Bir metni tercüme etmek, bir bakıma onu yorum-lamaktır. Bunun içindir ki, yapılmış ve yapılacak tercümelerin hiçbiri esas metnin yerini tutmayacaktır. Tabiî yine bu tercümelerden hiçbiri bir diğerine benzemeyecektir. Zira her defasında metinle tercüme arasına giren kimse değişmiştir. Bu kimselerle beraber onlara ait kabiliyetler, kültür arka planlan, metne yönelirkenki problemleri ve nihayet peşin hükümler de değişmiştir. Bu durumda, her mütercim kendi donanımına göre bu metne yaklaşacak, onu kendine göre anlayacaktır. Bu takdirde metin, bir ölçüde kendi hüviyetinden çıkacak, bir bakıma mütercimin fikir ve duygularını yüklenip, onları aksettirir duruma düşecektir.
Bu tesbitin ne kadar önemli ve ciddî olduğunu mahut nazariyenin kurucularından birine ait olan “Din Afyondur? şeklindeki tercümede buluyoruz. Bu ifadeyi bu şekilde tercüme eden aydınlarımız,bu apaçık hakiki ya görmemişler veya görmezlikten gelmişleridr.
Marks, Avrupada. .yetişmişti. Din deyince,Hristiyanlığı ve Museviliği anlıyordu.Hükümleri hep onlar üzerine kurulu idi.İslam Hakkında tam ve doğru malumat şurda kalsın,sınırlı bilgileri bile sahip değildi. Bu durumda, bu değerlendirmeyi kelime kelime Türkçe’ye tercüme edenlerin, Türkiye’de din kelimesinden Marks’ın aksine İslâm’ı anlayacaklarını düşünmeleri gerekirdi. Bunun tarafsız ve en isabetli tercümesi herhalde şöyle olurdu: “Hıristiyanlık ve Musevîlik Afyondur” veya “Bazı Dinler Afyondur”.
Hem zaten Marks, henüz tatbik sahası bulmamış-ken, kurmuş olduğu sistemin en iyi olduğu hususun-daki iddialarında, çömezlerinden sağlam ve şaşmaz bir iman bekliyordu. Bu durumda bizzat Marks’ın kurduğu sistemin yine bir inanca dayalı olması bizlerin din kavramından bütün inanç sistemlerini anlamamıza müsaade etmeyecektir. Aksi takdirde Marks kendisiyle çelişmiş duruma düşecektir.
Aşağıdaki misal bu hususu açıklığa kavuşturması bakımından önemlidir. Memleketinde sadece zehirli mantar yetişen bir ilim adamının “Mantar Zehirlidir” ifadesini ele alalım. Buna mukabil yurdunda zehirli mantar yetişmemiş ve ayrıca bu mantarın halkın gıdası olduğunu bilen bir mütercimin halini düşünelim. Şimdi mühim bir soru ortaya çıkmaktadır. Acaba bu ifadeyi kendi diline tercüme edecek bu mütercimin, halkın gıdası durumunda olan mantarı kendinde olmayan kusurlarla suçlayarak bu insanların kafasına sebep olacak yanlışlıklar yapmaya ne derece hakkı vardır. Yine acaba zehirli olmayan bir şeye zehirlidir, demek ne derece ilimle, insafla ve tercüme tekniğiyle bağdaşır
Bu ifadenin tarafsız ve en isabetli tercümesi şöyle alabilirdi: “Bazı mantarlar zehirlidir”. Şayet yine bu cümle halkın kafasında bir takım karışıklıklara yol açacaksa, o zaman bu ifade metnin ruhuna uygun niyetine en münasip tarzda dile getirilebilirdi. Mantar Zehirsizdir. Zira mantar zehirlidir diye kendi açısından ne ölçüde haklıysa, mantar zehirsizdir diyen bir kimse de yine en azından onun kadar haklı olacaktır.
Bu çeşit konularda bize yardımcı olacak bir hikaye naklederler. Hikmet arayan talebelerini, filozof hocaları iki gruba ayırır ve bir heykele zıt isti-kametlerden yaklaşmalarını ister. Daha sonra fikirlerini sorar. Heykelin teferruatına daha inmeden ilk cümlede anlaşmazlık baş gösterir. Bir grup heykelin altın olduğunu söylerken, diğer grup gümüş olduğunu iddia eder. Sonsuza kadar devam etme istidadı gösteren bu münakaşayı hocaları yanda kesip her iki gruba diğer cephesiyle heykeli görmelerini tavsiye eder. Meğerse heykel çift yüzlüşmüş ve her iki grup da haklıymış.
İnsanlar kendi bakış açılarına göre hükümler verirler. Bu hükümlerin diğer bakış açılarına göre eksik veya yanlış olması her zaman mümkündür.
Biz bu hususta mantık tarihinde klasikleşmiş bir misalden ayrıca yardım görebiliriz: Avustralya kıtası keşif olununa kadar bütün kuğu kuşları beyaz olarak biliniyordu. Ancak Avustralya kıtasının keşfinden sonradır ki, siyah kuğu kuşlarının var olduğu gerçeği ortaya çıktı. Şimdi kıtanın keşfinden önce bir tabiat bilgininin kuğu kuşların ancak beyaz olabileceğini iddia etmekte ne kadar hakkı var idiyse, bir Avustralyalı’nın da kuğu kuşlarının yalnız siyah olabilceğini savunmakta o derece haklı olacaktı.
Münferit bir tabiat vakıasında bile zıt aynı doğruluk derecesine sahip iken ve hiçbiri bir diğerini nakzetme hakkını kendinde bulamaz iken,nasıl olur da henüz sınırları bile tesbit edilememiş ve hatta birinin prensipleri bir diğeriyle çelişir durumda olan bir “sosyal müessese” hakkında bu kadar kesin genel geçer bir hüküm verilebilir ve bunun doğru olduğu iddia edilebilir.
Afrika’daki zencinin, Amerika’daki kızıl derilinin, bir Hıristiyanın, bir Musevînin, bir Budistin, bir Taoistin vb.’nin “din” kavramından anlayacağı başka başka şeylerdir. Bir de buna mezhep farkları ilave edilirse, sanki yeryüzünde yaşayan insan kadar görüş ayrılığının mevcut olduğu fikri ağırlık kazanır. Bu durumda tabiat ilimlerinin konuşmadığı kadar kesin bir dille konuşmaya kalkmak, en azından İlmî düşünceyle çelişecektir. Tabiî bu yanlışlar, kendi üniteleri içinde kalmayacak, daha başka yanlışlıkları hazırlayacaktır.
Netice olarak mesele şudur: ‘’Din Afyondur” badesini olduğu gibi Türkçe’ye aktaranlar, “din” kavramından nelerin kastedildiğini, buna karşılık Türkiye’de neyin anlaşılacağını hesaba katmak mecburiyetini kendilerinde duymalıdırlar. Bur sağlam düşünce yapısına sahip olmanın, tarafsız kalmanın ilk merhalesiydi. Hakikati arayan bir kimsenin önüne çıkmış bir fırsat idi. »
Ali Murat Daryal – İslamda İbadetlerin Sosyo-Psikolojik Temelleri
0 Yorumlar