Ev Yönetimi:Eşlerin İlişkisi

SerhulAhlak-Taskopru4 Ev Yönetimi:Eşlerin İlişkisi

 

Evle ilgili ikinci konu eşlerin ilişkisidir. Evlilik, bayağı ve diğer hayvan türlerinin de yaşadığı bir şey olan salt şehvet için değil, iki şey için istenir, îlk olarak nesli devam ettirmek ve ikinci olarak da evin düzeni için istenir ki dinin maslahatlarının yerine getirilmesi düzenli bir yaşamın kurulmasıyla olur. Müellif bundan sonra kadınlar için kaçınılamayacak olan üç sıkıta işaret etmiş ve şöyle demiştir: Kadınlarda akıl, iffet ve hayâ mutlaka olmalıdır. Akıl asılların aslıdır. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurur: “Nüveleriniz için araştırıp seçin. Çünkü damar çok çekicidir (kanın etkisi vardır)”(İbn Mace,Nikah,46) Yine Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurur: “Evlenen, ekim yapar, kişi nereye ektiğine baksın ”(Suyuti,Camiul Kebir,1,450) İffet soyun korunması, namusun korunması ve ele karşı emin olmak için zorunludur. Hayâ da herkes için, fakat özellikle kadın için zorunludur. Eğer kadınlarda bunlardan biri eksik olursa evliliğin amacı olan evin düzeni bozulmaya uğrar.

Bu sayılan özelliklere ilaveten asalet, zenginlik ve güzellik de varsa, bu, onlara sahip olmayandan daha tercihe şayandır. Önceki temel sıfatlar olmaksızın bu fazladan vasıflarla yetinmek, tâli olanı merkeze almak, aslî olanı devre dışı bırakmaktır ki bu, akla uygun olanı ters çevirmek, makbul olanı altüst etmek ve nassa muhalefet etmektir, isteyeni çok olduğu ve güzellerin akıllan zayıf olduğu için aşırı güzellikten kaçınmalıdır, sırf servete de bakmamalıdır. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.) “Kadınlar aklen ve dinen eksiktir”(Buhari,Hayr,6) buyurmuştur. Dolayısıyla akıl zayıflığı, onların akıllarının çabuk çelinmesi nedeniyle evliliğin bozulması ve edepsizliğe götürür. Sadece malı için talip olmak da böyledir ve ondan kaçınmalıdır, çünkü mal, kadının erkek üzerinde üstünlük kurmasını ve malını erkeğe kullanmasını gerektirir, bu da [kadın erkek arasındaki hiyerarşinin] tersyüz olmasına ve kıyasa aykırı davranmaya yol açar ve nihayetinde evdeki düzenin bozulmasıyla son bulur. Bazı muteber kimseler demiştir ki “Kadınların en iyisi akıllı, iffetli, onurlu, eşine düşkün, bakire, hür, soylu, başka soydan olan, eşine itaat eden ve evin düzenini sağlayandır.”

Eğer bunlara servet ve güzellik de eklenirse iyi tarafları tam olur, üstünlükleri zirveye varır. Bu özelliklerin bazısı olmasa da iffet ve akıl en önemlileridir Kadının güzelliği hususunda boy posta orta halli olması ve uzuvlarının uyumlu olmasıyla yetinmek daha uygundur. Çünkü aşırı güzel, taliplisi çok ve aklı kıt olacağından nadiren iffetli olur.

Erkeğin nikah bağı kurulduktan sonra şu üç şeyi gözetmesi gerekir. İlk olarak erkek faziletli davranışlar ortaya koymak, ayıplarını gidermek ve biraz serbest bırakmak suretiyle hanımında heybet duygusu uyandırmalıdır ki bu şekilde onun nezdinde saygınlığı olsun, kadın erkeğin isteklerine ve uygun görmediği şeylere riayet etsin, kocasını emri altına almaya ve kendisine itaat ettirmeye tamah etmesin. İkincisi, hanımını namahremden korumakla beraber ona layık olanıyla, konumuna uygun düşeniyle ve durumuna layık olan şeyle süslemelidir, yani hem elbisesini hem de görüntüsünü güzelleştirmelidir. Kadın, erkeğin evdeki vekili olduğundan erzak ve benzeri evle ilgili tâli işlerin tasarrufunda elini rahatlatarak onunla istişarede bulunmalı, kadının düşüncesinin zayıf olması sebebiyle büyük işlerde ona danışmamalıdır, böyle yaparsa evdeki düzen fesada uğrar ve bozulur, istişareyi bütünüyle terkederse de sonuç yine böyle olur.

Geçim işleri ve buna benzer harcamalarda mümkün mertebe karısının gönlünü hoş etmek ve kalbini yalnızlıktan kurtarmak için onu ev içinde güçlü kılmalıdır, kaldı ki kadınlar evin menfaatine olan şeyleri ve onunla ilgili harcamaları daha iyi bilirler. Hanımının akrabalarına ikram etmeli ve onları ziyaret etmelidir. Çünkü bu, mürüvvet için önemli bir eşik olduğu gibi, kadının kocasına karşı sevgisini artırır ve erkeğin bunu yapmamasının eşler arasında soğukluğa yol açması muhtemeldir.

Ve erkek, başka bir kadını daha üstün vasıfları olsa bile tercih ederek karışım kıskandırmamalıdır. Çünkü bu, karısının kıskançlığını kamçılar, gururunu zedeler ve sonunda erkeğin de yaşamı bozulur. Padişahlar ve benzerleri haricinde, erkeklere çok eşlilik için ruhsat verilmemiştir. Nitekim anlatımı uzun süren bir hikayede,Halid b. Safvân, Ebul-Abbâs es-Seffâh’ın yanında şöyle demiştir: “Araplar ikinci eş anlamındaki “ez-zarra” kelimesini zarar kelimesinden türetmiştir. Nikahında iki kadın olan kimse mutlaka zarar ve ıztıraptadır. Üç kadın, kazanın üç ayağı gibidir, kazan daima bunlar üzerinde kaynar. Dört kadın ise kocaya yönelmiş toplu bir şerdir, onu ihtiyarlatır ve hastalandırır. Genç bakireler de yarım erkek gibidirler.” Üçüncü olarak onun zihnini ev İşleriyle ve kafi miktarda geçim meseleleriyle meşgul etmelidir.

Aksi halde türlü süslerle ve göz önüne çıkmakla meşgul olur ve bu da türlü mefsedetlere, düzenin bozulmasına ve mahremliğin zarar görmesine yol açar. Nakledildiğine göre Haccâc, Velid b. Abdülmelik’e şöyle demiştir: “Kadın dediğin fesleğendir, ev kahyası değildir. Dolayısıyla bu hususta onları dinleme. Aksi halde seni zayıflatırlar. Onları süslerinden başka şeyle meşgul etme. Sakın ha onlara danışma. Çünkü onların görüşü, aptallığa yol açar. Kaynağı kadın olan izzet kırılgandır. Onları muhafaza ederek gözlerini koru. Kadını kendisini aşan işlere malik kılma ve başkası için şefaatçi olmasına izin verme. Uzun süre onlarla baş başa kalma. Kuşkusuz bu, senin aklını daha iyi korur ve erdemini daha bariz kılar.” Bu, Haccâc’ın sözüdür.

Erkek şu üç şeyden de kaçınmalıdır. İlki, hanımına aşırı sergi beslemekten kaçınmak, aksi takdirde sevgisi onu sarar ve sözü edilen üç ilke kaybolur gider. Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurur: “Bir şeyi sevmen seni kör ve sağır eder ”(Ebu Davud,Edeb,116) Eğer onun, yani sevgisinin mübtelası olmuşsa gücü yettiğince bunu gizlemelidir, eğer bunu gizleyemiyorsa aşka dair sözü edilen ilaçlarla tedavi olmalıdır. İkincisi, hanımına sırlarına muttali olma imkanı vermemelidir, çünkü sır saklamada kadınlara güvenilmez ve kadınların sırları bilmesi onları kocalarına karşı baskın kılar. Ve yukarıda geçtiği gibi kıt akılları sebebiyle büyük işlerde hanımıyla istişare etmemelidir. Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurur: “Kadınlarla istişare edin fakat onlara muhalefet edin”(Acluni,Keşfu Hafa,c:2,s:3) Bu büyük işlerde böyledir, basit işlerde ise danışılmalıdır ki bu kadarla kalpleri yumuşatılsın. Bununla birlikte bu küçük işlerde danışılmamasında da tam bir zarar yoktur. Erkek malının miktarını ondan, yani eşinden gizlemelidir. Çünkü eğer malı azsa, bu kadının kocasından yüz çevirmesine sebep olabilir. Şair şöyle der:
“Eğer kadınları bana soruyorsanız,
Ben görmüş geçirmişim, bir doktor gibi tedavilerini bilirim
Kişinin saçı ağarır ya da malı azalırsa
Onların sevgisinden nasibi olmaz.”

Eğer malı çoksa malına tamah edebilir ve bu da düzenin bozulmasına sebep olur ya da malın çokluğunu bildiğinden kocayı alışılmışın dışında yükümlülüklerle yüz yüze bırakır. Üçüncü olarak koca hanımını sefih eğlencelerden uzak tutmalıdır. Çünkü bu tür eğlenceler çoğu zaman şehvetleri alevlendirerek kötülüğe sebep olur. Ayrıca yabancılara bakmaktan da sakındırmalıdır. Ve yaşlı kadınlarla oturup kalkmaktan ve onlarla haşir neşir olmaktan da uzak tutmalıdır. Zira yaşlı kadınlar delikanlılarla oturup kalktıkları için akıllarının zayıflığına rağmen fesat sebebi olabilirler.

Müellif ev yönetimi ile ilgili erkeğe düşen sorumlulukları anlattıktan sonra kadına düşen sorumluluklara geçti ve eşine karşı kadına düşen şeyler olduğunu söyledi ki bunlar beş tanedir. İlk olarak kadın iffetli olmalıdır, bu açıktır. Mal hususunda kifayet sergilemelidir. Kocasından çekinmelidir. Fesada sebep olmadan kocalık hakkına riayet etmeli ve iyi geçinerek çok paylamamalıdır. Müellif eşlerin durumuyla ilgili önemli bir tavsiye ile konuyu bitirdi, o da şudur: Kim ki, az olsun çok olsun onun, yani karısının kötü bir şeyini, yani kötü halini sezerse mutlaka karışım boşamak suretiyle bıraksın.

Kötü şeyin çok olması halinde durum bellidir. Kötü şey az olsa bile bunun çoğalma ihtimali vardır ve o aşamadan sonra kötülüğün ortadan kaldırılması imkansızdır. Eğer boşama imkanı yoksa mal sarfederek kurtulma çaresine bakılır, sonra dayak, sonra da yatakta yalnız bırakmak gelir, sonra kocasından nefret ettirilmesi ve bir başka erkekle evlenmeye yönlendirilmesi için yaşlı kadınlar kışkırtılır. Nihayet kendisi ayrılma ve ilişkiyi koparmayı isteyinceye dek bir gözetici eşliğinde uzun bir yolculuğa çıkması şeklinde bir çareye başvurulur.

Denilmiştir ki, salih bir kadın şefkat ve sevgide anne gibi, dayanışma ve payına düşen nafakaya kanaat etme hususunda arkadaş gibi, hizmet, tahammül ve itaatte cariye gibi, suçlanması ve hizmetçilere ezasında zorba gibi, küçümsenmesi ve kendisinden yakınılması hususunda düşman gibi, hainlik ve malı telef etmesi hususunda hırsız gibidir. Yine denilmiştir ki, şu beş kadından kaçınmalıdır: Eski eşini arzulayan, malı ile kocasını minnet altında bırakan, eşinden sürekli dert yanan, namussuzluk eden ve asaletten yoksun olan. Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: “ Çöplükte biten gülden sakının.Dediler ki, ey Allah’ın resulü çöplükte biten gül nedir? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: O, kötü bir çevrede yetişen güzel kadındır”(Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, I, 272,)

Bilmelisin ki dinde kadınlarla ilgili yedi şart vardır.

Birincisi onlarla iyi geçinmedir. Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurur: “ Onlarla iyi geçinin” (Nisâ, 4/19). Hz. Peygamber (a.s.) ise vefat ettiği hastalığında şöyle vasiyet etmiştir: “Namaza dikkat ediniz, namaza. Bir de elinizde bulunan kölelerin hakkına riayet ediniz. Kadınlar hakkında Allah’tan korkun, Allah’tan! Zira kadınlar ellerinizin altındadır.”(Ebu Davud,Edeb,123-124)

İkincisi yönetimdir, müminin uyanık olması, kadınların hevâsına tâbi olmaması, onların yanında çok açılmaması lazımdır, çünkü böyle yaparsa onların nezdindeki heybeti kaybolur. Onlardan dine aykırı bir şey gördüğü zaman karşı koyarak ve üzerine giderek engellemeli ve onlarla istişare etmemelidir. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kadınlarla istişare edin fakat onlara muhalefet edin. Çünkü onlara muhalefette bereket vardır ”(Acluni,Keşful Hafa,c:2,syf;3) Hz. Ömer (r.a.) karısını bir şeyden alıkoymak istediği zaman ona şöyle demiştir: “Sen bu evde ihtiyacımız olmazsa bir oyuncaktan başka bir şey değilsin. Aksi halde evdeki gibi oturursun.” Başka bir rivayette şöyle denilmiştir: “Kadınlar fesleğendir, evin kahyası değildir.”

Üçüncüsü kıskançlıktır. Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Muhakkak ki ben çok kıskancım. Kıskançlıktan mahrum olanın kalbi tersyüz olmuştur ”(İbn Ebi Şeybe,Musannef,IV,53) Namahremin eve girmesi kıskançlık sebeplerindendir. Kabirleri, camileri, düğün dernek yerlerini ve kadınlı erkekli meclisleri ziyaretten kadınları alıkoymak da kıskançlıktandır. Buna karşılık kadınlar hakkında sû-i zanda bulunmamalı, hallerini araştırmamak ve kusurlarına bulmaya çalışmamalıdır.

Dördüncüsü, nafakayı sağlamadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler’’ (Furkân, 25/67). Sonra erkek, geçimde itidal ve helal yolu seçer. Eğer buna şüpheli şeyler karışırsa helali azığa, şüpheli şeyleri giysiye sarfeder. Zira haramla beslenen et cehenneme müstehaktır.

Beşincisi, dinî bilgileri öğretmektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun” (Tahrim, 66/6). Kişi, ailesine Ehl-i sünnet ve’l-cemaat akidesini, dinin mükafat ve cezayı gerektiren hususlarını, gusül, hayız ve nifas gibi temizlik hükümlerini, namaz ve orucun hükümlerini öğretir.

Eğer erkek bunları ihmal ederse kadına kocasının izni olmadan dışarı çıkmak ve bunları ulemaya sormak vacib olur.

Altıncısı, erkeğin eğer birden fazla eşi varsa nafaka, giyim, yatak ve geceleme hususlarında adaletli davranmalıdır.

Yedincisi, erkeğin hanımını eğitmesidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve {bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. (Nisâ, 4/34). Hz. Peygamberin (a.s.) pak zevcelerinden bir ay süreyle uzak durduğu rivayeti meşhurdur ve bu tefsirlerde yazıla gelmiştir.

Üçüncü unsura gelince, bu hizmetçilerin yönetimi hakkındadır, nasıl ki erkek ev için ruh, kadın beden gibi ise onlar da ev için bedendeki organlar mesabesindedir. Bunun nedeni, onlar olmadığı takdirde organların kullanılması ve yorulmasına ihtiyaç duyulacak hususlarda yeterliliğin onlarla sağlanmasıdır, öyleyse hizmetçilerin faydası, organların faydası gibidir. Onlar olmasaydı birçok iş erkeğin elinde birikirdi ve çok daha fazla hareket etmesi gerekirdi, bu da onun heybetini ve vakarını yok ederdi. Dolayısıyla onun, hizmetçilere ihtimam göstermesi gerekir. Bu bağlamda evin lideri genel olarak hizmetçilerin tümünü gözetip ıslah etmeli, sonra tek tek her birinin durumuna bakmalıdır. Evin reisi onların hallerini genel olarak gözetmeli, her birisine kendilerine uygun meşgaleler vermeli, onları kendilerine yaraşan ve uyan işlerle sorumlu tutmalı, onlara güç yetiremeyecekleri şeyleri vermemeli, farklı meşgaleler ve değişik işlerde çok çalıştırmamak, bir işten diğerine sevkedip koşturarak eziyet etmemeli ki sonunda bıkmasınlar. Allah’a onları kendisine nimet olarak verdiği için şükretmelidir.

Ona düşen haklarında adalet ve insafı gözetmek, zulüm ve baskıyı terketmek olmaklıdır. Özetle yapması gereken israfa ve cimriliğe varmadan hepsinin yiyecek, giyecek ve benzeri ihtiyaçlarını karşılamasıdır. Onların kötü işler yapmalarına, tartışmalarına ve başkalarına zulmetmelerine engel olmalıdır. Sonra ayrıntılı olarak tek tek hizmetçilerin durumları üzerinde durmalıdır. Bu da onları alırken neye bakacağı ve hizmet ederken peye riayet edeceğiyle ilgilidir. Mümkünse deneyerek alır, bu mümkün değilse dış görünüşten harekede karakter tahlili yapar. Zira beden, nefsin kalıbı ve onun kabuğudur, nefsini akılla güçlendirmemiş ve duyu elbiselerinden soyunmamış kimselerde bedenin şekilleri ve çizgileri, nefsin yapı ve huylarını izler.

İnceleyin:  Soru ilmin anahtarı

Bu itibarla çoğu şahsın fizikî yapısı huylarıyla örtüşür. Denilmiştir ki, çirkinin en güzel şeyi onun dış görüntüsüdür, öyleyse şaşı, eğik boyunlu ve topal gibi farklı fizikî özellikleri ve sıradışı görüntüsü olanlar ile cüzzamlı, tek gözlü, aksak ve benzeri engeli olanlardan uzak durulmalı, kolu bacağı düzgün, uzuvları uyumlu olanları seçmeli, orta zekalı haya sahibini, keskin zekalı arsıza tercih etmelidir. Çünkü ilki iffetli ve itaatkâr, İkincisi hilekâr ve kurnaz olur. İkinci hususa, yani hizmet ederken neye riayet edeceğine gelince, onların hizmeti sevgi, umut, zaruret ve korkuya dayanmalıdır. Kalplerinde sahipleriyle sürekli birlikte olduğu hissini yerleştirerek onların gönüllerini kazanmalı, içlerinden kendisinden uzak olma düşüncesi geçmemelidir. Çünkü onlar sahibinin malını paylaştıklarını, onunla aynı menfaatlere sahip olduklarını düşündükleri vakit sahipleri hakkında şefkati gözetirler ve hayırhahlıktan ayrılmazlar; ancak ondan cefa görürler, sağlam olmayan bir efendiliğe tanık olurlar ve korunaksızlık hissederlerse hizmetleri yoldan geçenin ya da uzun bir yola çıkmaya niyet etmiş ve sefer için azığını hazırlayan birinin hizmeti gibi olur ve böylece onlar ayrılacakları günü düşünerek sahibin malını aşırmaya, azıklarını habersizce biriktirmeye ve kendi ihtiyaçları için onları ele geçirmeye karar verirler.

Evin sahibi, kendi işinden daha önemli görerek ve onların maslahatını kendi maslahatına önceleyerek hizmetçilerin yiyecek ve içecek gibi geçimlerini temin etmelidir. Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuş-tur: “Onlar, Allah’ın sizin sorumluluğunuza emanet ettiği kardeşlerinizdir.O halde Allah kime kardeşinin sorumluluğunu verirse ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin ve onlara taşıyamayacağı yük yüklemesin; onlara taşıyamacağı bir yük yüklerse kendisi de yardım etsin’'(Buhari,İman,22) Hz. Aişe’den (r.a.) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamberin (a.s.) son tavsiyelerinden biri şöyledir: “Namaza dikkat ediniz, namaza. Bir de elinizde bulunan kölelerin hakkına riayet ediniz .”(Ebu Davud,Edeb,123-124) Ve hizmetçilerinin yoksul ve zavallı olmaları gibi durumlarından haberdar olmalıdır. Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünden sorumlusunuz.”(Buhari,Cum’a,11)

Mesela kişi himmetini onların sıkıntılarını gidermeye hasreder, dinlenme zamanları ve istirahat vakitlerini belirler, hizmetçilerin her birinin işini, kendi uhdesinden çıkarıp onun sorumluluğuna verir, böylelikle hizmetçinin sorumluluğu hafiflemiş olur ve onlar işlerinde daha dinç ve hizmetlerinde daha rahat ederler, gönülleri bezginlikle değil, ferahla dolar, yılgınlık ve tembelliği de üzerlerinden atarlar. Zaafîyet göstermeden onlara iyi davranmalı, yani hatalarına karşı müsamaha ve affediciliği elden bırakmamalı, aksine kabahatlerine göre ıslah edip doğrultma hususunda gevşeklik göstermeden orta yol üzere olmalıdır. Sert davranırken de zulmetmemelidir, bilakis onları telef edecek ve telef etmeye yaklaşacak denli azap etmek ve şiddetli ceza vermek veya kötü bir şekilde dövmek bir yana, sertlik ve kabalığa vardırmadan onların gönlünde heybetli ve büyük olmalıdır, çünkü bütün bunlar kişilik onuru ve mertliğe, hatta dinin hükümlerine aykırıdır.

Hatalarına karşılığını verirken cezalandırmada aşırıya gitmemelidir ve müsamahakâr da olmamalıdır ya da suçları hakettiğinin fazlasıyla cezalandırmamalıdır. Dinin hadlerle ilgili olarak onlara koyduğu miktarın hürlerinkinin yarısı olduğunu görmez misin? Öyleyse hizmetçilerle ilgili bu kaideyi gözetmek, onları ıslah ederken adalet ve hakkaniyet usûlünün kaybolmaması için hürlere lazım gelenin yarısını uygulayarak dengeyi korumak lazımdır. Birbirlerinden ayrışabilmeleri için her birisine diğerlerinin işinden farklı bir görev tayin etmelidir. Nasıl ki her bir organ kendine has fiilini yapıyorsa her bir hizmetçi de başka işleri değil, kendi tabiatına uyan belirli bir işi yapmalıdır. Yaptığı iş diğerlerinin işinden ayırdedilmediği zaman ya da biriyle diğerleri arasındaki kapasite farkı ortaya konulmadığında hizmetçiye usanç ve bıkkınlık gelir. Ve yukarıda bir hadiste geçtiği gibi, bünyelerinin yorgun düşmemesi, gayret ve sıkıntıdan usanmasınlar diye onları fazlaca sıkıntı veren işlerle yükümlü tutmamalıdır.

Denilmiştir ki, kölenin efendisi üzerindeki hakları yedi tanedir. Efendisi onu yediğinden yedirir, giydiğinden giydirir, ona gücünün üzerinde iş yüklemez, kendisine lazım gelen dinî hükümleri öğretir, günün işini bitirdiğinde efendisi onu gece hizmetimle sorumlu tutmaz, onu küçük görmez, onu vaktin farzlarını eda ederken işle yükümlü tutmaz ki ibadeti kazaya kalmasın. Dinen bir eksikliğe yol açmayacak hususlarda da müsamahakâr olur.

Bu konudaki temel ilke, yaptıkları işin maslahatına uygun düşen güzellik ve sertlik yolunu takip etmek, ufak hatalarına ceza vermemek, aksine müsamahalı ve affedici olmak, suçlarına karşı gevşeklik göstermemek ama işi, acı veren bir eğitim sürecine döndürmemek, tam tersi eğitim işinde mutedil olmak ve eğitimi, hizmetçiyi doğrudan azletme derecesine vardırmamaktır. Çünkü doğrudan azletmek, istikrarsızlığa ve kötü yaşantıya delalet etmesinin yanında, hizmetin faydasının da toptan gitmesine sebep olur. Zira böyle bir durumda yerine yenisinin alınmasına ihtiyaç duyulur. Yenisinin hükmü de ilkinin hükmü gibidir. Hizmetçiler bir kabahate tevbe eder ve sonra nehyedildikleri şeye tekrar dönerlerse cezayı artır ve düzelmelerinden umut kesme. Çirkin işlerde ve kabahatlerinde ısrar ederse, caymazsa ve eğitim güzellikle de kötülükle de fayda vermezse o zaman onu uzaklaştır ve diğer kölelerin arasından çıkart ki kötülük onlara da bulaşmasın.

Üzerinde tam bir otorite kurulması, kendisini hizmete adaması ve hürden farklı olarak ayrılmaya yanaşmayacak olması sebebiyle köle hizmetçiliğe hürden daha uygundur. Doğaları bakımından köleler üç sınıftın Doğası bakımından hür olanlar eğitim ve hizmet konusunda evlat yerine konulur. Doğası bakımından köle olanlara iş ve eğitim hususunda hayvanlar gibi muamele edilir. Şehvetin kölesi olanların ise ihtiyaç miktarınca şehveti giderilir ve başına kakarak ve hafife alınarak ağır işlerle meşgul edilir. Köleler kökenleri bakımından tasnif edilirse, Araplar fesahat ve dehalarıyla bilinir, buna karşılık serdik, arzu gücü ve kabalık onlara nispet edilir. Iranlılar akıl ve temizlikleriyle bilinir, fakat onlara hilekârlık ve ihtiras atfedilir. Rumlar vefakârlık ve sevgiyle tanınır, lâkin kınama ve cimrilik onlara isnat edilir. Hindiler sezgi ve zekayla tanınır, ama kibirli, hilekâr ve kötü niyetli olurlar. Türkler ise şecaatle tanınmalarına karşılık hainlik ve kabalıkla tanınırlar.

Evin dördüncü unsuru çoçuktur. Baba çocuğa güzel isim koymalıdır, duruma ve amaca uygun bir isim seçmelidir, çünkü çocuk güzel isimle 30 güzelleşir. Hz.Aişeden (r.a.) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (a.s.) çirkin isimleri değiştirirdi.(Tirmizi,Edeb,66) Rivayet edildiğine göre o, güzel ismi hayra yorardı.(Buhari,Menakıb,6) Çocuğu mutedil mizaçlı ve güzel ahlâklı bir sütanneye emzirtmelidir.

Çünkü emzirme insan doğasını değiştirir, hatta kötü mizaç ve kötü huylar bile çocuğa sirayet eder. Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurur: “ Çocuklarınızı düşük ahlâklı kadınlara emzirtmeyin, çünkü onların yakınlığı beladır, çocuğu da ziyan olur.”(Taberani,Mücemül Sağır,1,52) Yine Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurur: “Doğan çocuğa yedinci gününde akika kurbanı kesilir, (saçlarını kesme, temizlik yapma gibi) ondan eziyet verici şeyler giderilir, altı yaşına gelince eğitim verilir, yedi yaşına gelince yatağı ayrılır, on üç yaşına gelince namaza alıştırılır, on altı yaşına gelince evlendirilir, sonra babası onu karşısına alır ve şöyle der: Seni yetiştirdim, öğrettim ve evlendirdim, dünya ve âhirette seninle sınanmaktan Allah’a sığınırım.”(İraki,Tahricü’l İhya,2,272) Kötü şeylere tamah etmeden önce çocuğun temiz huylarım korumalıdır, çünkü çocuk, zihninin berrak ve alma istidanının iyi olması sayesinde her şeye, özellikle de aşırı ihtiyaç duyması sebebiyle insan doğasından olan hazlara kısa zamanda alışır. Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurur: “ Çocuklarınızı küçükken terbiye edin ki büyüdüklerinde içiniz ferah olsun ”(el Kütübi Vatvat,Gurrerul-hasaisi’l-vasıha ve ‘urrerü’n-nekasi’l-fazıha,1,45)

Eğer huyları kötü ise yukarıda ikinci makelenin başında geçtiği şekilde genel olarak huylarını tedavi etmelidir, özel olarak ise yeme ve giysiyi değersiz görmeli, bunların açlık duygusunu yatıştırmak, sıcak ve soğuktan korunmak için kullanıldığını, bu ikisinin amacının haz ve süs değil, sağlığı korumak ve avret mahallini örtmek olduğunu belletmek, envai çeşit leziz yemekler ve gösterişli elbiselerden soğutmalı, daha düşük olanla yetinebilsin ve en leziz olana meyletmesin diye yemeği açlık vaktine ertelemek, görevlerini bitirmeden ve itidal seviyesinde iyice yorulmadan yemesini de engellemelidir. Katıksız kuru ekmeğe alıştırmalı, tembelleşmesin diye akşam yemeğini azaltmalı, uyanıklık ve zeka için eti azaltmalı, posaya çabuk dönüşmesinden dolayı tadı ve meyvelerden sakındırmak, saldırganlık ve arsızlığa dönüşmesin diye sarhoş edici şeylerden de sakındırmalıdır. Çirkin şeyleri zemmederek engellemek, eğer bunlar sâdır olursa azarlayarak ve korkutarak hesap sormalı, bir daha cesaret bulmasın diye bu tür şeylere bilerek giriştiği değil, farkında olmadan yaptığı söylenmelidir; eğer gizlice bunları âdet edinmişse en ileri düzeyde kınanmak, dayağa gerek olursa acı çeksin diye hafifçe dövmek, uyarmakdır; azar ve dayağı tekrar etmemelidir ki engellendiği şeyi yapma hırsı göstermesine azara ve dayağa alışmasın.

Oturup kalktığı kimseler hayırlı insanlar olsun ki tabiatına onların sohbetinden övülen melekeler yerleşsin. Oyun, eğlence ehlinden uzak tutmalı, lüks, bolluk ve hızla uykudan mutlaka uzaklaştırmalı, ancak ahmaklaşmasın diye de gündüz azıcık uyumasına fırsat verilmelidir. Yorucu işlere, spora, sıcak ve soğukla karşılaşmaya yönlendirilmelidir. Tevazu ve akranlarına saygılı olmaya teşvik etmeli, şımarıklığın, tamahkârlığın, yalanın, doğru ve yalan yere yemin etmenin önünü kesmelidir. Güzel bir davranış sergilediğinde övgüde ve ona teşvikte mübalağa yapılabilir. Bazıları böyle demiştir.

Eğitmeye başlarken seçkin insanların güzellikleri, âdâb ve nasihat kabilinden şiirlerle başlamalı, aşk şiirleri ve edebiyatından sakındırmalıdır. Hocası akıllı, dindar, öğretim sırasını ve çocukların kabiliyetini keşfetmeyi bilen, saygın, ağırbaşlı, terbiyede deneyimli, her ilim ve meslekten insan grubu ve tabakasının âdâbına, özellikle de hükümdarların ve seçkinlerin âdâbına vâkıf olmalı, alçak ve adi kimselerin huylarından sakınmalıdır. Çocuklar yaşıtları, denkleri ve aynı derecede olanlarla okumalı ki onları örnek alabilsin, eğitimde zorlanmasın. Hocasından dayak yediği zaman yardım dilemesi menedilmelidir, zira bu, kölelerin davranışlarındandır. Zaman zaman nefsin rahatlaması için güzel oyunlar oynamasına fırsat vermelidir, yoksa çocuk aptallaşır.

Altın, gümüş gibi şeyler ve şehevî istekler değersiz gösterilmeli, dengi olanlara iyi davranmak, hocası ve ebeveynine saygılı olmak yüceltilmelidir. Çocuğa erdemler, saygın ve yüce davranışlar sevdirilmek, çocuk reziletler ve bayağı şeylerden soğutulmalıdır. Çocukluk ve sabîlikten çıkınca ve insanların gayelerini anlayınca; onun durumuna ve haline önem verilmelidir. Çocuğu yatkınlığı olan bir zanaatla meşgul etmelidir. Şöyle ki, çocuğun hangi ilim ve zanaat türünde istidadının olduğu, durumundan öngörülerek çocuk ona teşvik edilir ve yönlendirilir. Çünkü herkes her ilim ve zanaata yatkın olamaz. Eğer böyle olsaydı herkes en değerli olana yönelirdi. Bu, Allahın âlemdeki düzene inayetinin ve kader hikmetinin gereğidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı.(Fakat) onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler.

