İslamoğlu’ndan bazı inciler!
Bilemiyorum, insan bir noktaya kilitlendi mi, artık gözü başka bir şey görmüyor. Kesin tarih vermek zor, ancak en iyi tahminle Üç Muhammed’den sonra bariz bir dönüşüm ortaya çıktıktan sonra bütün himmetler hadisleri delil olmaktan nasıl çıkarırız ateşine odun toplamaya sarfedilmiş gözüküyor. İşte onlardan bir kaçı: “Sünnet/ hadisi vahiy ilan etmek cerh-ta’dil ulemasına bir sözün vahiy olup olmadığını belirleme hakkı vermektir. Bir başka ifadeyle vahyin tespitini içtihada bırakmaktır. Ravi ‘güvenilir’ diyene göre vahiy ilan edilen bir davranış veya söz ravi ‘güvenilmez’ diyen öbür hadisçiye göre vahiy olmaktan çıkmaktadır.
Bu düpedüz beşerî olanın ilahıleştirilmesidir. Kur’an’ın bilgi sisteminin iki ayağını oluşturan gayb ve şehadetin yanına zanna dayalı protez bir ayak eklemektir. Zannın hiçbir türü hakikatin yerini tutamaz. Zanna dayalı spekülatif bilgiyi hakikatin içine katmak, zannı hakikat yapmaya yetmez, fakat hakikate şaibe bulaştırır.”
Bu ifadeleri şöyle değerlendirmek mümkündür: Bir kere çaktırmadan cerh-ta’dil ilminin sübjektifliğine vurgu yapılarak bu ilimle mi hadislere güvenilecek iması verilmektedir. Bunun üzerinde durmayacağım. Şu kadarını söyliyeyim ki, bu ilim, hadisin h’sini anlamayanlar tarafından hele de masa başında kurulmamıştır. Bu ilim, ümmetin alimlerinin gayretleriyle ve sahabeden bu yana işlene işlene ortaya çıkarılan bir dantel gibidir. Sübjektiflik başka ilimlerin (hatta fizik bilimlerin bile) tabiatında olduğu gibi bunda da elbette vardır. Bu ilimdeki sübjektiflik ya da şöyle diyelim, raviler hakkında verilen bilgilerin tutarsızlığı yapılan araştırmalara göre yüzde 15-20 civarındadır. Bu ise insan unsurunun devrede olduğu bir faaliyette oldukça düşük bir oran olup sistemin tutarlılığını ve güvenilirliğini ortaya koymaktadır.
Gelelim esas meseleye. Vahyin tespitini içtihada bırakmak tabirine bakar mısınız? Vahiy derken insanların aklına Kur’an’ın gelmesi amaçlanmıştır. Böyle olunca insan hemen “Kur’an içtihatla nasıl tespit edilir!” tepkisi verilsin diye. Oysa hinlik yapılmaktadır. Hinliğin birinci yönü sünnetin vahiyle hiçbir bağının olmadığını iddia etmektir. Bize göre sünnetin hepsi vahiy değildir, ama sünnette vahiy unsuru bilgiler muhakkak vardır. Konu uzun olduğu ve başka çalışmalarımızda ele aldığımız için şu kadarını söyliyeyim ki, Kur’an’da Kur’an dışındaki iletişimler için vahiy kelimesinin kullanılamayacağına dair en ufak bir işaret yoktur, tam aksine çeşitli iletişimler için Allah vahiy kelimesini kullanmıştır. Yine Kur’an’da Allah’ın Kur’an dışında Resul’u ile iletişim kurduğunu gösteren ayetler vardır.
Hinliğin asıl ikinci yönüne gelince cerh-ta’dil ulemasına, kısaca muhaddislere hiçbir zaman vahyi belirleme yetkisi verilmemiştir ve amaçları da vahyi belirlemek olmamıştır. Onların amacı, Hz. Peygamber’e isnad edilen bir sözü tespit etmektir. Yani sözün Hz. Peygamber’e ait olup olmadığını belirlemektir, onun vahiy olup olmadığını değil. Bir alim bir raviye güvenilir dediğinde o sözün zann-ı galip ile, (yani yüzde yüz bile değil) Hz. Peygamber’e ait olduğu anlaşılır. Aynı raviye başka bir alim güvenilmez dediğinde o alime göre o sözün Hz Peygamber’e ait olma ihtimalinin zayıf olduğu anlaşılır. Dolayısıyla cerh-ta’dil alimleri sözün vahiy olup olmamasını değil, aidiyetini tespit etmektedir. Bu noktada şunu ifade etmek gerekir ki, Islamoğlu bir ravi hakkında iki zıt görüşe sahip alimlerden örnek vermektedir. Bu da ayrı bir hinliktir.
O zaman şunu soralım: İslamoğlu bir ravi hakkında alimlerin ittifak ettiği durumları -ki, bunlar diğerinden daha çoktur- vahiy olarak kabul edecek midir? Yani ihtilaf olmadığına göre o hadisleri vahiy kabul etmek durumunda kalsa gerektir. Bu onun sorunu, ama biz yine de vurgulayalım ki, tüm muhaddisler ittifak etse de onların ittifakı o sözün vahiy olduğunu göstermez, sadece büyük bir ihtimalle o sözün Hz. Peygamber’e ait olduğunu gösterir. Bundan sonra ikinci aşama gelir ki, o da bu sözün bağlayıcılık değerini veya vahiyle irtibatını ortaya koymaktır. Bu da fakihin yahut akaid alimlerinin değerlendirme alanına girmektedir.
Bu noktada denilebilir ki, Hz. Peygamber’in söz ve davranışları içinde vahiy olanlar da vardır, olmayanlar da. Ve muhaddis bunun bilincindedir. Hz. Peygamber’in sözü sabit olduktan sonra sözünün vahiy olup olmaması ciddi bir değerlendirme konusudur. Zaten ulema da bu konuda cehd göstermiş, çeşitli tasnifler yapmış ama bazen ihtilaftan da kurtulamamıştır. İşin tabiatında da bu vardır.
Yukarıdaki iddiada geçen “zannın hiçbir türü hakikatin yerine geçemez” ifadesi mugalatadan başka bir şey değildir. Hadîs Tarihi ve Usulu adlı çalışmamızda hadis-zan konusunu detaylı bir şekilde ele aldık, ancak burada şu kadarını söyliyelim:
Bir: Zandan maksat şekk veya şüphe ise bu doğrudur. Yani şekk ve şüpheli bilgiden yola çıkarak amel veya inanç inşa edilemez.Ancak zannın ne manada kullanıldığı sürekli karıştırılmaktadır. Bu da tartışmaları tetiklemektedir. Ki, bağlama bakılırsa zan denince yakın, yani kesin olmayan şey kastedilmektedir. Bu durumda kesin olmayan şeyler içine de zan, şekk ve vehim de girmektedir. Bu da zannı şekk veya vehim eşitlemektedir. Oysa zan ile diğerileri farklıdır. En basit ifadesiyle Mutezile dahil tüm alimler yakinî ve zannî bilginin amel değerini tartışmışlar,Mutezile dahi en azından zannî bilginin amelî değerini kabul etmiş, ancak şekkî bilginin durumunu bahis konusu bile etmemişlerdir. Herhalde zannı şekk-şüphe yerine kullanmak, çoğu kere Türkçe’de kazandığı anlam dikkate alınarak karıştırılmaktadır.
İki: Zandan maksat şüphe değil de galip zan ise (bunu kastettiklerini pek zannetmiyorum ya!) bu durumda “hakikat” denilerek bir başka yanlış yapılmaktadır. Yani zann-i galip hakikat adına hiçbir anlam gelmemekte midir? O zaman hakikat ne demektir? Şayet maksat Allah, tevhid, ahiret, nübüvvet gibi temel imani konular ise elbette zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez. Kur’an’ın hakikat karşısında zanna hiçbir değer vermemesi de bu anlamdadır. Ancak bu ifadelerin bağlamına baktığımızda hakikat de genel kullanılıyor.Sadece itikad değil, sanki her türlü bilgi kastediliyor. Böyle ise zannın hakikat ifade etmeyeceği önermesi külliyen hatadır. En azından amelî meselelerde zannın amelî gerçeği ortaya koyması bütün mezheplerce ittifakla kabul edilen bir noktadır.
Son bir iddiaya değinelim. Buna göre, “sünnet vahyini kabul etmenin Kur’an’ın yetersiz olduğu düşüncesinden kaynaklandığını ileri sürenler de vardır. Kur’an’ın yetersizliği düşüncesi de Yahudi- lerin Tevrat’ın yetersizliği düşüncesini hatırlatmaktadır.” İlginç bir mantık örgüsü kurulduğu anlaşılmaktadır. Sünneti bir delil kabul eden hiç kimse ama hiç kimse bunu temellendirirken Kur’an’ın yetersiz olması gibi bir argümanı hiç mi ama hiç dillendirmemiştir. Böyle bir ifade söylenebilir mi? Ne demek Kur’an’ın yetersizliği? Kur’an’ın yetersizliği eksik oluşunu çağrıştırır. Böyle bir şey denilemez ve denilmemiştir. Sünnet ancak Kur’an’ın beyanı olabilir. Hatta yeni ortaya çıkan meselelerde ulemanın içtihadı da Kur’an’ı beyan olarak anlaşılmalıdır. Ulema bu meselelerde Allah’ın muradını tespit etmeye çalışmışlardır. Bu yetkiyi de onlara Allah vermiştir.
Şimdi “Kur’an bu meselede bir şey dememiş mi ki, ulema kalkıp İslam adına konuşuyor? Kur’an bu konuda yetersiz mi ki, ulema bu eksikliği gideriyor?” denilebilir mi? Olacak iş değil! Bunun cahillikten öte bir anlamı yoktur. O halde tekrar vurgulayalım ki, ulema tarafından en güzel ifadesiyle “sünnet Kur’ân’ın beyanıdır, tefsiridir” denilmiştir. Biraz daha ileri bir ifadeyle “Kur’an sünnet üzerine değil, ama sünnet Kur’an üzerine kadîdir, hükmedicidir” denilmiştir. Bununla kesinlikle sünnetin beyan edici özelliğine mübalalağalı bir ifadeyle vurgu yapılmıştır. Yani bundan maksad bellidir. Ama öyle anlaşılıyor ki, sünnetin delil veya vahiy oluşuna sıcak bakmayanlar önce
meseleleri yanlış anlamakta ısrar etmektedir.473
Prof.Dr.Yavuz Köktaş – Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf;223-227