Hayvani Aşk Duygusu Hakkında
Bilmelisin ki tutkuların en bayağısı, hayvani aşk duygusudur. Bu, dikkati belirli bir kişiyle cinsel birliktelik isteğine hasretmektir ve ancak zayıf akıllı ve basit düşünceli kişilerden hâsıl olur. Bazen bu hastalık nefsi ve bedeni helak eder. Bunun tedavisi [şu yollarla gerçekleşir]: Düşünceyi aşık olunan kişinin özelliklerinden alıkoymak, bir başkası ile nikahlanmak ve güzellikte ondan üstün olana bakmak; tutkusundan kurtulması için daha ince düşünme ve hassas bir bakışı gerektiren ilimler ve zanaatlarla meşgul olmak, âlim ve nezih insanların meclislerinin devamlı katılımcısı olmak, onlarla birlikte nüktelere ve ince bilgilere dalmak, kötü hayaller doğuran konuşmalardan kaçınmak ve aşıkların hikayelerinden ve şiirlerinden uzak durmak, sonra maşukuyla vuslattan kaçınmak, ondan haber alamayacağı ve onunla bir arada olma ümidini keseceği bir sefere çıkmak.
Nihayet o kişi bu hali zihninden siler. Bilmek gerekir ki bu bahsedilen, maşukun sıfatlarıyla mutlu olunan, onun hareketiyle de durmasıyla da mesrur olunan iffetli aşk değildir. Nitekim bunun hakkında “Aşk, mahbubun ayıplarını saklayan bir körlüktür” denmiştir. Böylesi bir aşk insan tabiatının temizliğinden ve nefsin saflığından kaynaklanmış olup son derece övülen bir şeydir,nefsin madde dünyasının engellerinden sıyrılmasına da yardımcı olur.
Çünkü bu, dağılmış ilgileri tek bir ilgiye toplar. Kapalı değildir ki gayelerin gayesi ve varlıkların nihai kemali, Hak olan Bir’e olan aşkı engelleyen, bedenî alakalar, duyusal meşgaleler ve maddeden kaynaklanan kirlerdir. O alakalar bu aşk sayesinde bir kişide toplanırsa o kişi hakikatin köprüsü ve gerçek mutluluk derecesinin kaynağı olur. Şair şöyle der:
“Âşıklar üç gruptur; bir grup ahlâkın kemâlâtından yoksundur, bir grup güzele aşıktır, bir diğeri de ancak Hallâk’ın sevgisine razıdır.”
Tembellik, en düşük rezilet türlerindendir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Sizi sadece boş yere yarattığımızı mı sandınız?” (Muminûn, 23/115). Müellif sonra tembelliğin sonuçları olan çok sayıdaki araz ve eklentilerinden bahsetti. Fakat bunların içinde neticesi en kaçınılmaz olan, insanın hayatta faydasına olan şeylere riayet etmemek ve ahiret mutluluğunu kazanmaktan geri durmak suretiyle nefsin uzun vadede helakidir. Bunlardan doğan acılar ise insanların nefislerinin helak olmasıdır. Ve bedenin helakidir ki bu daha kısa vadede olur. Bu da Allah’ın insanı var etmedeki hikmetine muhalefetle, cömertlik ve ihsan bahşetmede O’nun yüceliğine karşı gelmekle olur. Mesela bu, kişinin eşi ve çocuklarının ihtiyaçlarının temini için yerine getirmesi gereken görev ve yükümlülüklerini ihlal etmesidir ki bu görev ve yükümlülükler türün ve neslin devamını sağlayan şeylerdir.
Türün ve neslin devam etmemesi ise manevî anlamda bedenin helaki demektir. Bu, yani tembellik insanın cansız olması gibidir, hatta daha aşağı bir haldir ve insan türünün yönetme ve çekip çevirme becerisini kaybettiği bir yola girmesi demektir. Yine insanın yaratılışındaki hikmetin ortadan kaldırılması demektir ki bu hikmet, âlemin düzeni için faydalı olanı yapmaktır. Şüphesiz ki insanın bu vazifesinden geri durması kulların yaratılışındaki hikmeti ortadan kaldırır.
Bu, aynı zamanda başlangıç ve âhiret durumları hakkındaki bilgiden de geri durmaktır ki bu da hasarını hiç kimsenin telafi edemeyeceği ve arızasını kimsenin onaramayacağı büyük bir hüsran ve acı veren bir azaptır. Sonra müellif, böyle bir kişi çalışkan ve gayretli Mizanlarla oturup kalkmalıdır sözüyle bunun tedavisine işaret etti. Bu da gücü harekete geçene ve nefsi faziletleri istemeye yönelinceye kadar daimî olarak düşüncesini onlarla aynı raddeye vardırması, şöhret ve üstünlük vesilelerine yönelmesi, servet ve bolluk sahibi olmayı güzel görmesiyle olur.
Ve çalışmanın faydalarını düşünmelidir, yani çalışmanın neticelerini ve bunların sahiplerine kazandırdığı dünya ve âhiret mutluluklarının faydalarını düşünmelidir. Onların hikayelerini dinlemelidir, yani çalışkan insanların serüvenlerini dinlemelidir ki bunlar isabetli bir düşünce ile dinleyende adamlığı harekete geçirir ve onu yüce makamlar ve derecelere, itibarlı ve prestijli konumlara ulaşmaya teşvik eder. Ayrıca tembellerin Allah, resûlü ve bütün insanlar katındaki yergisine ve onların her iki dünyadaki kötü akıbetlerine kulak vermelidir. Zira bu tür şeyler apaçık bir kayıptır.
Aylakların yerilen ve zemmedilen halleri ile çalışkan insanların güzel hali ve övülmelerinin böyle tembellerin nefislerini diriltmesi ve bu tür iyi şeyleri dinlemenin onlara heyecan vermesi umulur. Bunun gibi, terkedilmesi kişinin güzel müslüman olmasından sayılan boş işlerle iştigal de tembelliğin yol açtığı şeylerden sayılır. Zira boş işlerle uğraşan bir kimsenin cansız varlık gibi sürekli bir konumda bulunması ve tek bir odakta durması mümkün değildir, aksine o, sadece hevası gereği arzuladığı şeye doğru hareket eder, hatta insanları işlerinden alıkoyar ve onları yöneldikleri amaçlarından saptırır, dolayısıyla onun yokluğu varlığından daha hayırlıdır.
Üzüntü, nefsin istenilen şeylerin yokluğu ve sevilen şeyin kaybından duyduğu acıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘’Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de’’ (Yûnus, 10/62). Zira Allah dostları ancak Hayy ve Bakî olanı isterler, onlar için sevilenin kaybı diye bir şey yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Elinizden çıkana üzülmeyesiniz diye ’ (Hadîd, 57/23). Bu hastalığın kaynağı cismânî tatlar ve dünyevî arzular türünden istendik şeylerin hepsinin olmasını beklemek, onların daimî olacağım vehmetmektir, onların sürekli olması için aşırı tutku ve hevesli olmaktır.
Bu da anlam bakımından açgözlülüğe yakındır. Bu beklenti ve vehim cehalettir ye nefsin zorunlu olan şeyler hakkında kafa karışıklığı içinde olmasıdır. Zira gözlem, istenilen şeylerin çoğunlukla elde edilemediğine hükmeder. Aynı şekilde zorunluluk da oluş ve bozuluşun tabiatına ve âhiretin bunun ötesinde olduğuna hükmeder. Akıl sahibi kimse dikkatle bakarsa farklı bileşenlerden oluşan her şeyin ve karşıt özelliklerden bir araya gelen her varlığın bâkî kalmasının zorlama ile ve fani olmasının da doğası gereği olduğunu,doğal olmanın da zorunlu olarak zorlamaya baskın olduğunu bilir.
Böylece bu alemdeki bileşik varlıkların daimî bir şekilde varolmasının imkansızlığını kavrar ve bunun bâtıl bir şey olduğundan emin olur. Resûl-i Ekrem (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Bu dünyada sağlıklı kimse hastalanır, hastalanan ihtiyarlar, muhtaç olan üzülür ve müstağni olan kimse fitneye düşer? (İbn Kayyum,İddetüs sabirin ve zehiratü-ş şakirin,syf;192) Hasan-ı Basrî (r.a.) der ki: “Dünya, uykudaki rüya veya zevale mahkum bir gölge gibidir. Aklı başında olanlar, bu gibi şeylere kanmaz ve Hz. Peygamber’in (a.s.) şu hadisini hatırlar: “Mümin, bir delikten iki defa sokulmaz?(Buhari,Edeb,83)
Sonra müellif, şu sözüyle bu hastalığın tedavisine işaret etti: Bu hastalığa yakalanan kişi kalıcı salih amellere yönelmelidir. Bu hayırlar dünyanın gecesinde ve âhiretin gündüzünde doğan güneşlerdir. Bu güneşler, cehalet meydanının yarasalarının nazarında sönse de ebediyen batmazlar.
Öyleyse bu hastalığa düşen kişi daimî olarak kalıcı olan ile kaybolup giden şeyleri ayırdetmelidir, birinciye tutunmak ve İkinciyi defetmelidir, mukaddes süratlerdeki temiz şeyleri edinmeli ve maddî varlıkların kirli şeylerinden geri durmalıdır, varlıkları yoklularına yol açan, kalıcı olmaları fani olmalarını gerektiren şeylerin ihtiyaç miktarıyla ve susayanın susuzluğunu giderecek kadarıyla yetinip gerisinden kaçınmalıdır, aç çıkıp tok dönen kuşları örnek almalıdır, hayvanların apaçık gördüğü hallerinden ibret almalıdır, çaba sarfedip yığan, sahip olup biriktiren sonra da terkedip göçüp gidenin halinden ders almalıdır.
Aklı başında olan bir kimse yokluğu zorunlu olan ve kalıcılığı da imkansız olan şeylere himmetini nasıl yöneltir, bunlar için nasıl çaba harcar, zevâli mümkün olmayanı, değişip oraya buraya gitmesi imkansız olanı nasıl reddeder? Böyle yapmak ancak ömrü ziyan etmek ve acemi cahilin işi değil midir? Aklı başında olan, işlerin sonuçlarını görür ve başına gelenlerden tasa duymaz, cahil ise işlerinde tedbir sahibi değildir ve aniden karşılaştığı durumlarda ızdırap duyar. Nice hüzünlü insanlar vardır ki mecburen teselli ve tahammüle sarılırlar. Halbuki sana düşen basiret ve ibretle işin başını sonu gibi görmen, her şeyden önce sekinet ve vakar içinde hüznü kendinden uzak tutmandır. Aynı Hz. Ali’nin (k.v.) dediği gibi: “Yüce gönüllü insanların sabrıyla sabret, yoksa hayvanların tesellisiyle avunursun.” Şair de şöyle der:
Cahil, başına gelen belalarda akıllının yaptığını yapar, fakat iş işten geçtikten sonra.”
Dünya nimetlerini, Allah’ın kendisine faydalanması için verdiklerini emanet olarak düşünen kimse onların geri alınmasıyla hüzünlenmez, iadelerine karşı tasalanmaz, hele bunlarla, varlığı ebedî ve daimî mutluluklar kazandıysa böyledir.
Bil ki müellif nefsin üç gücünün temel hastalıklarını bitirdikten sonra bu hastalıkların doğurduğu tâli hastalıklara geçti ki bunlar yedi tanedir.
Bunların ilki hasettir. Bu, bütün güzelliklerin başkalarının elinden çıkmasını isteyip kendi elinde toplanmasını temenni etmektir. Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi haset de iyilikleri yer bitirir.’’(Ebu Davud,Edep,64)Hasedin kaynağı açgözlülüktür ve bütün güzelliklere tek bir insanın sahip olmasının aklen imkansız olduğunu bilmemektir. Bir şeyin imkansız olduğunu bilen kimse onu nasıl isteyebilir? Hasedin açgözlülükten kaynaklanmasına gelince bunun sebebi şudur:
Kişi başkalarının elinde tuttuğu şeyleri görünce, cehaleti sebebiyle, bu kimselerin, kendi elde etmek istediği şeye engel olduğu zehabına kapılır ve bu durum onda kayıp, ölüm, gasp, öldürme gibi yollardan biriyle o şeyin sahip olan kimselerin elinden gitmesine yönelik aşırı bir açgözlülük hali doğrurur; işte hasede kastedilen budur. Bazı âlimler dedi ki, şeytanın insana kendileri kanalıyla geldiği üç güç vardır. Bunlar şehvet, öfke ve hevadır. Şehvet hayvanî, öfke yırtıcı ve heva da şeytanîdir. Şehvet bir afettir, ancak öfke ondan daha büyük bir afettir, öfke de bir afettir, ancak heva ondan daha da büyük bir afettir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah, çirkin içleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar” (Nahl, 16/90). Buradaki çirkin işler şehvettir, fenalık öfkedir ve azgınlık da hevadır. İnsan şehvet ile kendine zulmeder, öfke ile başkasına zulmeder, heva ile ise Rabbîne karşı zalim olur. Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurur: “Üç tür zulüm vardır; bir zulüm vardır ki Allah onu affetmez, bir diğerinin peşini bırakmaz, diğer bir zulüm daha vardır ki Allah’ın onu affetmesi umulur. Allah’ın affetmediği zulüm şirktir. Arkası bırakılmayan zulüm, kulların birbirlerinin haklarına tecavüz- dür. Affedilmesi umulan zulüm ise kulun kendine yapmış olduğu haksızlıktır”(Abdurrezzak,Musannef,XI,183)
Şehvetin neticesi açgözlülük ve cimriliktir, öfkenin neticesi böbürlenme ve büyüklenmedir, hevanın neticesi ise küfür ve bidattir. Bu altı özelliğin insanda bir araya toplanmasıyla yedinci bir özellik meydana gelir ki o da hasettir ve haset yerilen huyların dip noktasıdır; aynen şeytanın zemmedilen fertlerin en berbatı olması gibi. Bundan dolayıdır ki Allah insanda bir araya gelen kötülüklere Felak sûresindeki “Kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden’’ (Felak, 113/5) ifadesinde haset damgasını vurmuş ve aynı bunun gibi şeytanî kötülükleri de Nâs sûresinde “İnsanların kalplerine vesvese sokan,(insan Allahı andığında) pusuya çekilen cin ve insan şeytanının..(Nâs,114/56) ifadesinde vesvese damgasını vurmuştur.
Burada, bağlam ayrıntılarını kaldırmadığı için terkettiğimiz başka incelikler de vardır. Bunun, yani hasedin sonucu devamlı ve şiddetli bir üzüntü içinde olmaktır. Esasen Allah’ın nimetlerinin hesabı ve sayımı imkan dahilinde değildir, O, her an cömertlik ve ihsanda bulunma halindedir, tüm kudretiyle karşılıksız vermektedir.
Ha-setçi her hayır ve nimete karşı tasalanınca daimî bir üzüntü ve ayrılmaz bir öfke ona yapışır kalır. Bununla birlikte böylesi kimsenin ömrü ve müddet-i hayatı sona erene kadar tasası bitmez, isteği de hâsıl olmaz. Böylesine feci bir hastalıktan ve şiddetli bir tasadan Allah’a sığınırız. Açgözlülük ve cehaletin zikredilen tedavisi ne ise hasedin tedavisi de aynısıdır, zira netice, sebebin ortadan kaldırılmasıyla izale olur. Bunun en kötüsü, yani açgözlülük türleri içinde en kötüsü âlimler arasında İlmî gayelerle meydana gelendir. Bu, dünyevî menfaatler alanının bir yerde bitmesi ve sahalarının darlığı sebebiyle herkesin bunları paylaşmasının neredeyse imkansız olmasından dolayıdır.
Bu tür faydalardan birinin pay alması ancak bir başkasının bundan yoksun kalmasıyla gerçekleşir. O menfaatleri talep eden kişi, doğrudan diğerini istemeyebilir ve hatta başkasının zararını da çirkin görebilir. Ama istediği hayrı elde etmeye çalışırken bu durumla yüz yüze kalabilir. Oysa ilmî menfaatler böyle değildir.
Şöyle ki âlimlerden birinin nasibi bir diğerinin mahrumiyetine dayak değildir. Çünkü ilmî menfeatler maddeden soyut olması nedeniyle eksiklik ve kayba uğramadan arınmıştır ve ortaklık ve paydaşlık kabul eder; bağış ve infakla azalmaz, aksine verdikçe hazzı artar, faydası yaygınlaşır. İşte bunlara haset eden kötü bir tabiat ve kirli bir vicdan üzeredir. Bu nedenle de ilmî menfaatlerde haset, açgözlülüğün en fena çeşitlerindendir. Allah bizi ve sizleri böyle bir felaketten muhafaza etsin, böyle kör eden bir fitneden bizi ve sizleri sakındırsın!
İkincisi, gıpta, tüm güzelliklerin, başkasının elinden gitme beklentisi olmaksızın bunların kendinde bulunmasını istemektir. Başkasının elinden gitme beklentisi olmaması ifadesi, bununla haset arasınındaki farkı gösterir. Bu vasıf, yani gıpta, nefsin uhrevî mutlulukları bakımından övülürken dünyevî işler bakımından açgözlülük sayılır ve zemmedilmiştir. Açgözlülüğün meydana gelmesi ve tedavisi geçmişti, bunun tedavisi de aynıdır.
Üçüncüsü olan tamah, haketmeksizin ve bir şeye karşılık olmaksızın başkasındaki bir hayra nail olmak beklentisidir. Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: “ Tamahın sürüklediği kul ne kötü bir kuldur.’’(Tirmizi,Kıyame,17) Hz. Ali de (k.v.) der ki: “Akıllar için en sersemletici yerler tamahlarının şimşeklerine maruz kaldığı yerlerdir.” Tamah açgözlülükten, tembellikten ve insanların ihtiyaçlarında yardımlaşması için Allah’ın koyduğu hikmeti bilmemekten kaynaklanan aşağılık bir haldir. Bu haldeki kişi hürriyetten uzak ve zelil bir kimse olup canlıların en rezilidir ve namusunu alçaklığa maruz bırakan bir kimsedir.
Her talep sahibi hedefine muhtaçtır ve bu bakımdan onun kuludur, öyleyse tamahkâr da dünyalıkların peşine düşenden ihsan bekler ve bu, varlıkların en değersizi olan dünyalıkların kuluna kul olur. Bunun yanısıra o, kulların en rezili ve en kötüsüdür, zira efendisine hizmetin hakkını yerine getirmez ve O’nun nimetlerinin hakkım ödemekten de uzaktır. Halife Hz. Ali (r.a.) şöyle der: “Tamah, ebedî köleliktir.” Bunun tedavisi karşılıklı iş görme ve alıp vermenin hikmeti üzerinde düşünmektir.
Zira âlemin düzeni, hediye ve armağanlar da dahil kişinin kendisinin kazanmadığı şeylerden vazgeçmesiyle sağlanır. Yine bunun ilacı, himmetin gelip geçici durumlardan yüce tutulması için nefsin aklî hazlara teşvik edilmesi, hür insanlarla bir arada olmak, onların hikaye ve hikmetli sözlerini dilemektir. Hz. Ali’den (r.a.) aktarılan şu rivayet buna örnektir; “Ölmek, zillete boyun eğmekten hayırlıdır, azla yetinmek tevessül etmekten hayırlıdır.’’Denilmiştir ki, hür Allah’a tevekkül eden kimsedir, yani haketmediğini istemeyen, aksine kendisine yaraşan ve istidadının gerektirdiği şeyi Allah’ın ona bahşettiğini bilen kimsedir.
Dördüncüsü kin, insanın içinde gizli ve daimî olan öfkedir, Allah Teâla şöyle buyurur: “Kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin tutturmaT (Haşr, 59/10). Düşmanın sıkıntısına sevinme, kinin uzantısı olan duygulardandır ve bunun tedavisi öfkenin tedavisinden daha zordur.
Kin, ancak kişi ile kin duyduğu insan arasında gerçek ve sürekli bir kardeşlik düşüncesiyle izâle edilir. Zira aynı türden iki fert arasında içten gelen bir yakınlaşma söz konusudur. Âyette şöyle buyrulur: “her kimin cezası, kardeşi (öldürülenin velisi) tarafından bir miktar bağışlanırsa (Bakara, 2/178). Burada asıl olana ve iki kişi arasındaki bağa itibar etmeli, dinen ve aklen uygun olmayan işler haricinde kine yola açan olur olmadık bir şeye takılıp kalınmamalıdır.
Beşincisi, yalancılık, gerçekle örtüşmeyen şeyi söylemektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Vay haline, her yalana ve günahkâr kişinin (Câsiye, 45/7). Hakikate aykırı bir inancı ifade etmesinden dolayı dilsizlikten daha büyük bir kötülüktür ve laf taşıma, iftira, karalama ve alay gibi birçok zararı peşinden getirebilir. Hâlbuki doğruluk, âlemdeki düzenin temel unsurlarından biridir ve eğer doğruluk ortadan kalkarsa âlemin düzeni bozulur, bekâsı ve devamı sona erer. Doğruluk, övülen tüm şeylerin esasıdır, peygamberlik binasının direğidir, takvanın neticesidir ve fetva işinin eksenidir; hayırlara götüren vesiledir. Eğer doğruluk olmasaydı dinin hükümleri geçersiz olurdu. Yalancılığın sebepleri çoktur, ancak bunların içinde en baskın olanı, yalanla adi bir menfaate ulaşmaya çalışmaktır.
Bunun tedavisi için yerilen türden neticeleri, itimatsızlık ve hafife alınma hatırlanmalıdır. Zira herkes doğal olarak bundan nefret eder, çok yalan söyleyen biri de böyledir, o yalanın kendisine nispet edilmesine razı olmaz, hatta bundan eziyet duyar. Yalancının sözüne güvenilmez ve hatta insanlar böyle birinin lafına bile bakmazlar. Yalancı insanlar arasında hafife alınır ve bu durumda etkisi ve zerafeti kaybolur. Yine tedavisi, insanın kendisine mahsus vasfının, onun konuşma üstünlüğü olduğunu düşünmesidir.
Dilin en önemli gayelerinden biri, bir başkasına üç zaman diliminden birinde gerçekleşmiş ama kişinin habersiz olduğu şeyleri bildirmektir, yalan ise bu gayeyi yok eder, gayenin yokluğu ise bu gaye sahibini de abes kılar ve kim Allah’ın insana emanet olarak verdiği üstünlükleri ortadan kaldırırsa nankörlüğün en ilerisine geçer. Tüm zamanlarda gerçek olana aykırı düşünceyi ifade etmek bu kötülüğü daha da artırır.
Altıncı ve yedincisi müellifin şu sözüdür: Yalan yere övünme, kendini beğenmeden kaynaklanır, bundan da iki yüzlülük sâdır olur. Yani yalana kendini beğenme de katıldığında bundan yalan yere övünme meydana gelir. Allah Teala şöyle buyurur: “Sanma ki ettiklerine sevinen, yapmadıkları ile övülmek isteyenler, evet, sanma ki onlar azaptan kurtulacaklardır.’’ (Al-i îmrân. 3/188). İnsanlar hakkındaki düşüncesini onların hayrına imiş gibi söyleyip onların kötülüğü ve hilafına olanı saklamak ise nifaktır.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “insanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Hatta böylesi kalbinde olana (samimi olduğuna) Allah’ı şahit tutar. Halbuki o, hasımların en yamanıdır ‘’ (Bakara, 2/204). Bu haber verme ister sözlü ister fiilî olsun eğer onların kötülüğüne ve hilafına olanı saklamak değilse bu riyadır; insanın iç hallerine delalet eden hareketler gibi. Söz insanın gıyabında söylenirse söz için yapılırsa buna “nam alma” denir. Riya sadece sevgide olursa buna da dalkavukluk denir.
Bilmelisin ki söz konusu altı özelliğin doğurduğu erdemsizliklerden biri de cimriliktir. Hz. Ali (r.a.) şöyle der: “Cimrilik, ayıpların bütün kötülüklerini kendisinde toplar.” Tüm kötülüklerin başını cimrilik çeker. Bu ya fakirlik korkusundan olur ve bu takdirde malların akıbeti ve yokluğa dönüşecekleri hakkında düşünmekle giderilir.
Ya da malla üstünlük sağlama isteğinden kaynaklanır ve bu durumda üstünlüğün kendisine ait değil mala ait olduğu, kendisinin malın hizmetçisi ve bekçisi olduğu düşünüldüğünde giderilir. Bu hususta gurura kapılma bahsinde söylediklerimiz yeterlidir. Ya da sakınılan şeyle zatî ilişki bulunmasından kaynaklanır ve bu durumda onun cevherinin üstünlüğü ve mertebece heyûlânî şeylerden uzak olduğu düşünüldüğünde giderilir.
Bilmelisin ki her bir hastalıktan kurtulma hakkında söylenenleri iyice kavrarsan ve bunların tedavisi hakkında belirtilen ilkeleri aklında tutarsan, basit olsun bileşik olsun hastalıkların sebeplerini çıkarmak ve zorlandığın tedavi ve maksatları bilmek sana kolay gelecektir.
Şerhu-l Ahlak-i Adudiyye – Taşköprülüzade Ahmed Efendi
Müellif:Adudüddin el-Îcî’