Her insanda iki âkile kuvveti vardır. Birisi dimağda diğeri de kalbdedir. Demek ulemânın, akıl dimağdadır, yok efendim akıl kalbdedir şeklindeki ihtilafları mücerred sûret ve lafzî nizadan ibarettir. Demek iki görüş de haktır.
1-İnsan ve hayvanlarda olan nefs-i nâtıkanın göz, kulak, burun, el gibi aletleri vasıtasıyla görmek, işitmek, koklamak ve tutmaktan ibaret akıl dimağdadır. Dimağa aksedip sûretlenen nakışlar ve İlmî meselelere his ve hareket cihetiyle ilm-i muamele denilir. Bu ilim beden ve azalara aid bölümse, ona ilm-i zâhir denilir. Eğer aynı ilim, aynı hislerle ve idrakle kalbe, ruha aid ise ona da iim-i bâtın denilir. Kalb-i İnsanînin âkile küvetinin aynasında her iki cihetle ilim sûretlenirse yahud ilham olarak bilinirse, ona da ilm-i mukâşefe ve ilm-i hakîkat denilir.
Nefs-i nâtıka maddenin dış tarafını zâhiri duyuları ile hissettiği gibi hiss-i müşterek, vehmiyye, mutasarrıfa, hayaliyye yahud musavvire ve hâfize kuvvetlerinin vasıtasıyla maddenin iç tarafını idrak eder. Ancak insanın bâtınî duyuları daha mükemmeldir. Bu duyularla nefs hissedip idrak ettiği eşyanın aleyhinde olduğuna inanırsa onu defeder; lehinde olduğuna inanırsa onu celbeder. Defetmek gazab kuvvetiyle, celbetmek şehvet kuvvetiyledir. Bu kuvvetler fen, matematik, fizik, tarih gibi ilimlerin tekrarlanması yahud tecrübe, çevre ve muhit vasıtasıyla çalışıp kemil bulur. Ciddi çalışmak yani muharrike kuvvetini müdrike kuvvetinin emri altında çalıştırmak sûretiyle insan maksadlarına kavuşur.
Tavuk bâtınî histeriyle çaylak ve doğan kuşundan, kuzu kurttan korktuğu gibi, insan da yalnız kaldığı zaman, cinden, şeytandan, vehmî kuvvetinde resimlenmiş efsanevi cisimlerden korkar; suçlu olduğu vakitte polis ve bekçiden korkar. Bu korku mutasarrıfa kuvvetinin yahud vehmî kuvvetinin ters çalışmalarıyla meydana gelir. Bu korkuyu yenebilmek için âkile kuvvetini çalıştırmak isteyenin, istiâze ve dualara çok önem vermek şartıyla kâmil insanın eli altında olması lazımdır. Çünkü insan yalnız kaldığı zaman hissettiği korkunun, vehimden mi, yoksa cin ve şeytanlardan mı olduğunu ayırt edemez. Ancak kalbdeki âkile kuvveti çalışırsa insan bu tuzaklardan kurtulmuş olur, *“Ey Rabb’im! Korkaklık ve cimrilikten San’a sığınırım.” şeklinde istiâzeler, hadîs-i şeriflerle emrolunmuştur. Korku ve cimrilik olduğu müddetçe insan hak ve hakîkatleri göremez, dolayısıyla vehmin tuzağında kalır. Ebû Cehil gibiler vehmin zehirinden dolayı Habîb-i A’zam’ın azametini ve yüce ahlakını, risâletini görmediler. Nitekim*“…(Habîbim) Onları Sana bakar gibi görürsün, halbuki onlar (Seni) görmezler.” [El-A’râf 198] mealindeki ayet-i kerîme bu hakîkati tasrih etmiştir.