Ancak Rabbinin merhamet ektikleri müstesnadır. Zaten Rabbin onları bunun için çeşit çeşit yarattı.’’(Hûd, 11/118-119) ve her birisi için bir din ve yol var etti.
“Herkese kendisi için yaratılma olan şey kolaylaştırılmıştır.”‘(Buhari,Kader,4) Bir şeye yatkın olan onun en kolay yolunu ve neticesini en kısa zamanda alır. Eğer çocuk ilme yatkın olanlardan ise erdemleri kazanma hususunda bahsedilen usûle göre eğitilir, eğer zanaatlara yatkın ise kendine uygun olana alıştırılır. Eğer başladığı zanaata istidatlı değilse elinden gelen tüm çaba ve gayreti göstermek şartıyla bir diğerine geçirilir, fakat sürekli birinden diğerine geçmek ve mesleklerde az çalışmakla çocuğun aklı karıştırılmamalıdır. Zanaatını tamamlaması emredilmelidir. Şöyle ki, giriştiği işte mahir olmayı amaçlamalıdır. Bazı şeyleri öğrenip bazı şeyleri terketmesine, temel bilgileri alıp incelikleri ihmal etmesine razı olmamalıdır, aksine her şeyde zirveye ulaşmayı amaçlamalıdır, çünkü zanaatın faydası bundadır. Geçimini o zanaatla kazanması emredilmelidir ki bu zanaatı tahsil etmede gösterdiği cehd ve gayreti boşa gitmesin. Çocuk bir zanaatla geçimini kazanmaya muktedir olursa onu teşvik etmelidir ki çocuk faydalanmanın verdiği hazzı duyduğunda o zanaatta yetkinleşmeye ve maharet kazanmaya yönelik hırsı artsın, geçim temini hususunda ayık olsun ve o işte tasarruf etsin.

Bil ki burada genel bir kaide ve faydalı bir husus daha var. O da şudur: Öğretici ve hocanın her bir ferdin doğasının neye meyilli olduğunu ve karakterinin neyi kabul ettiğini keşfederek onların yatkınlığına bakması lazımdır ki o, eğitim alana ve öğrenciye o şeyden faydalanması için onunla uğraşmasını telkin etsin. Bilge Eflatun un şu sözü de buna işaret eder: “Mutedil mizaçlı bir kişinin kalbi ve iki gözü alınır ve kırk gün koltuk altına konur. Sonra bir kimyacıya dönüşmüş halde insanların arasına atılır.” Kimya/simya Yunan dilinde mal kazanma çaresi anlamına gelir. “Sonra o, iki parayı kazanmayı, daha sonra da kendine has bir yolla bunları yapmayı başarır.” Bu remizle Eflatun un kastı şudur: Onun kalbinin neye meylettiği ve gözünün nereye baktığı araştırılır, sonra o kişiye o şeyle uğraşması telkin edilir. Böylece o kimse başkasında bulmadığı bir şeyi o işte bulur. İşte burada simya ile kastedilen şey budur. Bunun zâhirinden anlaşılan Eflatun’un simya tahsilinde haksız yere adam öldürmeyi uygun gördüğüdür. Hâlbuki o bu görüşten münezzehtir, zira bırakın akıllı ve hikmet sahibi kimseyi, cahil ve adi bir kimse bile böyle bir şeyi onaylamaz.

İnceleyin:  Kur'an'da İnsan Davranışının Dürtüleri

Bilmelisin ki kız çocuklarının yeme içme işine düzen verdikten sonra onluna eğitimine ilişkin bazı hususlar vardır. Bunlar vefa, iffet, ilim ve yazı öğrenmesinin engellemesi ve vakti gelince dengiyle evlendirme gibi kadınların hasletlerini kazanmalarıdır.

Müellif, babanın çocuğa karşı sorumluluklarını bitirdikten sonra çocuğun babasına olan sorumluluklarını açıklamaya geçti. Çocuğa gelince onun anne babasına karşı sorumluluğu ikidir. O, anne babasının kendisinin varlık sebebi olduğunu bilmelidir, zira Allah Teâlâ bizi onların vesilesiyle var etti. Baba, çocuğun bedeninin hammadesi, gözünün nuru ve hayatının maddesi olan meniyi annenin rahmine attığı için sebeptir, anne ise onu cenin halinde dokuz ay taşır, onu kalbi gibi içinde muhafaza eder, bundan başka hamilelik ağırlığına katlanır, doğum sırasında başına gelen elemler, hastalıklar ve acılarla mücadele eder.

Ayrıca çocuk, ebeveyninin kendisinin yakın rabbi, yani sûreten kendisini yetiştirenler olduğunu bilmelidir. Onun hakiki var edicisi ve manevî mürebbisi ise hakikî var eden ve mutlak Rab’dir. Böyle olması, babanın çocuğunun gıdasını ve bedeninin yetişip büyümesi için gerekli olan maddeyi temin etmede çaba göstermesi ve onun nefsinin yetkinleşmesi için ona edep kurallarını, zanaatları, gerekli bilgi ve dinî meseleleri öğretmesi bakımındandır.

Sonra baba geçim vasıtalarını, malını, elde etmek için yorulup mutsuz olduğu şeyleri çocuğuna bırakır. Bunun gibi anne de kanının akından ve can maddesinden onu emzirir, onun bekâsını kendi bekasına tercih eder, onu himaye etmek ve korumak için kötü ve zararlı şeyleri ondan alıkor, faydalı ve güzel şeyleri ona çeker, öyleyse çocuğun Allah Teâlâ’ya olan sorumluluğunu yerine getirmesinin peşinden ebeveyninin haklarını eda etmesi lazımdır; o ikisine itaat etmesi, minnettarlık içinde olması, rızalarını kazanması ve ezalarına katlanması vaciptir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti ‘’ (lsrâ, 17/33). Yine O şöyle buyurur: “Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını emretmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce bana, sonra da ana babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur” (Lokman,14). Hatta o ikisinin haklarına riayet etmek ve o ikisine iyiliklerine karşılık vermek Allah Teâlâ’ya kulluktan daha yaraşır ve daha önemlidir.

Bu sebeple müellif dedi ki, o ikisinin muhtaçlığı, onlara en ileri derece ilgi göstermeyi gerektirir. Bu, Allah Teâlâ’nın bizim kulluğumuza muhtaç olmayışındandır. Farzlar hariç onlara hizmet, Allah Teâlâ’ya hizmete göre daha önemlidir, hatta o ikisine itaatin içinde olduğu farz görevlerin bir kısmı Allah’a da itaattir. Ana babaya itaat üç şey iledir. İlk olarak çocuk, onların hoşnutluklarını, sevgilerini kazanmak ve onlara itaat etmek için çaba harcamalıdır. Çocuk sözlü ve fiilî olarak onların rızasını kazanma çabasını göstermelidir. O ikisi hakkında kalbinde en ufak bir soğukluk tutmadan onları sevmeye çalışmalıdır. Allah’a isyana götüren şeyler haricinde ikisinin emir ve yasaklarına riayet etmek sûretiyle itaata çalışmalıdır, Allah’a isyana götüren şeylerde de tadı dille ama cedelleşmeden onlara karşı gelir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme” (Ankebût, 29/8).

Ve ikinci olarak çocuk, onlardan bir isteği olmadan ve başa kakmadan maddî nimetleri paylaşmak ve dünyalık azıklarda yardımlaşmak sûretiyle elinden geldiğince iyilikte bulunmalıdır. Burada çocuğa düşen, üçüncü önemli bir vazife var ki o da dinî olsun dünyalık olsun gizliden ve açıktan anne babası hakkında hayır dilemesi, onların vasiyetlerini hayatta iken de vefat ettikten sonra da korumasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et! diyerek dua et” (îsrâ, 17/24).

Diğer taraftan onlara itaatsizlik de üç şey iledir. Birincisi sözlü ve fiilî olarak veya sevgi eksikliğiyle onlara eza vermektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Kendilerine öf/bile deme; onları azarlama.’’(îsrâ, 17/23). İkincisi mal ve menfaatlerden dolayı kendilerini sıkıştırmak, yanında kalmalarını başlarına kakarak, övgü ve başka türden karşılık bekleyerek paylamaktır. Üçüncüsü, isteklerine önem vermemek, onları hakir bırakmak, tavsiyelerini ihmal etmektir. Nasıl ki onlara itaat, tevhid ve kulluktan sonra geliyorsa onlara itaatsizlik de şirk ve Allah’a isyanın ardından gelir.

Anne babanın haklarını öğrendiğine göre her birinin haklarına riayette hataya düşlemek için baba ile annenin hakları arasında bir fark olduğunu bilmen lazımdır. Bilmelisin ki babanın hakkı daha naif bir şeydir ve ruhanilik cihetine daha yakın bir haktır, bundan dolayı o ancak akledildikten sonra farkedilir. Anne hakkı ise daha görünürdür ve cismanîlik cihetine daha meyillidir,bu yüzden o, ilk duyu aşamasında fârkedilir ve küçük çocuğun anneye meyli babaya meylinden daha fazladır. Babanın haklanın karşılığı ona itaat etmek, hayırla anmak, dua etmek ve övmekle olur. Annenin hakkı ise malından ona sarfetmek, kendisine layık olan geçim sebeplerini önüne akıtmaktır. Bu durum onların konumunda olan dede, amca ve dayılar ile büyük kardeşler ve bunların mukabili olan kadınlar hakkında da böyledir; o ikisi için geçerli olan saygı, ihtiram ve zikredilen diğer hususlar onlar için de geçerlidir.

Öte yandan edep kazandırmada öğretmen, ebeveyn hükmünde, hatta ondan daha etkili ve daha güçlü olduğu için müellif onun bu durumuna işaret etmek istedi ve şöyle dedi: İnsanın öğretmeni ona İlmî yetkinliklerden insanlık suretini ve güzel huylarla kazanılan ebedî hayatı bahşeden, onu mükemmelleştiren bir efendi yani yetiştiricidir. Bil ki öğretmen, hakkına riayet edilmeye babadan daha layıktır. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Babalar üçtür: Seni dünyaya getiren baba, sana öğreten baba ve seni yetiştiren baba.’’ Diğer bir rivayette şöyle denir: “Babalar üçtür: Sana öğreten baba, seni dünyaya getiren baba ve seni evlendiren baba. Babaların en hayırlısı sana öğretendir.’’ Bu, onun insanlığın hakikati olan ruhunun doğum sebebi olmasındandır. Zira öğretmen onun düşünme nutfesini heyûlânî akıl da denilen kalbinin içine işitme yoluyla atmak suretiyle çocuğun meleke halindeki aklının doğum sebebi olur. Hz. İsa’nın (a.s.) dediği gibi, “İki kez doğmayan, göklerin hükümranlığına asla nüfuz edemez.”

Sonra öğretmen onu en hakikî bilgiler ve saf hikmet sütüyle emzirir, hakikate dair anlamların gıdalarıyla ve yakinî gerçeğin içecekleriyle besler, tâ ki o, bilfiil akla ulaşır ya da erişir, ve böylece müstefâd akıldan ibaret olan rüşdüne erer ve asla ulaşarak fanilik ve tükenmişlik korkusundan emin olur. Ruhun bedene üstünlüğü, bilginin sütten üstünlüğü, ruhanî gıdaların hayvani yiyeceklerden daha tatlı olması ve kalıcı aklî varlığın kaybolan duyusal varlığa olan üstünlüğü miktarınca öğretmene itaatin babaya itaate yeğlenmesi gerekir.

Mahlukâttan hiçbirine verilmeyen hizmet ona sunulmalıdır,eğer böyle olmazsa Allah’tı hakkıyla kulluk edemezsin, çünkü Allah’a kulluk 0‘nu bilmeye bağlıdır, O nun bilgisi ise bir öğreticiden alınır, öyleyse öğreticisine itaat etmeyen Allah’ı bilemez. Allah’ı bilemeyince de Ona kulluk etme imkanı olamaz. Şu halde öğretmen Gerçek Var edicinin halifesi ve Mutlak Rabbin vekilidir, öğretmene itaat, öğrencinin beş şeyi üstlenmesine bağlıdır. Bunlar dilediği gibi tasarrufta bulunması için kendisini ve malını hocasına adaması, ona olan hizmeti kendi gereklerinin önüne alması, onun fikrini kendisine çekmek için karşılığını vermedeki yetersizliğini bilerek daima ona şükran duyması, hem hocasının hem de hocası sebebiyle başkalarının cefâsına hüsn-i kabul gösterme, sözüne ve fiiline karşı gelmeyi bırakma yoluyla katlanması, sonra her ne şekilde olursa olsun ona eziyet verecek şeyden kaçınmasıdır, çünkü bu, onun dünya ve âhiret hüsranına sebep olur. Zira insanlar, onda ve onun Vâcib Teâladan sapmasına karar kılarlar ki bu durumda o, Allah’ın gazabına düçar olur. Bundan Allah’a sığınırız, öğretmenle ilgili sözü edilen saygı ve ihtiram, öğrenmen konumunda bulunan ve onunla ilişkili olan evladı, torunları, doğruluk ehli ve hakikat erbabı olan dostları ve kardeşleri için de geçerlidir. Allah yardımcımızdır ve itimad O’nadır.

Bu bağlamda sözün sonu geldiğine göre konuyu bir meclisteki konuşma, davranış ve yemek âdâbı ile bitirelim. Konuşmaya gelince, akıllıya düşen sükûtu âdet edinmesidir. Denilmiştir ki, çok konuşmak deliliktendir. Hz. Peygamber de (a.s.) buyurdular ki “Sükût eden kurtulur. ‘’(Tirmizi,Kıyamet,50)Bu olmuyorsa akıllıya düşen çok konuşmayı bırakmak, daha çok dinlemek ve bir konuyu daha iyi biliyor olsa bile başkaları lafını bitirmeden onların sözünü kesmemektir. Söz bittikten sonra yaralayıcı bir edayla insanlara cevap vermemelidir, insanlardan önce cevap vermeye kalkışmamalı ve başkasına sorulmuş soruyu kendi üzerine almamalıdır. Tam olarak anlamadan cevaba başlamamak, zihninde tasavvur etmeden ifâdeye girişmemelidir. İnsanların gizli konuşmalarına ve fısıldaşmalarına kulak vermemeli, büyük ve değerli insanların huzurunda sesini yükseltmemeli, sesini çok da kısmamak, aksine ortayı gözetmelidir.

Onlarla konuşurken üçüncü tekil şahıs sigasıyla kinayeli olarak konuşmalı, ama kapalı kinayelerden ve kullanılmayan lafızlardan, lafı uzatmaktan, münakaşadan, boş ve çirkin sözlerden kaçınmalı, ihtiyaç olmadıkça tekrar etmemeli, olursa da açık bir şekilde ve kızgınlığa düşmeden tekrar etmelidir. Konuşmasındaki problemleri ve kapalılıkları anlaşılır örneklerle ve açık lafızlarla belirginleştirmeli, kaba ve müstehcen hususlardan bahsederken mecaz ve imalı konuşmaya başvurmalı, konuşurken el, baş ve diğer azalarıyla işaret etmekten sakınmalıdır, ancak gerekiyorsa ince bir işaret ve hafif bir hareketle bunu göstermelidir.

Kimseyle cedelleşmemeli, özellikle ahmak ve arsızlarla inatlaşmamak, tartışmada inatlaşma ve hakir görmekten uzak olmalı, karşı görüş sahibinin elinden çıksa bile doğru ve gerçeği kabul etmelidir.
Muhatapların akıllarının alabileceği kadar konuşmalı, insanların sözleri ve fiillerini taklit etmemelidir. Büyüklerin huzuruna girince selamlamaya sağdan başlamalı, konuşma ve dinlemede gıybet ve iftirayı terketmelidir. Topluluğun efendisine kulak verip ona yönelmeli ancak geri kalanlardan ıs bütünüyle de yüz çevirmemelidir. Hareketlere gelince, bunlarda da hımbıllıktan ve acelecilikten, despot ve kibirlilere özgü cakalı davranışlardan da kaçınmalıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “ Yeryüzünde böbürlenerek dolanma. Çünkü sen ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin (îsrâ, 17/37).

Ayrıca cinsiyeti belirsiz kimselerin davranışı gibi omuzlarını kıvırmaktan, ellerini salmaktan da sallamaktan da, sık sık arkasına bakmaktan, yolda deliler gibi etrafına ve sağa sola bakınmaktan uzak durmalıdır. Otururken ise bacaklarını uzatmamak, bağdaş kurmamak ve hocası, hükümdarlar, ebeveyni ve benzeri durumdakilerin huzuru dışında dizleri üstüne oturmamalıdır.

Eline dayanmak ve yaslanmaktan, başını dizine ve eline koymaktan, parmaklarını kıtlatmaktan, elini burnuna ve ağzına sokmaktan, sakalıyla oynamaktan, gerinmekten, esnemekten, tükürmekten ve sümkürmekten uzak durmalıdır. Kolları ve ayakları çıplak tutmaktan ve uyuklamaktan uzak durmalı ve eğer uyku bastırırsa bir sözle ve düşünceyle onu uzaklaştırmalı, olmazsa o meclisten çıkmalıdır. Eğer meclistekiler de uyuyorsa onlara katılır ya da orayı terkeder. Mecliste kendine uygun yer neresi ise orayı gözetir, ne geri durur ne de ileri atılır ve yerini korur, oradakilerin büyüğü ise istediği yere oturur, eğer meclisin yabancısı ise bir yere oturur ve sonra Rakamından üstte bir yer olduğunu anlarsa yerine döner. Böyle bir durumda ilke, ortaya riayettir.

Yemek âdâbına gelince, en önemlisi el, yüz ve burun gibi azaların temizlenmesidir. Misafir olmadıkça yemeğe önce başlamamalıdır. Üç parmağıyla yer, elbisesini kirletmez, lokmaları küçük tutar, önünden yer, ağzını şapırdatmaktan, çabuk yutmaktan, arka arkaya lokma almaktan, çokça çiğnemekten, parmak yalamaktan, sonraki yemekleri beklemekten, en leziz olanı istemekten, sofradakine ve özellikle lokmasına bakmaktan ve yemeği koklamaktan kaçınmalıdır. İnsan doğasının nefret ettiği şeylerden sakınmalıdır ve eğer çiğnediğinde taş ya da kemiğe denk gelirse başkaları farketmeden onu çıkarır. Başkalarından önce sofradan çekilmez, eğer doyar ve doygunluk hissederse oyalanır, diliyle sanki yiyormuş gibi yapar, ayrıca kürdanla temizlik yapıp kalanları başkasının midesini bulandırmayacağı yere çıkarmalı, insanların arasındayken kürdanı da bırakmalıdır. Yemeği bitirdiklerinde herkesten önce yıkamaya geçmemelidir, ancak misafirse diğerlerinden önce yıkayabilir. Parmakları, tırnak uçlarını, ağız ve çevresini temizlemede titiz davranmalı, gargara yapmamalı, leğene tükürmemelidir. Su içerken lokurdatmamalı, hemen yutmalı, damaktan ve boğazdan ses çıkartmaktan kaçınmalıdır. Âdâpla ilgili hususlar çoktur, kim ki bu kadarına dikkat etmezse ondan uzak dur: “Herkese kendisi için yaratılmış olan şey kolaylaştırılmıştır .

Şerhul’l Ahlaki’l-Adaudiyye – Taşköprizade Ahmed Efendi
Müellif:Adudüddin el-İci (m.1355)
(Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı)

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir