zahit Kotku Efendi’nin Tasavvufi Ahlâk’ında yer alan sohbetlerinden birinde okumuştum. Yanlış hatırlamıyorsam Küçük Hüseyin Efendi idi, müridan ve muhiplerinden verem hastası olanları, cemaatla namaz sırasında sıkı saflara sokarak veya onların olduğu safları daha da sıkılaştırarak tedavi edermiş. Bulaşıcı ve o zamanlar için çok tehlikeli bir hastalığa karşı “mesafe” değil de sıkı, sımsıkı bir yakınlık, bir temas; omuz omuza… Kalpten kalbe sağaltıcı bir yol açmak, belki de bedenden bedene gümrah ormanların tertemiz havasını getiren bir kanal inşa etmek için… (Bir gün, söz oraya nasıl intikal etti hatırlamıyorum, belki de üstadın adı konmuş ama yazılmamış kitaplarından Namaz İnsanı Kılar üzerine konuşuyorduk, bu anekdotu İsmet Özel beye aktarmıştım. Dikkat kesildi ve duraksamadan karşılık verdi: Çok doğru bir yol; veremin herhalde en bariz sebeplerinden biri olan yalnızlık duygusunu, kendini yalnız hissetme endişesini ortadan kaldırarak iyileştiriyor…).
Sayfa 78
———————————-
“Eski” dünyada veba gibi bulaşıcı salgın hastalıklara ve kıyıcı harplere karşı alınan tedbirlerden biri de hafızların şehrin surlarının etrafını dışarıdan dolaşarak şifa niyetine hatim indirmeleri idi. Tarih kitaplarında Sahih-i Buhari’nin, Şifa-i Şerif’in, Kaside-i Bürde’nin de bu şekilde baştan sona okutulduğuna dair rivayetler var. Sultan Abdülhamit’in koleraya ve harbe karşı benzer tedbirler alması konusunda bk. Sultan 2. Abdülhamid’in Sürgün Günleri Hususi Doktoru Atıf Hüseyin Bey’in Hatıratı, haz. M. Hülagu, İstanbul, Pan Yay., 2003, s. 139, 144, 243, 266, 338.
Sayfa 84
———————————–
Derken elim Tecrid-i Sarih’in üçüncü cildine gidiyor. Uzun sayılabilecek “Cuma Kitabı” (Bölümü) ile başlıyor üçüncü cilt*. Babanzâde Ahmet Naim bey tarafından büyük bir mânevi haz, zevk ve kılı kırk yaran bir itina ile hazırlanmış, onun vefatıyla Kâmil Miras tarafından gözden geçirilmiş bir cilt bu. Telifi 1930’ların başlarında olmasına rağmen, Tanzimatın, Meşrutiyetin getirdiği bütün lisani ve fikri zenginlikleri kullanabilen harika bir dil, tercümede hadis-i şerif metinlerinin hakkını vermek için gösterilen üstün ve dakik bir çaba, hesabı sorulmuş-verilmiş bilgiler, edebe riayetle tenkit, tahkik, bugünün şartlarını hesaba katan yorumlar, Efendimiz’e, Hz. Muaviye dahil bütün sahabeye, ulemaya hürmetin binbir çeşidi ve ifadesi…
Sayfa 85
————————————
Kurucu kişilerinden biri olarak Necip Fazıl’ın ve sağ-muhafaza-kârmilliyetçi-İslâmcı cenahın tarih (hususen yakın tarih) anlayışının savunma-korunma amaçlı yahut yüceltme-karalama odaklı olarak umumiyetle hissiyat-hamaset üzerine kurulu olması ve hesabı verilebilir/mukayese ve muhakemeye dayalı bir bilgi-yorum seviyesine çık(a)mayışı (bugün de çıkmış sayılmaz) problemin ana kaynağı gibi gözüküyor; bir başka deyişle kademe gözetmemek problemi… Aslında bir bilgi kademesi olarak hissiyat ve hamaset tarihte de tamamen yabana atılacak cinsten bir şey değil, hususen yetişmekte olan çocuklar ve vatandaş için “sağlam” bir zemin teşkil etmesi bakımından önemli, doğru ve yerindedir de. Bu seviyede tarih vadisinde destansı bir anlatım tercih edilebilir ve burada gerçek olarak anlatılan şeyin olayla, olgu ile birebir örtüşmesi (eskilerin tabiriyle vâkıaya mutabık olması) gerekmez. Çünkü buradaki “doğru”ların mantığı farklı bir işleyişe sahiptir. Problem eğitim aşamalarında veya okuma-öğrenme merhalelerinde bu en alttaki seviyenin düzenli bilgi (tarih bilgisi) ve felsefe-hikmet (tarih felsefesi) kademelerinin olmayışı, dahası buna lüzum da görülmeyişidir. Hissiyat ve hamaset düzeyinin her şey olduğu bir tarih-geçmiş anlayışının insanın kendisini, toplumunu, tarihini tanıyıp kıvam seviyede anlaması bakımından hiçbir şekilde yeterli olamayacağı herhalde rahatlıkla söylenebilir. Ama tarihin-geçmişin önkabuller ve hatta takıntılardan ibaret kalması bizde ne yazık ki hâlâ çok yaygın bir temayül. Kemalist ideoloji için de, siyasi merkezin okullar,
Sayfa 122
——————————
İnsan akademisyen de olsa ilgi ve hevesle eğildiği ihtisas sahası da olsa öncelikleri yahut “mesleki körlükler” sebebiyle mühim bazı hususları görmek, farketmek konusunda kör ve sağır kalabılıyor. Fakat burada daha fazlası; Türk aydınının meselelere ve bilgi-bilim-sanat vadilerine kendisi, Türkiye ve kendi kültürü merkezli bakamayışı problemi de bütün ciddiyetiyle var zannederim. Mühim bir problemimizdir bu çünkü bir merkez edinmeyi -aynı zamanda bir duruş tarzı ve bakışaçısı kazanmayı biraz küçümseriz, hatta “evrensel” denen büyüleyici ve bir o kadar da aldatıcı atmosfere/hevaya mugayir buluruz.
Sayfa 161
———————————

Düşünülmüş, müzakere edilmiş ve mutabakata varılmış bir kurucu fikir yok ama bu doğrudan veya dolaylı yollarla ansiklopedıde işleyen hiçbir fikrin/fikirlerin olmadığı mânasına elbette gelmez. Bir başka şekilde söylersek DİA’nın hemen bütün maddelerinin ruhunda, anafıkrinde ve satıraralarında çağdaş İslim düşüncesiyle, İslâmcılık hareketiyle, Yeni Selefilikle uyumlu, onlara paralel giden bir din anlayışı ile milliyetçi-muhafazakâr bir tarih, kültür ve edebiyat anlayışının güçlü etkisi ve hakimiyeti açıkça görülür.

İnceleyin:  Şimdi rüzgar, taş, çiçek, kuş ve bulutlara bak

Birkaç kelime ile tafsil edilecek olursa kaynaklara dönüş ve asr-ı saadet fikirlerine (ideolojisine) sadık/yakın, sade/tektip din anlayışını benimseyen, Yeni Selefilikle (hatta kimse duymasın Vehhabiyyü’l-meşreplikle!) örtüşen yeni (dar) kelâm ilmi merkezli bir din anlayışıdır bu.
Sayfa 248

————————————–
Mustafa Kemal Paşa’yı bir şekilde dolanıp, hatta temize çıkarıp İsmet İnönü’yü günah keçisi yapmak sağ muhafazakâr kesimin de devam eden umumi hilelerinden ve takıntılarından biridir. Kolay, etkili ve mânidar… Yıllarca CHP’de ve İnönü’nün o emri altında çalışmış biri olarak İbrahim Arvas da bunun “başarılı” örneklerinden biri. Peki tekparti idaresinin ve Cumhuriyet ideolojisinin kuruluşunu sağlayan üçüncü büyük ayak mareşal Fevzi Çakmak niçin sağın “doğru” tarih anlatısında hiç gündeme gelmez ve geldiği zaman da mutlaka müsbet olarak zikredilir? Bunu hiç düşündünüz mü? Namazında niyazında ve Nakşi olduğu için mi? Hiç konuşmamasına, “kuzu paşa” lakabına ne dersiniz? Peki mutlak üç kurucudan biri olarak her şeyden o da bir ölçüde/büyük ölçüde sorumlu değil mi?
Sayfa 294
————————————-
Bir İtalyan yazar, “Türkleri yenmek yetmez, tarihlerini de yenmemiz gerekir” demiş… Bu cümle “tarihlerini de bizim istediğimiz gibi yazmamız ve onlara da bu şekilde kabul ettirmemiz gerekir” mânasına anlaşılabilir. Bunu Oryantalistler başta olmak üzere İslâm dünyası hakkında yazanlar/yazmakta olanlar hayli başarılı bir şekilde ve yeni Müslüman aydınları, hatta İlahiyatçıları da etki altına alacak tarzda yapmışlar/ yapıyorlar da…
Sayfa 310

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir