Cabir b. Abdullah’ın Resûlullah’dan şöyle dinlediği rivâyet edilir: “İnsan ile şirk arasındaki (sınır), namazı terktir.”[8]
Ebu Hureyre, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Kıyamet gününde kulun ilk hesaba çekileceği şey farz namazdır. Rabb’imiz -durumu en iyi bildiği halde- meleklerine diyecek ki: Balon bakalım, namazları tam mı, eksik mi? Namazları tamsa ecri tam olarak yazılacak. Şayet namazları eksikse meleklere şöyle denecektir: Bakın bakalım, bu kişinin nafile namazı var mıdır? Eğer nafile namazları var ise, noksan olan farz namazları nafile namazlarıyla tamamlanır. Sonra diğer farzlar için de aynı şeyler yapılır”.[9]
Bilgi: Namazla ilgili pek çok ayet ve hadis vardır. Burada namazın önemini anlatmaya ihtiyaç duymuyoruz.
Ahlak: Namazın ahlakla ilşkisi ne olabilir? Namaz bir ahlak gerektirir. Namazın bir gayesi vardır. Namaz kendi başına maksad değildir. Maksada götüren bir vasıtadır. Namaz Kur’an’ın ifadesiyle Allah’ı anmak, hatırlamak içindir. Allah’ı yüceltmek, O’nu layık-ı veçhile tazim etmek içindir. Ve bunun farkında olmak, bunu şuurlu yapmaktır. Namaz bu şuurla kılınırsa en büyük ibadetlerden biri olur. Diğer taraftan namaz, kötülüklerden alıkoyar. Bu, en önemli namaz ahlakıdır. Namaz ve yalan; namaz ve hile; namaz ve yolsuzluk; namaz ve faiz; namaz ve zulum; namaz ve kul hakkı yemek, evet ikisi bir arada olmayacak şeylerdir. Namazın tabiatı bunu kaldırmaz. Olmaz böyle bir şey! Ama vakıada bu var. Ne olacak o zaman? Vakıada bu varsa, kılınan namaz (hakiki) namaz değildir. Sırf hareketlerden oluşan bir faaliyettir. Onun için Rabb’imiz “namazları muhafaza ediniz” buyurur. Muhafaza, karşılıklılık gerektirir. Mukatele gibi, savaşta iki taraf olmak zorundadır. Bunlar birbiriyle savaşır. Namazı muhafazada da iki taraf vardır. Biri namaz, diğer, namazı kılandır. Namazı kılan namazı korursa, namaz da muhakkak kılanı korur. Bu, böyledir. Tek şartı var: Namazı Allah’ın istediği gibi kılmak. Şayet namaz bizi korumuyor ve ahlakî zaafıyetler gösteriyorsak demek ki, namazı istenildiği gibi kılmıyoruzdur.
Şöyle düşünelim: Bizler cumhuriyet kurulandan beri eğitim ve bilime vurgu yapıyoruz. Hatta dine değil, bunlara vurgu yapıyoruz. Neden? Çünkü eğitim ve bilimle hem ahlaklı bir toplumun oluşacağına hem de kalkınmanın böyle gerçekleşeceğine inanıyoruz. O kadar inanmışız ki, hep mektep açmışız. Vatandaş okusun diye. Peki sonuçta arzu edilen hile, aldatma, yolsuzluk, şiddetten arınmış ahlaklı bir toplum oluşturabildik mi? Hayır! Bu durumda şöyle diyebilir miyiz? İkiyüz senedir uğraşıyoruz. Artık bu eğitim ve bilimle olmaz! Diyemeyiz. Çünkü eğitim ve bilim en önemli İnsanî etkinliktir. İnsan varsa eğitim ve bilim de muhakkak olacaktır. Eğitimi kaldırmaktansa eğitim ve bilimin aksayan yönlerini tamir etmek en güvenilir yoldur. Hatta başka seçeneğimiz de yoktur. İbadetler de böyledir. Bazen ibadet yapan insan arzu edilen maksadlara ulaşamaz. İbadetin ruhuna ayları davranışlarda bulunabilir. Bu durumda artık ibadeti bir tarafa koymalıyız demek abes bir şeydir. Zira insanın olduğu yerde ibadet vazgeçilmez bir değerdir. İnsanın bir tarafının hatta en önemli tarafının ruh olduğuna inanyor- sak ibadet en önemli inasanî gerçekliktir. O halde ibadet veya namaz arzu edilen ahlaklı toplumu sağlamıyorsa ibadete gerek olmadığı düşüncesine kapılmadan muhakkak ibadet veya namazın aksayan taraflarını onarmamız gerekir. Onun için diyoruz ki, namaz insanları kötülüklerden alıkoymuyorsa bu namazın suçu değil, insanın namaz kılma şuurundaki aksayan, eksik yönlerinin sonucudur. Yapılması gereken de bu aksayan yönleri tamir etmektir.
Bir de şöyle bakalım: Aslında toplumda hiçbir zulum, haksızlık, bozukluk, ahlaksızlık olmasa dahi ibadete ihtiyacımız vardır. Biz ibadetlerimizi sırf toplumda kötülük ve ahlaksızlık var diye yapmıyoruz, ibadetlerimizi Allah’a şükür olsun diye yapıyoruz. Sadece insan olarak yeryüzünde yaratılışımız bile Yaratan a şükretmeye kafidir. Sırf var oluşumuzdan dolayı Yaratana şükrederiz. Zira bize varlık gibi bir nimet bahşetmiştir. Diğer nimetler bir yana diğer varlıklardan bizi ayırarak akıl ve irade sahibi bir varlık kılmak suretiyle bizi varlığa çıkarması dahi şükretmeye değer. Mesela toplumda bir haksızlık, bir bozukluk olduğunu varsayalım. Ne yaparız? Bunu düzeltmeye çalışırız. Bir grup insan öncü olur, diğerleri destek verir ve bu haksızlık giderilir. Peki sonra? Her insan veya her topluluk sürekli haksızlık ve kötülükle karşılaşmaz ki?! Bu durumda ne olacak? Boş boş oturup biri bir haksızlık yapsa da mücadele versek mi diyeceğiz? Olmaz böyle bir şey! İşte toplumda kötülük olsun veya olmasın ibadete her zaman ihtiyacımız vardır, ibadet var olmanın bir şükrüdür ve bu süreklidir. Onun için illa başka bir şev olması gerekmez. Tabii bunun yanında ibadetin en önemli yanı zulum ve haksızlıklara manevi olarak insanı hazırlamasıdır. Evet, toplumda zulum ve haksızlık yoksa da ibadet vardır, ancak ibadetlerin önemli özelliklerinden biri de insanı manevi olarak her türlü dirence, direnişe hazırlamaktır. Burada namaz dar anlamıyla ibadettir. Elbette geniş anlamıyla zulme karşı koymak da ibadetin tâ kendisidir. Onun için Yaratana şükrü eda etmek bile tek başına ibadet etmeye yeterlidir. Bu ibadetin en önemlisi de her türlü tazim, tekbir, tespih, zikir, dua, hamd, şükür ve kıraatin bulunduğu namazdır.
Ayrıca şunu da hatırlatalım: Namazı istenildiği gibi kılamayıp kötülüklerimize de engel olamıyorsak ne yapalım? Namazı terkedelim mi? Namaz, maksada ulaştıran bir vesile ise ve maksat hasıl olmuyorsa namazı bırakalım mı? Hayır, böyle bir şey olmaz. Çünkü namaz, maksad hasıl olunca, terkedilen bir ibadet değildir. Olayı tersinden düşünelim. Namaz maksad için bir vesile. Maksad hasıl oldu. Kötülük yapmıyoruz. İyi bir kuluz. O halde namazı bırakalım mı? Olmaz böyle bir şey! Çünkü namazın hiçbiri bu gayelere bağlanmamıştır. Bu, gayelerden biri olabilir. Tek gaye bu değildir. Namazda pek çok gaye var. Biri gerçekleşmezse diğeri muhakkak gerçekleşir. Hatta bir gerçekleşirse, diğerine geçilir. O gerçekleşirse ötekine geçilir. Namaz ve diğer ibadetler öyle maksatlar taşır ki, birine ulaşıldığında diğerine geçilir. Bu ibadetleri tek bir maksada bağlayamayız. Şayet tek bir maksada bağlanacaksa o da onu gayelerin gayesi olan Allah’a bağlarız. Diğer taraftan namaz nefisle mücadelenin en etkili yoludur. Nefisle mücadele tam etkili olamıyorsa hemen terkedilecek bir şey değildir. Nefisle mücadele daimî ve süreklidir. Başlarken iyilikleri elde etmek için yapılır; maksada ulaştıktan sonra da iyilikleri korumak için devam ettirilir. O halde nefisle mücadelenin terkedildiği bir lahza yoktur. Benzetmek doğru değil ama bugün sportif faliyetlerde elde edilen formu korumaktan bahsedilir. Yani önce formu elde etmek için egzersiz ve alıştırma yapılır. Sonra formu korumak için alıştırmalara devam edilir. Formu elde etmek ve formda kalmak, sürekli eylemi gerektirir. Dediğimiz gibi namaz sadece bu değildir. Namaz bir zikirdir. Orada tekrar edilen dua ve tes- pihat ile Allah tazim edilmektedir. Okunan Kur’an ile şuurumuz canlı tutulmaktadır.
Son olarak şunu vurgulayalım: Namaz, istenildiği gibi kılınamazsa ondan elde edilecek sevap da düşük olacaktır. Yani zikir olmaktan çıkıp gaflete dönüşürse namazdan ahirete intikal edecek hiçbir sevap olmayacaktır. Gafletin de dereceleri vardır. Mesela namaza başlayıp Allah’ı hiç hatırlamayan hatta selam verdikten sonra hatırlayan bir kimse tam gafildir. Bu kimsenin namazını tekrar kılması gerekir. Ancak namaza başlayıp arada aklı başka taraflara giden sonra tekrar toparlanan sonra yine dalan ardından toparlanan kimsenin gafleti diğeri gibi değildir. Bunun namazını iade etmesine gerek yoktur. Ancak bu gaflet hali sürekli olursa namazından elde edeceği sevap düşüktür. Mesela tam kılman namazın yediyüz sevabı varsa, gaflet içinde kılınan namazın gaflet derecesine göre sevabı bazen bir, bazen on, bazen yirmi olacaktır.
Hikmet: Yukarıda iki hadis kaydettik. Birinde “İnsan ile şirk arasındaki (sınırın), namazı terk olduğu” beyan edilmektedir. Neden? Çünkü namazda secde vardır. Secde tevhidi ikrardır. Günde beş vakit sadece Allah’a boyun eğileceğini vurgulamaktır. Ruku da öyledir. Sadece Allah’ın önünde eğilir müslüman. Diğer tespihatlar da öyledir. Bunlarla sürekli Allah tazim edilir. Tarihsel olarak baktığımızda müşrikler, taştan tahtatan yontup yaptığı putların karşısında eğilir. Aslında bu putların hiçbir gücü yoktur. Ama müşrikler akılsızca bunlara tapar. Bir anlamda kendi akıllarına, hevalarına tapmış olurlar. İşte mü’min bunu kavrar, idrak eder. Putların hiçbir şey olmadığını anlar. Ve Allaha ibadet eder, O’nun önünde eğilir.
Bunu biraz daha açarsak müşrik veya kafir, Allah’a boyun eğmez, secde etmez, dedik. O’nun önünde eğilmez. Zira nefsi, o kadar azgınlaşmış ki, hevasını tanrı yerine koyar, kendine tapar. Aslında müşrik veya kafir Allah’ın dışında herşeye secde eder, herşeyin önünde eğilir. Mesela güce tapar, paranın karşısında eğilir, kadına tapar, makam karşısında eğilir, güçlüye boyun eğer vs. O halde mümin namaz kılmak suretiyle bütün bu boyun eğişleri, tapınışları reddetmiş olur. O zaman hemen akla gelir: Mümin namaz kıldığı halde o da güce teslim oluyorsa, kadın düşkünü ise makam sevdalısı ise parayı elde etmek için kırk takla atıyorsa ne olacak? Olacağı şudur: Bu mü’min gerçekte namaz kılmıyordur. Gerçekten namaz kılmadığı için de müşrik hasletlerinden üzerinde taşıyordur. Yani müşrik gibi davranıyordur. Olamaz mı? Olun Mü’min yalan söyler. Söz verdiğinde sözünde durmaz. Olur mu, olur. Bu mü’min, münafık hasletlerinden üzerinde taşıyor demektir. Münafık gibi davranıyordun Bu hasletleri üzerinden atıp özüne, aslına dönmesi gerekir. İşte ibadetler de aslında bu özü muhafaza etmek içindir.
Öbür yandan bakıldığında şu da denilebilir: Müşrik doğru söyleyebilir, müşrik bazı yararlı işler yapabilir. Mü’min bu hususlarda müşrikle ortaktır. Ama müşrik asla Allah’ın önünde eğilmez, namaz kılmaz. İşte müminle müşriğin en ayırıcı vasfı budur. Peki mü’min, bu ayırıcı vasfa hayatında sahip değilse ne olacaktır? Buna müşrik muamelesi mi yapılacaktır? Hayır. Bununla birlikte diyen ne güzel demiştir! Soru: Namaz kılmayan kafir olur mu? Cevap: Kafirler namaz kılmaz. Kıssadan hisse…
İkinci hadis “Kıyamet gününde kulun ilk hesaba çekileceği şeyin farz namaz olduğunu” beyan etmektedir. Neden diye sorulacak olursa gerçekten tevhidden sonra ibadetlerin en büyüğü olduğu şeklinde cevap vermek mümkündür. Burada benim asıl vurgulamak istediğim şudur: Bizler kendimize göre önem sırası yapabiliriz. Mesela en önemli husus kul hakkıdır, diyebi- liriz. O halde ilk hesap verilecek husus da kul haklarıdır. Yada bizim canımızı yakan bir haksızlıkla karşı karşıya kalabiliriz. Deriz ki: Kişi ilk hesap verecekse işte bunun hesabını verecektir. Dikkat edilirse kendi yaşadığımız hallere göre bir ilk hesap tayinine kalkabiliriz. Oysa bu tür şeyler gaybîdir. Gayb akılla idrak edilemez. Gaybî bir haber varsa ona inanılır. Mesela bir devlet başkanı düşünün. Seçim kazandı. İlk ne yapacak? Halka bakılırsa pek çok görüşün ortaya çıkması mümkündür. Ya da ilk nereyi ziyaret edecek? Yine çeşitli gerekçelerle halk, şurası burası diye yorum yapar. Ama asıl gerekçeyi sadece devlet başkanı bilir ve tercihini o yönde kullanır. Elbette Allah ile devlet başkanı kıyas yapılamaz. Ama bir açıdan benzerlik vardır. Şimdi bizlerde ahiretle ilgili bir şeyde ilk nerden sorulacak diye yorum yapmaya kalkışsak herhalde çok sayıda fikir ortaya çıkar. Oysa bu mesele gaybî bir meseledidir. Gayb konusunda da Allah ve Resulunun verdiği haberle yetinmek durumundayız. Buna göre ahirette ilk hesap verceğimiz husus namazdır’. Bu şu demektir: Namaz hesabı bitmeden diğerlerine
geçilmeycek. Namazı kaybeden herşeyini kaybetmiş demektir.
Yavuz Koktaş – Bilgi,Ahlak ve Hikmet Acısından Sünnet,syf:30-36
[8] Müslim, İman, 35/134; Tirmizî, İman, 9; Ebu Dâvûd, Sünnet, 15.
[9] Ebu Dâvûd, Salat, 144.
0 Yorumlar