2-Kalbdeki rûhânî âkile kuvvetidir. Bu kuvvetin mahalli kalbdir. Yukarıda tarif ettiğimiz zâhirî ve bâtınî duyularla bunun alâkası da yoktur. Zira kalbdeki âkile kuvvet müstakil olarak yaratılmıştır. Doğrusu dimağdaki akıl yahud nefs, nefs-i nâtıkanın kızı olduğu gibi, bu da ruhun oğludur. Bu kuvvet, maddenin ötesini idrak etmeye kabiliyetlidir. Bu kuvvet merhamet sıfatıyla karaciğerde, şefkat sıfatıyla dalakta, muhabbet ve aşkıyla da akciğerdedir. Nitekim İmam Buhâri’nin rivayet ettiği hadîs-i şerifte de:
*“Şübhesiz akıl kalbdedir, merhamet karaciğerde, şefkat ve esirgeyiş dalakta, nefâset (nefsin aşk ve muhabbeti) akciğerdedir.” buyrulmuştur. Hazreti Ömer ve emsali gibi zevat, bu aklın kuvvetiyle Peygamber’e baktılar, risâletini sezdiler, ona iman ettiler. Hatta siyer kitabında meşhurdur ki, Hazreti Ömer’in akciğerlerindeki aşk ve muhabbetten dolayı yanıklık kokusu ağzından hissedilirdi.
Beyazıd-ı Bestâmî bir gün cemaatine: “Kim beni görürse, dünyada kalb gözüyle, ahirette de maddi gözüyle Allah’ı görecektir.” demiştir. Kendini bilmez bir âlim itiraz babından: “Ebû Cehil Peygamberi gördü, lâkin kendisi ne dünyada kalbiyle ne de ahirette gözüyle Allah’ı görmeyecektir.” deyince derhal Beyazıd: “…(Habîbim) Onları Sana bakar gibi görürsün, halbuki onlar (Seni) görmezler.” mealindeki ayeti okumakla onu susturmuştur.
Birinci aklın tarifi: Akıl, insanın dimağında fıtraten mevcud bir melekedir. Allah Teâlâ onu her insana emanet olarak vermiştir. Ki insan da onunla nazarî ve İlmî meseleleri idrak etsin. Aslında bu idrakle insan hayvandan ayrılır. Çünkü hayvandaki sevk-i tabiî ile adlandırılan idrak kâmil değildir ve akıl da değildir, vehimdir, fakat sûreten vehmî kuvvetleri insanın müdrike kuvvetine benzerdir. Evvelden de demiştik ki, insanın dimağında idrak aleti olarak şerbet gibi mündemiç vehim ve idrak vardır.
İnsanın bu idrakine işareten:*“Akıllı odur ki tevazu ile nefsi alçalır. Ve ölümden sonraki (azabdan sakınmak, cennet nimetlerini kazanmak gibi) şeyler için çalışır.” buyrulmuştur.
İkinci aklın tarifi de şöyledir: Akıl, bedenin haricinde dimağa akseden bir cevher-i nûrânîdir. İnsanın nefsinin aynasına, yani müdrikesine aksederse insan gerekli ilimleri, fen ve sanatın inceliklerini kavrar. Kalbe aksederse mezkur sezgiyle birlikte her bir zerreden ayrı ayrı ibretler alır.
Şu halde,*“Sîzler birisinin aklının ukdesini bilmeden onun müslümanlığını tastam beğenmeyin.” mealindeki hadîs-i şerîf de aklın bu mertebesine işaret etmiştir. Aslında bu aklın kemli, latîfeler yükselip kalb makamına ulaştıkları zaman tezahür eder. Bu aklın oluşunun alâmeti de özü konuşmak ve sözün birleşmesidir. Bu akıl sahibi ümmî de olsa âlim de olsa, yüzde doksan dokuz sözü gayrına tesir eder, hatta kalbinden çıkan şimşekler nefsin tüm arzularını yakıp yok eder.
*“Tedbir gibi akıl yoktur. Haramdan sakınmak gibi vara yoktur. Güzel ahlak gibi haysiyet ve şeref yoktur.” buyrulmuştur. Tîbî: «Tedbirden maksad, akl-ı matbû’*»; Kayseri Isa: «Rûhânî hataradır.»» dediler.
Yani hadis şârihleri bu tedbirden maksad, beden şehrine tam hâkim olan akıldır demek istiyorlar. Nitekim bu hüküm şu hadîs-i şeriften anlaşılmıştır:
*“Tam akıllı odur ki, tevazu ile nefsi alçalır ve ölümden sonraki (azabdan sakınmak, cennet nimetlerini kazanmak gibi) şeyler için çalışır. Aciz de odur ki nefsini hevâsına tâbi kıldığı halde Allah’tan iyi maksadları arzular.” buyrulmuştur. Bu hadîs-i şerîften, tedbirin önemi, acizlik ve tembelliğin zararları da anlaşılmaktadır.
DİMAĞ VE KALBİN MÜDRİKELERİNDE İLMÎ MESELELER SÛRETLENİR
Çalışmak, tecrübe, tekrarla dimağ ve kalbin âkile ve müdrike kuvvetlerinde İlmî meseleler sûretlenir; tıbkı bir aynada insanın aksi sûretlendi-ği gibi. Herkes birin ikinin yarısı olmasını, bir şeyin varlığı ve yokluğunu, var ise var olanın kadîm ve hâdis olmasını her iki itibarla garîzi aklıyla bilir. Zâhirî veya bâtınî duyularıyla zârûrî olarak sezilenleri idrak eden bir insan, akıl sahibidir demektir. Bu akıl -kayd deveyi kaçmaktan menettiği gibi- sahibini şer ve fenalıklardan meneder. Demek akıl nefsin kelepçesidir. Her şey akla muhtaç ise, akıl da tecrübeye muhtacdır, onunla çoğalır. Tecrübeler veya tekrarlar azalırsa akıl da azalır. Bu sûretle çoğalan akla akl-ı iktisâbî denilir. Binaenaleyh tecrübe aklın aynasıdır; mümâreset kurucusudur; zaman ve imkan ise onun değerlendiricisidirler.
Tecrübeye binaen kazanılan iktisâbî aklın semeresi fikirdir. Zâhirî ve bâtınî duygular haricinde nefs-i nâtıkada sûretlenen İlmî meseleler fikirdir, akıl değildir. Zira akıl, dimağa nazaran nefsin, kalbe nazaran da ruhun ilmi kazanmasına alettir. Fikirse aklın ayırt edici mümeyyize kuvvetidir. Şu halde akıl yalnız hissedilenleri zorluksuz; fikir ise hem hissedilenleri hem de meşhûdâtı zorluğa katlanarak tertib ve tedriçle idrak eder. Bu izahtan fikirle akıl arasındaki fark anlaşılmıştır, ister mahalli dimağ ve ister mahalli kalb olan âkile kuvvetinin çalıştırılmasında birçok usuller vardır. En mühimlerini aşağıda beyan ediyoruz. Bu usullerin tatbik edilmesiyle fen, sanat ve ilmî meseleler dimağda sûretlenir.
1-Aklın birinci tavrında yani birden yedi yaşa kadar iradesi olmadığından idraki zayıftır, dolayısıyla her gördüğü sûretten müteessir olur.
Bu devrede vehmî ve hayalî sözlerle çocukları korkutmamak şarttır. En doğru mukaddimelerle gücüne göre çok az, tek tek cümlelerin telkiniyle dimağ çalışır. Ve telkin edilen kelimeler bir karikatür olarak çocukların dimağında resimlenir. Öyleyse çok faydalı sözleri telkin etmek lazım. Özellikle korkutmamak, vesvese verici her olaydan korumak şarttır. Aksi takdirde vehmî ve hayalî sûretler, efsanevi hikayeler dimağda yerleşir. İnsan büyüdükten sonra da onun tesirinden kurtulamaz. Bu hikmete binaendir ki Rasûl-u Muhterem: “İlk olarak yavrularınıza “Lâ ilâhe İllallah”ı öğretin.” buyurmuştur. Bunda iki hikmet var:
a-Bu mübarek kelimeyle şeytan vesvese verici hisleri istila edemez. Dolayısıyla çocuk büyüdükten sonra ya kalbinde hiç vesvese ve korkaklık yoktur, ya da hasbe-i beşer olsa da azdır.
b-Bu kelimenin manası: “Allah’tan başka tesir verici, öldürücü, korkutucu, kurtarıcı maksad, gaye, tapınak yoktur. Öyleyse izni olmaksızın hiçbir şey aleyhte veya lehte tesir edemez.” Bu mana çocuğun dimağında yerleşti mi, korkaklık onda tesir etmez, zihni saf kalır, ileride günah işlemez. İşte bu hikmete binaendir ki, hatta gayrı müslim bile, doğan çocuklarını salih bir zâtın yanına götürerek sağ kulaklarında ezanı, sol kulaklarında ikâmeti okuttururlar. Umulur ki çocuklara musallat olacak cinler, şeytanlar kaçar ve vehmî kuvvetleri de bilahare akla galebe çalmaz.
2-Her şeyden müteessir olan akıl, yedi yaştan itibaren on dört veya- hud on beş yani erginlik yaşına kadar kendisinde mevcud nizâ’ kuvvetine binaen his ve müşahede ettiği her şeyde sebeb ve hikmetleri, işin neticesini anlamak ister. Hâfize kuvveti yavaş yavaş çalışır. Bu sırra binaendir ki çocuklar, bayağı büyük adam kadar itirazda bulunurlar. Bu devrede dimağın çalışması için çocuklara, her bir ilmin başlangıcı, az öz konuları telkin edilir. Kur’ân’ın kısa sûreleri, ayetleri ve en mühim ilmî meselelerini hafızalarına nakşetmekle hafızaları çalışır. Bu İlk öğretimde hayalleri zayıflatmak ve hâfize kuvvetlerini çalıştırmaya önem vermek lazımdır. Aksi takdirde hayalî kuvvet güçlenir, iradelerini zayıflatır. Bu takdirde idrak ve sezgi kabiliyetleri ölüverir. Bu iki devrede bedenî eğitimlerinde, oyun meydanlarında onları serbest bırakmak gerekir. Çünkü beden bununla kemil buluyor. Ancak fıtratlarındaki kabiliyetlerinin hangi mesleğe daha fazla meyilli veyahud hangi İlme kabiliyetli olduklarını kontrol ve teşhis etmek lazımdır, ilm-u terbiyet-il-etfarde bu konu çok mühimdir. İleride bu hususta az geniş malumat verilecektir. Bu devrede şunları öğretmek lazım:
a-Kelime-i şahadet, “Âmentü” manası, çok az ve öz Itlkadî meseleler, çocuk ilmihali öğretilir. Zemahşerî diyor ki: Birgün babasını döven birisini gördüm; kınadım ve ona bağırdım. O da şöyle dedi: Bırak üstad, küçüklüğümde o beni edeblendirmedi, bunun için onu büyüklüğünde ben edeblendireceğim, buna mecburum.
b-Kur’ân’ı öğretmek… Fransalı Levy diyor ki: Kur’ân’ı Arabca olarak okumakta göz merceğinin tedavisi olduğu gibi layıkıyla telaffuz edilmesi de dildeki peltekliği gideriyor. Bu meziyet hiçbir dilde yoktur.
c-Ahlak, İslâmî edeb ve siyer ilimlerini kısaca öğretmek lazımdır.
d-Vatan ve muallimlerin sevgisine sebeb olabilecek, tarihten kısa maceraları öğretmek;
e-Devlet ricâlinin sevgisini de öğretmek gerek. Bu esnada ayrıca çocuğun kabiliyeti, neye meyilli olduğu kontrol edilir. Artık en çok meyli neye ise onunla dimağının açılması şübhesizdir.
3-On dört – on beş yaşlarından itibaren çocuklardaki şehvet ve gazab kuvvetleri kemiyetten keyfiyete geçer, hayal zayıflar, müdrike ve âkile kuvvetleri, hatta muharrike kuvveti fiile geçer. Yirmi bir yaşına kadar bunlar tastam tekâmül eder. Bu devrede gittikçe hâfize zayıflar. İrade kuvveti ve muharrike fiile geçmekle akıl, haricî müessirlerin tesirinden kendini kurtarmak ister. Evvelki devrelerde terbiye ne kadar kuvvetliyse burada o kadar güzel semereler verir.
4-Daimi bir işte veya ilimde çalıştırmak kaydıyla hâfize ve zâkire, musavvire ve hads kuvvetlerinden faydalanarak bu devrede çocuklara birçok şeyleri ezberletmek lazımdır. Burada dimağın çalıştırılmasında en büyük vesile, yumurta, kuru üzüm gibi gıdalarla bedeni beslemek ve birçok ilmî meseleleri tekrar ezberlemek şartıdır. Sanatta ise tecrübe, ilimde ise tatbikat da şart koşulmuştur. Yani işi nazarîde bırakmayıp öğrenilen meseleleri fiilen tatbik etmek gerekir. Arab şairi şöyle der:
*”Âfatsız olarak kişinin ömrü uzarsa
Günler onu tekrarlamakta akla fayda verir.”
Demek istiyor ki herhangi bir hastalık veya sakatlık olmaksızın ömür uzadıkça ilmî meselelerin tekrarında zaman akla değer kazandırır.
5-Fiilî tatbîkatlarla bilgiyi artırmak için tecrübelere başvurmak lazımdır. Arabcadan bir şiir:
*”Görmez misin ehline akıl ne büyük ziynettir
Amma ve lâkin aklın tamamı uzun tecrübelerledir.”
Yani tecrübelerle tatbik, aklı çoğaltır demek istiyor.
6-On dört – onbeş yaşlardan İtibaren hatta on iki yaştan itibaren çocukların tecrübeli ihtiyarların ilmiyle amel edip âlimin sohbetini dinlemeleriyle dimağları çalışır. Aslında bunun gibi dimağ çalıştıracak hiçbir vesile yoktur. Nitekim bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmuştur:
*“Âlimlerden sorun, büyüklerle oturun, hikmeti bilenlerle de istişare ederek danışın.”
7-On dört – on beş yaştan yirmi bir yaşına kadar gazab ve şehvet kuvvetlerini terbiye ile dizginlemek şartıyla dimağ çalışır. Hukema demişlerdir ki: “En zeki insanda bu iki kuvvet en fazladır.” Öyleyse insanı en yüksek yerden en aşağı mertebeye düşüren gazab ve şehvet kuvvetidir. Öyle ya gazabın aşırısı kan dökmektir; bu hapiste çürüttürür. Şehvetin aşırısı nefsi alabildiğine salıvermektir; bu da ya tımarhanede ya da hastahanede öldürtür.
8-Keskin aklın yuvası sıhhatli bedendir. Öyleyse sıhhati korumak da ayrı olarak dimağı çalıştırır.
9-Müzakere, mütâlaa ile dimağı çalıştırmak gerekir. Müzakere, samimi arkadaş bulup onunla kitabı sayfa sayfa ikişer üçer kere dinlemek ve dinletmektir. Müzakere ezberlemek ve mütâlaadan daha güzeldir.
10-Tembellik, usanç ve bunalım zamanlarında başkalarıyla konuşmak ve iradeyi tahrik etmek lazımdır. Bununla dimağın güzelce çalışmasında hukema ittifak ettiler. Zinhar! Müzakereciler biri erkek biri dişi olmasın, bu beladır.
11 –Açık hava, vakti muayyen programla değerlendirmek, müzik ve edebiyat da aşırı olmamak şartıyla dimağı çalıştırır.
12-Ana baba, muallim ve üstadların nasihat ve telkinlerinden öfkelenmek dimağın çalışmasına engeldir.
13-Lezzetlere dalmamak, yemek içmek ve havalanmakta vasat hale riayet etmekle dimağ çalışır.
Buraya kadar anlatılan şartlar, dimağdaki âkile kuvvetinin çalışması için lüzumlu şartlardır. Bu şartlara ne kadar riayet edilirse o kadar dimağ çalışır. Bundan sonra anlatacağımız şartlar ise kalbdeki âkile kuvvetinin çalıştırılmasının şartlarıdır. Aslî maksad ilim de değil, dimağı çalıştırmak da değil; bunlar hep vesilelerdir. Aslî maksad, kalb aynasının yüzündeki lekeleri silmekle hak ve hakikatleri müşahede etmektir.
14-Büyük ve küçük günahlardan ibaret fısk ve isyanı terk etmektir. Bunların arzusu bile yüreğin içerisinde dolaşırken, kalbi insaniyenin âkile kuvveti müteessir olur. Toprak maddi göze girmekle ne kadar tesir ediyorsa, fısk ve isyan da kalbin âkile kuvvetini o kadar mutazarrır kılar. Aslında ilm-i nâfi* kalb-i İnsaniyenin âkile kuvvetinde resimlenir. Onun için Rasûl-u Muhterem bizlere öğretmek babında şöyle dua ederdi:
*“Ey Allah’ım! Yaşarmaz gözden, doymaz mideden, korkmaz kalb- den, faydasız ilimden San’a sığınırım. Allah’ım nefsime takvâsını ver ve onu temizle. Sen onu temizleyicilerin en hayrlısısın. Sen Velî’si ve Mevlâ’sısın.” buyurmuştur. Ayrıca şöyle buyurur:
*“İlim ikidir: Kalbde bir ilim vardır; işte ilm-i nâfi’ (en fayda verici) de bu ilimdir. Öbür ilim de dil üzerindedir. İşte bu da Allah Teâlâ’nın Âdem oğulları üzerindeki hüccetidir.” Bu hadîs-i şerifteki “faydalı ilim”den maksad, kalb-i insaniyenin içinde yani âkilesinin aynasında resimlenen sûretlerdir. Bu süratlenen ilim, kimisine yazı satırları gibi yahud karikatür gibi şekil olarak görülür. Bazılarına her iki sûrette de görülür. Ancak bu ilim satırlardan değil, göğüslerden göğüslere, kaibden kalblere naklolunur. Nitekim birçok zevat:
“İlim göğüste olandır. Satırlardan olan ilim ilim değildir.” demişlerdir. Bu manada: * “Allah Teâlâ göğsüme neleri akıtıp döktüyse, şübhesiz ki Ben de onu Ebî Bekr’in göğsüne akıtıp döktüm.” mealindeki haber vârid olmuştur. Bundan dolayı ehii hadis bu habere mevdû’ dediler. Bu haber mevdû1 ise de guğüsten göğüse gelen ilim başka delillerle müsbettir. Her nasıl olursa olsun bu ilme ilm-i mükâşefe denilir; takvâdan başkasıyla müşahede edilmez. Demek birinci şartı takvâdır. Takva büyük ve küçük günahları terk etmekten ibarettir.
15-Zikir,salavat, dua ve istiâzelere sarılmakla kalb çalışır. Nitekim ayet-i kerîmede:*“Ben’i anın ki Ben de sîzi rahmetimle anayım…” [El-Bakara 152] buyrulmuştur. En çok kalbî zikir fayda verir.
16-Sırrı muhafaza etmekle kalb çalışır. Yani olur ki insan zikrettiği zaman Muhabbet, Şevk, Rıza, Kabz, Bast, Mahuv, Sahuv, Heybet, Uns, Fena, İntifâ’, Levâmi’, Tevâli’, Levâih, Revâih, İstinar, İstitar gibi haller nasib olur. İşte bunları gizlemek şartıyla terakki olunur. Bunlar beşaret içerisinde ehli olmayandan gizlemek şartıyla işaretle ifade olunurlar. Okuyucu bu kelimelerin manalarını bizden isteyebilir. Bu takdirde Ma- sum-u Rabbânî’nin diliyle SER BİDEHEM SIR NEDEHEM “Kelle veririm sır vermem.” denmiştir ki, sâlik ya mahremdir ya mahrumdur vesselam. Ashab da bu ilmi sarahaten rivayet etmediler. Evvelden beyan etmiş olduğumuz zâhir ve bâtın ilimlerinden ibaret ilm-i muamelenin içinde gizlediler bunu… Fakat var olmasına şu hadîs-i şerif de işaret etmektedir: *“Nur kalbe girdiği zaman kalb genişler.”
17-Şeriat ilimlerinin tayin ettiği ameli işlemekle kalb çalışır.
*“Her kim öğrendiği ilmiyle amel ederse, Allah Teâlâ onu bilmediği ilimlere mirasçı kılar.” buyrulmuştur.
18-Kula ve Allah’a karşı kemâl-i samimiyetle riyazet etmekle kalb çalışır.* “Her kim kırk gün samimiyetle saflık ederse, Allah Teâlâ da kalbinde hikmet çeşmeleri fışkırtır; dili üzerinde akar.” buyrulmuştur.
19-Münkirlerin telkinlerinden, dahilî ve haricî vesvese ve efsanevi şeylerden sakınmakla kalb çalışır. Hadîs-i şerifte de:*“Sana şübhe vereni terk et, şübhe vermeyene yönel.” buyrulmuştur.
Netice-i meram, dimağ ve kalbdeki âkile kuvvetlerinin çalıştırılması için ehli tasavvuf, fıkıhçılar, tefsirci ve hadisçiler muayyen yollar, usuller, ortaya koymuşlardır. Bu yolların bir kısmının özetlerini “İnsan ve Vazifesi” adlı eserimizde beyan etmişizdir. Bu eserde ise apayrı bir yol takib ediyoruz. Şöyleki bir genç buraya kadar bu eseri okur, nefsânî, aklî ve kalbi hislerini çalıştırır, dînî meselelerini araştırır. Burada Allahtan umarım ki kat’î bir sûretle okuyucu yazarından daha fazla kendini tanımış olur, öyleyse aklına şu soru gelir: Bedenî, rûhî, ferdî ve ictimâî vazifelerim nedir? Tatbîkâtım nasıl olmalıdır? İşte bundan sonra eserin sonuna kadar bu vazifeler beyan olunur, Tevfîk ve inayet Allah’tandır.
İsmail Çetin – Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.181-189
0 Yorumlar