İlmi İhtilaflar ve Fıkhî Görüşler Hakkında
Paylaş:

fikih-ihtilaflari İlmi İhtilaflar ve Fıkhî Görüşler Hakkında

“İlmi ihtilaflar ve fıkhî görüşler / ictihadlar bazı kimseler tarafından, Allah Teâlâ’nın dininde ileri sürülmüş ‘şahsi görüşler’ olarak değerlendirilir. İctihadların birden fazla olması ve birbiriyle ihtilaflı bulunması onlara göre bu sebeptendir.

Hatta bazı kimseler fıkhî ihtilafları, Kitab ve Sünnet’ e alternatif olarak ortaya konulmuş, dolayısıyla Müslüman tarafından duvara çalınması, uzak durulması, terk edilip Allah’ın Kitabı’na ve Resulü’nün Sünneti’ne rücu edilmesi gereken ‘yeni bir din’ olarak tasavvur ederler.

Taassup sahibi bazı kimselerin, söz konusu görüşlere/ictihadlara olduğundan fazla değer vermek, onlara sarılıp diğerlerini reddetmek şeklinde tezahür eden tutumu da bu hatalı düşüncenin insanlarda yer etmesine yardımcı olmaktadır.” (S.17)

“Dinlerinde, Rablerinin Kitabı’ndan ve Nebilerinin Sünneti’nden imamları tarafından çıkarılmış hükümlere ittiba eden avam ile dinlerinde ruhban ve ahbarlarının – Allah Teâlâ’nın emrine aykırı- nefsi görüşlerine uyan Ehl-i Kitap arasında bu noktada büyük bir fark vardır.

Allah Teâlâ, imamlarının istinbat ettiği hükümlere uyanlara hitaben ‘Bilmiyorsanız zikir ehline sorun’ (en-Nahl Sûresi, 43) diye emir buyurmuşken, diğerlerinin durumunu ‘Allah’ı bırakıp ahbar ve ruhbanlarını rabbler edindiler’ (et-Tevbe Sûresi, 31) buyurarak ifşa etmiştir.

Nitekim Hz. Peygamber (sav), Adiyy b. Hatem et-Tai huzuruna girdiğinde bu ayeti okumuştu. Adiyy diyor ki: ‘Onlar bunlara kulluk etmiyorlar!’ dedim. Resulullah (sav), ‘Evet, ediyorlar. Ahbar ve ruhbanları onlara helali haram, haramı helal kılıyor; onlar da bunlara tabi oluyor. İşte bu, onların bunlara kulluk etmesidir’ buyurdu.’ Bu sebeple ulema, ‘ictihad’ı; ‘Şer’î ahkâmı şer’î delillerden çıkarmak için bütün gayretini sarf etmektir’ diye tarif etmiştir. Bunun yanında ictihad için dakik birçok şart da öngörmüşlerdir ki, ehil kimselerden başkası bu kapıdan girmesin.” (S.18-19)

Söz konusu şartlar Usul kitaplarında ayrıntılı olarak zikredilmiştir…

Seleften ve haleften bu Ümmet’in çoğunluğu fıkhî ihtilafların hakikatini anlamış ve ihtilafların durumunu izah ve hakikatini beyan eden, ihtilaf ettikleri ahkâm konusunda imamların kınanmaması gerektiğini ortaya koyan pek çok kitap telif edilmiştir.

Bu söylediklerimizin doğruluğunu ispata, Tabiun zamanında Medine’nin alim ve fakihi olan İmam el- Kasım b. Muhammed’in şu sözü yeter: “Allah Teala, Hz. Peygamber (s.a.v)’in ashabını amellerinde ihtilaf etmekle menfaatlendirmiştir. Onlardan her biri, yaptığı amelde genişlik bulunduğunu ve kendilerinden daha hayırlı olanın da o şekilde amel ettiğini bilirdi.”

Ömer b. Abdilazîz (r.a)’m şu sözü de aynı istikamettedir: “Hz. Peygamber (s.a.v)’in ashabı ihtilaf etmemiş olsaydı, bundan hoşnut olmazdım. Çünkü bir tek görüş- le amel etme mecburiyeti olaydı insanlar sıkıntıya düşerdi. Sahabe, insanların kendilerine uyduğu imamlardır. Bir kimse onlardan birinin görüşüyle amel edecek olursa, kendisi için genişlik olur.”

Allame ed-Dihlevî (rh.a) fıkhî ihtilafların tabiatını açıklarken şöyle der: “Fukaha arasında cereyan eden ih-tilaflar, özellikle de Sahabe’nin görüş beyan ettiği hususlar çoğunlukla ikili olur. Teşrik tekbirleri, Bayram namazlarındaki tekbirler, ihramlının nikâhı, Ibn Abbâs ve İbn Mes’ûd’un teşehhüdleri, imamın açıktan okuduğu namazlarda Besmele’nin ve “âmîn” lafzının gizli söylenmesi, kamet cümlelerinin ikişer ikişer veya teker teker söylenmesi… gibi. Fıkhî ihtilaf, (bu ve benzeri mesele-lerde) iki görüşten birini almaktan ibarettir.

“Selef, bütün bu hususlarda mevcut kavillerin herhangi birisiyle amelin meşruiyetinde değil, iki seçenek¬ten evla olanın tercihi konusunda ihtilaf etmiştir. Kurra’nın11 Kur’an kıraatlerindeki ihtilafı da buna benzer.

“Ulema bu sahada ihtilafın sebebi üzerinde dururken, çoğu kere Sahabe’nin ihtilafına atıf yapar ve onların tamamının hidayet üzere bulunduğunu vurgular. Bu se-beple ulema öteden beri, ictihadî meselelerde müftülerin (farklı mezheplerin ictihadlarına göre verilen) fetvalarını ve kadıların (yine bu tarzdaki) kazalarını caiz görmüş, kimi zaman mezheplerine aykırı hükümlerle amel etmiştir.

İleride gelecek olan “Fıkhî İhtilafların Hükmü Ve Ulemanın Bu Husustaki Tutumu” ara başlığı altında bu hakikat üzerinde daha fazla izah ve beyanla durma imkânımız olacak…

Fikhî Ihtilafların Kaynağı

Fıkhî hükümlerdeki ihtilaf, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) zamanında yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayan “ahkâmda ictihad” olgusundan kaynaklanmaktadır. O dönemde ictihadın çok yaygın olmaması, Hz. Peygamber (s.a.v)’e inmekte olan vahyin insanları ictihaddan müstağni kılmasıydı.

“Hz. Peygamber (sav) vefat ettikten sonra Sahabe’nin (Allah onlardan razı olsun) çeşitli merkezlere dağılmasıyla birlikte ictihad dairesi de genişlemeye başladı.

Vahyin kesilmesi ve Sahabe’nin çeşitli yerlere dağılmasıyla şer’î hükümlerde ihtilafın çerçevesinin genişlemesi tabiîdir. Zira fıkhî ihtilaf olgusu iki esasa dayanır:

1. Şer’î nassların farklı anlaşılmaya ihtimalli yapısı.

2. Anlayış ve değerlendirme tarzlarının farklılığı

Allah Teâlâ’nın şer’î meselelerde hikmeti, Kur’an ve Sünnet naslarının pek çoğunun birden fazla şekilde anlaşılmaya ihtimalli olmasını iktiza etmiştir. Kur’an-ı Kerim apaçık Arap diliyle inmiştir ve Arap dilinde lafızların ihtimalli yapısı herkes tarafından bilinen ve ikrar edilen bir husustur ki, Arap dili bu yapısıyla diğer dillerden ayrılır.

Tıpkı bunun gibi Allah Teâlâ’nın yaratışındaki hikmet de insanların akıl ve idrak bakımından farklı farklı olmasını iktiza etmiştir. Bu sayede varlık kemal bulur, insanların ilim ve akıl bakımından birbirlerinden temayüz etmesi ve birbirleriyle yarışması mümkün olur.

Akıl sahibi hiç kimse, bu iki temel hakikatin kaçınılmaz olarak görüş ve hükümde ihtilafa yol açacağından ve bunun kesin, bedihî bir netice olarak ortaya çıkacağından şüphe etmez.

Şimdi şu açık matematik denkleme bakalım:

1. Ihtimalli nasslar + Farklı anlayış tarzları ve aklî kapasiteler = Ihtilaf.

2. Kat’î nasslar + Bir tek anlayış tarzı ve aklî kapasite = Tek görüş.

Mezhep ve görüşleri birleştirmeye çağırma fikri muhtemelen bu iki temel hakikatten ve bu iki bedihî (açık) gerçekten gafil olma halinin doğruduğu bir sonuçtur. Görünüşte -nefislere hoş gelen- “vahdet-birlik” ve “tek görüş etrafında buluşma ve ittifak” adına hareket ediliyor olması da bu fikrin bazı kesimler tarafından benimsenmesini mümkün kılmaktadır. Ancak heyhat, heyhat !!!

Allah Teâlâ’nın mahlûkatta cari kıldığı hikmeti bu insanlar göremiyor. Allah Teâlâ dileseydi bütün insanları, düşünce ve anlayışta bir tek ümmet yapar, Kitab’ı da icmal ve ihtimale yer vermeyen (tümüyle) mübeyyen ve müfesser bir tarzda indirirdi!

Allah Teâlâ, kullarının kendisine ibâdet ettiği bu dinin hükümleri konusunda anlayış ve görüşleri birleştirmeyi dilese, bir yandan şer’î nassların yapısını değiştirir, diğer yandan da tek hüküm üzere ittifak etsinler diye insanların anlayış tarzlarını teke indirirdi.”

Örnek olarak 2/el-Bakara suresindeki şu ayeti ele alalım:

“Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç “kur’” beklerler.”[1]

Buna mukabil, aynı surede bu ayetten hemen iki ayet önce, “Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört “ay” bekleme süresi vardır”[2] buyurulmaktadır.

Allah Teala, ilk ayette “üç kur’” buyurduğu halde, diğer ayette “dört ay” buyurmuştur. Yine ilk ayette bekleme süresi “üç”lü, rakamla, ikinci ayette ise “dört”lü rakamla ifade buyurulmuştur. Bu rakamlar kat’î olup bilinen rakamlardır ve birden fazla anlama gelmezler.

Bu durumu, ilk ayette geçen “üç kur’” ile ikinci ayette geçen “dört ay” ifadesinin oluşturduğu manzara ile karşılaştırdığımızda şunu görüyoruz:

Ilk ayetteki “kur’” kelimesi, Arap dilinde birden fazla anlama gelmektedir. Buna mukabil ikinci ayette geçen “ay” kelimesi kat’îdir, birden fazla anlam ifade etmez.

Ebû Amr b. el-Alâ’[3] şöyle demiştir: “Kimi Arap kabileleri hayız dönemine kur’ derken, kimileri bu kelimeyi iki hayız arasındaki temizlik dönemini ifade için kullanır. Bir kısmı hem hayız, hem de temizlik süresine birlikte kur’ der.”[4]

Ebû Bekr Ahmed b. Ali er-Râzî el-Cassâs der ki: “Selef’in ittifakı sebebiyle “akrâ’” kelimesinin iki hususu, “hayız” ve “temizlik” dönemlerini anlatmak üzere kullanılması neticesi hasıl olmuştur.

Bu meselenin iki vechesi vardır.

“1. Bu kelime birden fazla anlama ihtimalli olmasaydı Selef onu iki anlama gelecek şekilde tevil etmezdi. Onlar lügate, isimlerin anlamlarının bilgisine ve ibarelerden elde edilen manalara vâkıf idiler. Onlardan bir kısmının bu kelimeyi “hayız”, bir kısmının “temizlik” olarak tevil etmiş olmasından anlıyoruz ki bu kelime her iki durumu anlatmak üzere de kullanılabilir.

2. Bu, onlar arasında yaygın ve bilinen bir ihtilaftı ve onlardan hiç biri, bu hususta karşıt görüşü benimsemiş olan muhalifini herhangi bir şekilde kınamamıştı. Tam tersine tarafların her biri, muhalifinin muhalif görüşü benimsemesini normal karşılamıştı.

İnceleyin:  Dört Mezhebden Birine Taklid Vacib Birinden Diğerine Geçiş Caizdir

“Işte bu durum, söz konusu kelimenin iki anlama da ihtimalli bulunduğunu ve meselenin ictihadî olduğunu gösterir…”[5]

Imdi, 2/el-Bakara suresinin 228. ayet-i kerimesinde geçen “üç kur’” ifadesinin anlaşılmasında görüşlerin farklılaşması ve aynı surenin 226. ayet-i kerimesinde geçen “dört ay” ifadesinin anlaşılmasında ittifak edilmesi tabii değil midir?

Bu hususta Imam el-Kurtubî şunları söyler: “Ulema “akrâ’”[6] kelimesinin anlamında ihtilaf etmiştir. Kûfeliler “O hayızdır” demişlerdir ki, Hz. Ömer, Hz. Ali, Ibn Mes’ûd, Ebû Musa, Mücâhid, Katâde, ed-Dahhâk, Ikrime ve es-Süddî’nin görüşü de bu doğrultudadır.

“Hicazlılar ise “O, temizlik süresidir” demiştir. Bu da Hz. Aişe, Ibn Ömer, Zeyd b. Sâbit, ez-Zührî, Ebân b. Osman ve eş-Şâfi’î’nin benimsediği görüştür.”[7]

Eğer Allah Teala bu meselede görüşlerin birleşmesini murad etseydi, 226. ayette “dört ay” buyurduğu gibi, 228. ayette de “dört hayız süresi” veya “dört temizlik süresi” buyururdu! Birden fazla anlama gelen bütün şer’î nasslar buna kıyas edilebilir…

Allah Teala’nın böyle murad etmiş olmasındaki hikmeti teyid eden hususlardan birisi de, şer’î nassların çoğunluğunun delaletinin zannî oluşudur. Allah Teala bununla sanki bir yandan görüşlerin ve anlayışların çeşitlenmesiyle insanlara kolaylık dilemiş, diğer yandan da akılların önünde geniş bir alan açmıştır ki insanlar Kelamullah’tan ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in sözlerinden istinbatta (naslann gizli mana ve hükümlerini açığa çıkarma) bulunsun ve çıkarılan hükümlerle (farklı tarzlarda) amel etsin!

Muhakkık alimler muhtelif bağlamlarda bu hikmetlere işaret etmiştir. Imam ez-Zerkeşî’nin aşağıdaki sözleri bu kabildendir:

“Bil ki Allah Teala, bütün şer’î hükümler için kat’î deliller tayin buyurmuş değildir. Aksine, şer’î delilleri(n bir kısmını) kasden zannî kılmıştır ki, mükelleflere genişlik olsun. Böylece mükellefler, delilin kat’î olması sebebiyle bir tek mezhebe bağlı olmak gibi bir durumda kalmamışlardır…”[8]

Fıkhî hükümlerdeki ihtilafların ilk ortaya çıkışının Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında olsun, O’ndan sonra olsun Sahabe (Allah hepsinden razı olsun) asrına kadar gittiği vakıasını teyit eden birkaç pratik misal zikredelim:

1 – Sahabe’nin, Benu Kureyza’ya giderken yolda vakti giren namazı kılmanın hükmü konusundaki ihtilafı:

Imam el-Buhârî, Sahîh’inde Ibn Ömer (r.a)’ın şöyle dediğini rivayet eder: “Ahzab günü[9] (Benu Kureyza üzerine gönderdiği birliğe hitaben) Hz. Peygamber (s.a.v), “Benu Kureyza’ya varmadıkça sakın kimse ikinci namazını kılmasın” buyurdu. Yolda giderken ikindi namazının vakti girdi. Onlardan bir kısmı “Benu Kureyza’ya varmadıkça kılmayalım” dedi. Diğerleri ise “Aksine, namazı şimdi kılalım. Hz. Peygamber (s.a.v)’in bizden istediği bu değildi (hızlı hareket etmemiz için öyle söyledi)” dediler. Bu durum kendisine zikredildiğinde Hz. Peygamber (s.a.v) onlardan hiç birisini kınamadı.”[10]

2 – Ebu Sa’îd el-Hudrî (r.a) şöyle rivayet etmiştir:

“(Sahabe’den) iki kişi bir sefere çıkmıştı. Yolda namaz vakti girdi; ancak yanlarında su yoktu. Bunun üzerine temiz toprakla teyemmüm ederek namaz kıldılar. Bir süre sonra -henüz vakit çıkmamışken- su buldular. Onlardan birsi abdest alıp o namazı yeniden kıldı. Diğeri ise namazı yeniden kılmadı. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.v)’e gelerek bu durumu haber verdiler. Hz. Peygamber (s.a.v), namazı tekrar kılmayana, “Sünnet’e isabet ettin. (Teyemmümle kıldığın) namazın sana yeter” buyurdu. Abdest alıp namazı yeniden kılana hitaben ise “Sana iki kere sevap var” buyurdu. Ebû Dâvud ve en-Nesâî rivayet etmiştir.[11]

Bu iki olay Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında vukû bulmuştur. Sahabe’nin, Hz. Peygamber (s.a.v)’in vefatından sonraki ictihadî ihtilaflarına gelince, müctehid imamlar arasında ihtilaflı olan meselelerin hemen hepsi Sahabe zamanındaki ihtilaflara dayanır.

Konuyla ilgili meşhur eserlere küçük bir müracaat bile, fıkhî meselelerdeki ihtilafların Sahabe zamanında yaygın olduğu gerçeğini teyid için yeterli olacaktır.

Sahabe’nin ihtilaf ettiği meselelere örnek olarak şunları zikredebiliriz:

3 – Dedenin mirası:

Ibn Abbâs (r.a), dedenin de tıpkı baba gibi miras bırakanın kardeşlerini -buradaki “kardeşlik” hangi surette olursa olsun fark etmez- mirasta mutlak surette hacb edeceği (dede hayattayken kardeşlere miras düşmeyeceği) görüşünü benimsemiştir. Bu görüşünde o, Kur’an’da “baba” kelimesinin “dede” hakkında da kullanılmasına dayanmıştır.[12]

Buna mukabil Hz. Ömer, Hz. Ali, Zeyd b. Sâbit (r.anhum) gibi diğer sahabîler, aynı bakış açısına sahip olmuş ve öz (ana-baba bir) olsun, üvey (baba bir) olsun, bütün kardeşlerin mirasta dedeye ortak olacağını söylemişlerdir. Zira bu kardeşlerden her biri, baba vasıtasıyla ölen kişiye bağlanmaktadır. [13]

4 – Boşanmış kadının, iddet süresinin ne kadar olduğu konusunda da Sahabe arasında ihtilaf vâki olmuştur. Ibn Mes’ûd (r.a), kadının, üçüncü hayzının bitimiyle gusledip temizlenmedikçe iddetinden çıkmış olmayacağını söylerken, Zeyd b. Sâbit (r.a) ve diğerleri, üçüncü hayız döneminin başlamasıyla kadının iddetinin sona ereceği görüşünü benimsemiştir. Bu ihtilaf, (yukarıda geçen) “kur’” kelimesinin anlamındaki ihtilaftan kaynaklanmaktadır.

5 – Kocası ölen hamile kadının iddetinin ne zaman biteceği konusundaki ihtilaf da böyledir. Hz. Ömer ve Ibn Mes’ûd (r.anhuma), bu durumdaki kadının iddetinin doğumla birlikte sona ereceğini söylerken, Hz. Ali ve Ibn Abbâs (r.anhuma), iki süreden en uzun olanın dolmasıyla iddetin sona ereceği görüşünü benimsemiştir.[14]

Hilafiyat kitaplarında konuyla ilgili daha fazla misal mevcuttur…

Sahabe (Allah hepsinden razı olsun) zamanında ahkâm alanındaki ihtilaflar bu şekilde devam etmiş, Tabiun zamanına kadar gelmiştir. Tabiun ve Tebe-i Tabiin zamanına gelindiğinde ihtilafların çerçevesinin daha da genişlediğini görüyoruz. Bu genişlemenin bir sebebi daha önce benzerine rastlanmayan yeni olayların meydana gelmesi ve bunların hükümlerinin tesbiti için ictihad edebilmesi, bir diğer sebebi de farazî fıkıh[15]anlayışının yaygınlık kazanmasıdır.

Böylece fıkhî hükümlerde ihtilafın genişlemesinin, ilmî ve amelî hayatın gerektirdiği tabiî bir durum olduğu anlaşılmış bulunmaktadır.

FIKHÎ İHTİLAFLARIN SEBEPLERİ

Yukarıda anlattıklarımızdan şu husus ortaya çıkmış oldu: Ulemanın, fıkhî meselelerin istinbatındaki ihtilafı ve aynı meselede farklı görüşler benimsemiş olması tabii bir durumdur. Zira bu durum, ihtilaf ve görüş ayrılığını kaçınılmaz kılan sebeplerden kaynaklanmaktadır.

Ne var ki bazı dar görüşlü kimselerin, bu fıkhî ihtilaflar karşısında garipseyici, hoşnutsuz yahut şüpheci bir tutum takındığını görüyoruz. Bu mübalağacı tutumun sebebi, söz konusu kişilerin, (fıkhî hükümlere kaynaklık eden) nasslara ulaşma imkânına sahip olduktan sonra ulemanın ihtilaf etmek için bir gerekçesi olmadığına inanmalarıdır. Öyle anlaşılıyor ki bu kimseler nazarında fıkhî ihtilafların sebebi, nassların sabit olup olmamasına münhasırdır. Böyle olunca onlara göre nasslar, -hadislerin sahih hadis mecmualarında toplanması ve sahih olanların zayıflardan ayrılması gibi faaliyetler sonucunda- ihtilafın taraflarına ulaştığı zaman bu ihtilafın ortadan kalkması,izlerinin ulema arasında silinip gitmesi ve müteaddit görüşlerin ihtilafsız bir tek görüşe dönüşmesi gerekir!

Ulemanın ahkâmdaki ihtilafı meselesi konusundaki bu hatalı sathî bakış, muhtelif yanlış tutumlara yol açmaktadır. Bazı insanlar bu sebeple fıkhî ihtilafları gereksiz ağır bir yük olarak görüp yüz çevirmekte, bazıları da bu konuyu hedef tahtasına oturtup (ihtilaflara ve ihtilaf edenlere) saldırmakta, onlarla muharebeye girişmektedir.

Yine bu sebeple bazı kesimlerin de, -Sünnet tedvin edilip Hadis kitapları her tarafa yayıldığı için- artık insanları tek bir görüş ve “Kitab ve Sünnet mezhebi” diye anılan tek bir mezhep etrafında toplama zamanının geldiği kanaatiyle mezhep ve görüşleri birleştirmek gerektiği çağrısına ikna olduğunu görüyoruz. Bu kesimlerin “Din bir, Kur’an bir, Sünnet bir olduğu halde bu ihtilafların ne gerekçesi olabilir?” sloganıyla da bu davalarını terviç etmeye çalıştıkları dikkat çekiyor.

Bu kimse ve kesimler, imamların ve ulemanın ihtilafların sebepleri bağlamında kaleme aldığı eserlere müracaat etseler, görecekler ki, ihtilafların yegâne temel sebebi olarak gördükleri “nassdan”(16) haberdar olmama” hususu, ihtilaf sebeplerinin sadece birisidir. Söz konusu sebeplerdir ki görüşlerin farklılaşmasına yol açmış,istinbat alanında ihtilafların meydana gelmesine sebebiyet vermiştir.
Söz konusu sebeplerin birden fazla olması ve iç içe geçmiş bulunması dolayısıyla, konu hakkında eser yazmış olan ulemanın kimi konuyu kısaca ele alırken, kimi tafsilata girmiştir. Ancak bütün bu sebeplerin gerçekte 4 ana sebebe irca edilebileceğini düşünüyorum. Diğer tafsilî sebepler bu 4 ana sebepten kaynaklanmaktadır.

Söz konusu sebepler şunlardır:

1-Nassın sübut bulup bulmadığı konusundaki ihtilaf;
Burada hem nassın, imamlardan birine ulaşmışken diğerine ulaşmaması, hem de imamlardan biri nazarında sübut bulmuşken, bir diğeri nazarında sübut bulmamış olması söz konusudur.
Bu ikinci nokta, hadis ravilerinin tevsik ve taz’ifiyle(17) yahut bir metin veya senedde diğerine nisbetle şazzlık(18) durumunun bulunması gibi durumlarla bağlantılı olarak ortaya çıkar.

İnceleyin:  Ehl-i sünnetin Sahâbe ve Hulefâ-i Râşidin Hakkındaki İnancını Açıklama

2-Nassın anlaşılmasındaki ihtilaf;

Bütün bunlardan sonra -zikredilen hususlardaki ittifak sağlandığı ve nassın bütün imamlara aynı şekilde ulaştığı ve sıhhati konusunda aynı hükmün verildiği farz edilse bile- nassın nasıl anlaşılacağı konusundaki ihtilaf varlığını sürdürecektir.
Bu, lafzının birçok manaya gelen “müşterek” veya manası beyan edilmemiş “mücmel” bir lafız olması, -lügat ve beyan âlimlerinin bildiği- “hakikat” veya “mecaz” tarzında gelmesi gibi nassın türü ile ilgili bir ihtilaftır. Böyle durumlarda nassdan muradın ne olduğu müctehid tarafından açık bir şekilde anlaşılmaz.

Bu başlık altında ifade ettiğimiz ihtilaf, yukarıda anlattığımız sebeplerden kaynaklanabileceği gibi, nassın anlaşılmasında müctehidlerin kudret ve imkânlarının farklı farklı olmasından da kaynaklanır.

3-Mütearız nassların arasını bulma veya birini diğerine tercihteki ihtilaf;

Ulemanın nassın sübutu ve anlaşılması konularında ittifak ettiğini farz etsek bile, bir başka ihtilaf sebebi varlığını sürdürecektir; Söz konusu nassın, tercihe daha layık bir başka nassla zahiren tearuz/çatışma halinde olması. Böyle durumlarda, zahiren birbiriyle muazara halinde bulunan nassların arasını birleştirme(cem) veya birini diğerine tercih yolları noktasında ihtilaf ortaya çıkmaktadır.
Bu bağlamda “nassın nasıl anlaşılacağı” sorusunun meseleye büyük ölçüde tesir ettiğini unutmayalım. Söz konusu nasslar arasında tearuz bulunmadığı görüşünde olan müctehid, (cem değil) tercih şıkkına yönelecektir. Bir müctehidin anlayışı diğeri için hüccet olmadığı gibi, başkasının görüşünü benimsemesi konusunda ilzam edici de değildir.

4-Usul kaidelerindeki ve bazı istinbat kaynaklarındaki ihtilaf;

Dördüncü husus da, hükümlerin kendisinden çıkarıldığı kaynağın hücciyyetindeki ihtilaftır. Her imamın, hadislerin kabul ve reddinde kendine mahsus kaide ve şartları vardır. Her biri, istinbatta kendine mahsus bir yol ve metot izler.
Söz gelimi imamlardan birisi Sahabe’nin fiil veya fetvasını şer’î nass gibi değerlendirip kuvvetli bir hüccet olarak görürken, bu noktada bir diğeri ona muhalefet eder.

Yine bir imam Medinelilerin amelini şer’î hüccet olarak kabul edip onu diğer bir kısım şer’î nassların önüne geçirir. Bir diğeri, ravinin, rivayet ettiği hadise aykırı ameli konusunda ötekilere muhalif bir tutum alır.
Yine imamlardan biri bir fiilin nasslarda yasaklanmış olmasının, o fiilin fasit olmasını gerektirdiğini söylerken diğeri bunda muhalefet eder… Bütün bu hususlar ve benzeri diğer meseleler Usul kitaplarında tafsilatlı olarak anlatılmıştır.

İzleyen sayfalarda inşaAllah bu 4 maddeyi teker teker ele alıp, onların her birinden kaynaklanan ihtilaflar hakkında pratik misaller zikredeceğiz.

Burada işaret edilmesi gereken bir nokta bulunmaktadır: Fıkhî ihtilaflar konusunda zikrettiğimiz bu 4 sebebin kimi meselelerde iç içe geçmiş olduğunu görüyoruz. Böyle durumlarda bir sebep diğerlerinden ayrılmaz. Çünkü müctehidin izlediği yol ve metot,anlayış ve istinbatına tesir eden hususlardandır. Keza müctehidin, dayandığı ve kendisinden hüküm çıkardığı kaynağın da bu noktada tesiri söz konusudur.

Bu sebeple usul ve metotları birbirine yakın olan âlimler arasındaki ihtilafın çerçevesi daralırken, diğerleriyle aralarındaki ihtilaf daha geniş bir alana yayılmaktadır. Nitekim mutlak müctehidlerin ictihadı ile mezheplerden biriyle kayıtlı müctehidler arasındaki ihtilafın çerçevesine bakıldığında bu husus açıkça görülmektedir.

Bu itibarla kimilerinin mezhepleri ve görüşleri tek bir mezhepte birleştirme davasının -iaşret ettiğim vakıayla çatıştığı için- ciddiye alınır yanı yoktur. Aynı şekilde diğerlerinin, ulemanın fıkhî meselelerdeki ihtilafına hücum etmesi de dar görüşlülükten ve yanlış anlamadan kaynaklanan bir tutumdur.

Allah Teala’dan, bizi dinimizde fakih kılmasını dileriz. Allah kime hayır dilerse onu Din’de fakih kılar.

**********

Mezhep Meselesi ve Fıkhi İhtilaflar – Ebu’l-Feth el-Beyanuni

( Tercüme ve Notlar: Ebubekir Sifil )

DIPNOTLAR:

[1] 2/el-Bakara Suresi, Ayet 228.

[2] 2/el-Bakara Suresi, Ayet 226.

[3] Ebu Amr Zebbân b. el-Alâ’. 7 kıraat imamından biridir. Mekke, Medine, Kûfe, Basra gibi merkezlerde ilim tahsili için bulunmuştur. 7 imam içinde en fazla hocadan ders almış olan odur. Sahabe’den Enes b. Mâlik, Tabiun’dan el Hasenu’l-Basrî, Sa’îd b. Cübeyr, Âsım b. Ebi’n-Necûd, Atâ b. Ebî Rabâh, Ikrime, Mücâhid gibi meşhurlardan ilim almıştır. Bilhassa Nahiv ve Kıraat ilimlerinde temayüz etmiştir. Ebû Ubeyde Ma’mer b. el-Müsennâ, el-Asma’î, Sîbeveyh gibi Arap dili otoritelerinin hocasıdır. Biyografisini zikredenler, kıraat, şiir, Arap dili ve tarih konusunda emsalsiz olduğunu söylerler. Hadis tenkitçileri ise kıraatte hüccet olmasının yanında, rivayetlerinde de sika (güvenilir) olduğunu vurgular. 154/770 yılında Kûfe’de vefat etmiştir. Bakınız: Yâkût el-Hamevî, Mu’cemu’l-Übedâ, cild 3, sayfa 1316 ve devamı.; el-Mizzî, Tehzîbu’l-Kemâl, cild 34, sayfa 120 ve devamı.; ez-Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, cild 6, sayfa 407.

[4] el-Kurtubî, el-Câmi’li Ahkâmi’l-Kur’ân, cild 3, sayfa 113.

[5] el-Cassâs, Dâru Ihyâi’t-Turâsi’l-Arabî-Müessesetu’t-Târîhi’l-Arabî, cild 2, sayfa 55, 56.; Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî baskısı; cild 1, sayfa 364.

[6] “Akrâ’” kelimesi, “Kur’” kelimesinin çoğuludur. Bu kelime “kar’” diye de okunur.

[7] el-Kurtubî, el-Câmi’li Ahkâmi’l-Kur’ân, cild 3, sayfa 113.

[8] el-Mahlâvî, Teshîlu’l-Vusûl, sayfa 240.

Ebubekir Sifil’in notu:

Gerek el-Mahlâvî’nin adı geçen eserinde, gerekse eş-Şevkânî’nin Irşâdu’l-Fuhûl’de yaptığı iktibas bu şekildedir. ez-Zerkeşî’nin elimizde mevcut matbu el-Burhân nüshasındaki (cild 4, sayfa 108) ifadesi ise, “Böylece mükellefler, delilin öyle gerektirmesi sebebiyle bir tek mezhebe bağlı olmak gibi bir durumda kalmamışlardır…” tarzındadır.

[9] Bu tabir, hicretin 5. yılında vuku bulan Hendek savaşı sürecini anlatır. Gatafan ve Kureyş, kendilerine destek veren başka kabilelerin de katılımıyla Medine’ye kalabalık bir ordu halinde saldırdığı için “Ahzab” (hizipler, gruplar) adıyla da anılır. Bu savaşta Benu Kureyza, Hz. Peygamber (s.a.v)’le yaptığı anlaşmayı bozup müşriklere yardım etmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v), Hendek savaşının hemen ardından, ara vermeden Benu Kureyza üzerine bir birlik gönderdi. Bakınız; Ibn Hişâm, es-Sîretu’n-Nebeviyye, cild 3, sayfa 214 ve devamı.

Hadisin buradaki ifadesinden Hz. Peygamber (s.a.v)’in Benu Kureyza muhasarasına iştirak etmediği anlaşılmaktaysa da, doğrusu şudur: Hz. Peygamber (s.a.v) Hz. Ali (r.a) komutasında bir birliği hızlı hareket etmeleri emriyle önceden göndermiş, kendisi de diğer bir birlikle arkalarından gitmiştir. Bakınız; Ibn Hacer, Fethu’l-Bârî, cild 7, sayfa 413.

[10] el-Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir. Bakınız; Ibn Hacer, Fethu’l-Bârî, cild 8, sayfa 411.

[11] Cem’u’l-Fevâid, cild 1, sayfa 113. Bakınız; Ebû Dâvud, “Tahâret”, 128; en-Nesâî, “Hayz”, 28.

[12] Kastedilen, “Ey Ademoğulları! Şeytan, babanızla annenizi, kendilerine avret yerlerini göstermek için cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de saptırmasın…” (7/el-A’râf Suresi, Ayet 27) ayetidir.

[13] Dedenin varlığının tıpkı baba gibi ölenin kardeşlerinin mirastan pay almasına engel teşkil ettiği görüşü sadece Ibn Abbâs (r.a)’a ait değildir. Hz. Ebû Bekr, Hz. Aişe, Mu’âz b. Cebel, Übeyy b. Ka’b, Ebu’d-Derdâ, Ebû Hureyre, Abdullah b. ez-Zübeyr ve Ebû Musa el-Eş’arî’nin (Allah hepsinden razı olsun) görüşü de böyledir.

Hz. Ömer ve Hz. Ali, Ibn Mes’ûd ve Zeyd b. Sâbit de (Allah hepsinden razı olsun) dedenin varlığının kardeşlerin mirastan pay almasına mani teşkil etmediğini söyleyen sahabîler arasındadır. Bakınız; Ibn Abdilberr, el-Istizkâr, cild 15, sayfa 429 ve devamı.

[14] Buradaki “iki süre”den kasıt, “doğum” ve -kocası ölen kadının iddetini tayin eden 2/el-Bakara, 234. ayette belirtilen- “4 ay 10 gün”dür. Dolayısıyla Hz. Ali ve Ibn Abbâs (r.anhuma)’ya göre kocası ölmüş bulunan hamile kadın 4 ay 10 günden daha önce doğum yaparsa 4 ay 10 günün dolmasını bekleyecektir. Doğumun 4 ay 10 günden daha sonra olması durumunda ise, doğumla birlikte iddet de sona erecektir.

[15] Meydana gelmemiş olayları meydana gelmiş gibi farz edip hükmünü araştırmak. Özellikle Irak coğrafyasında yaygınlık kazanan ve “takdirî fıkıh” da denen bu tarzın Fıkıh melekesinin yerleşmesine ve Fıkıh ilminin gelişmesine son derece önemli katkıları olmuştur.

16-Buradaki “nass”dan kasıt, Hadis-i şeriflerdir.(Çev.)

17-Hadis tenkidçileri tarafından ravinin “adaletli/güvenilir) veya “zayıf/güvenilmez” bulunması.(Çev.)

18– Şâzz: Hadis Usulü’nde, makbul bir ravinin kendisinden daha makbul bir ravinin rivayetine aykırı nakilde bulunmasıdır. Bkz.es Süyûtî, Tedrîbu’r-Râvî,I,194-5; Ali el-Karî,Şerhu Şerhi Nuhbeti’l-Fiker,336.(Çev.)