Faruk Karaarslan
Bu metnin kaleme alındığı süre zarfında Covid-19 salgını bütün dünyayı etkilemeye devam etmektedir. Ülkeler, toplumlar, bilim adamları teyakkuz halinde salgını kontrol etmek üzere çalışmaya devam ediyor. Salgının küresel oluşu ve her insanı doğrudan ya da dolaylı olarak etkilediği ise kulaklarımıza çoktan yerleşmiş durumda. Salgın artık hayatın bir gerçeği. Her hangi bir insandan uzakta bir yerde değil. Herkesin hemen yanı başında duruyor. Bir sağlık problemi olmasa dahi ekonomik, siyasi, kültürel etkileri ile hemen herkesi bir şekilde etkilemektedir. Buna mukabil bilmeye ilişkin bütün disiplinlerin ilgisi pandemiye yöneldi.
Doğa bilimleri ve sosyal bilimler alanında konuya ilişkin hala üretilmekte olan eserlerle azımsanamayacak düzeyde bir literatür oluştu. Birçok farklı bağlamda ve farklı disiplinlerin sınırlarında pandemi süreci anlaşılmaya ve aşılmaya çalışılıyor. İnsanoğlu, uzun süredir alışık olmadığı, bu kadar yaygın ve yoğun bir süreci tecrübe ederken bilme ve anlama çabasının sınırlarını zorluyor.
Yakın bir dönemde tıbbi olarak salgın son bulmuş olsa dahi, sosyo-psikolojik ve kültürel etkileri açısından uzun yıllar pande- minin ve etkilerinin devam edeceğinden şüphe yok. Beraberinde getirdiği bir dizi yapısal değişiklikler ise çoktan şekillenmiş durumda. Yeni eğitim modelleri, sağlık teknolojileri, ulaşım imkanları, ticaret mantığı, endüstriyel gelişmeler, bilgi üretim tarzları, siyaset anlayışı, pazar mantığı, mekan tasavvuru, Online süreçler ve daha burada sıralamaya imkan bulamadığımız, gündelik hayatin yapı taşları olarak nitelendirebileceğimiz bir çok unsur geri dönüşü olmayan değişimlere uğradı. Esasında insanoğlunun tarihsel tecrübesindeki krizler bir form olarak tekerrür etti. Tıpkı önceki salgınlarda, dünya savaşlarında, ekonomik buhranlarda olduğu gibi gündelik hayatin, siyasetin, ekonominin işleyişi yeni bir norma kavuşuyor.
Bu pandeminin diğerlerinden farkı dikkat çekici. Öncesinde başlamış olan bir dijital dönüşüm sürecine denk gelmesi; bir taraftan dijitalliğin bütün imkânları ile dünyanın her köşesinde pandeminin gündem olmasına, diğer taraftan hem kurumsal hem de gündelik hayata ilişkin ihtiyaçlar sebebiyle dijitalliğin ivme kazanmasına neden oldu. Yani dijitallik, süreci yaygınlaştırırken pan- demiyi yoğunlaştırmış oldu. Bu anlamda küresel kapitalizmin ücra coğrafyalara yayılmasındaki temel mantık, pandemi sürecinde görünür bir şekilde işler hale geldi. Sonuç olarak neredeyse bütün sosyal teorisyenlerin hem fikir olduğu üzere insanoğlunun, bu tecrübeyle birlikte dünyaya eskisi gibi bakamayacağı yeni bir tasavvur şekillendi. Yeni kavramlar, olgular, otoriteler, kurumlar devrim niteliğinde bir değişiklikle hayatımıza girdi. Bu anlamda pandemi sosyal teori açısından modenitenin kendi sürekliliği içinde bir kırılma ve yeni bir yol haritasını üretme kapasitesini ortaya koydu.
Yaşanan kapsamlı değişimler Covid-19 salgınının fizyolojik etkilerinden kaynaklanmıyor. Nitekim insanoğlu tarihsel süreçte söz konusu salgından çok daha fazla can kaybına, hastalığa, sürgünlere, doğal afetlere, göçe neden olmuş hadiseler yaşadı. Hatta ölüm oranlatma baktığımızda günümüzdeki salgın, dünya savaşları ile mukayese edilemeyecek düzeyde düşük yüzdelere sahip. Fakat algı ve hissiyat düzeyinde tarihte görünmemiş bir felaket anlamını taşıyor. Elbette ölümler rakamlara indirilemeyecek kadar insani hadiselerdir. Ve fakat pandeminin sosyo psikolojik etkilerine baktığımızda olağan üstü etki düzeyi bir o kadar şaşkınlık verici. Ölümlerden çok salgın korkusu dünyayı etkisi altına almış görünüyor. Bu durum enformasyon çağına yakışır düzeyde, her insanın haber alma ortamına sahip olmasının ötesinde bir anlam taşıyor.
Pandeminin bu güne kadar görülmemiş düzeyde etki alanına sahip olması sadece enformasyonun yaygınlığı ile açıklamak basit bir ifade ile naif kalmakta. Haberlerin ve güncel gelişmelerin dünyanın her köşesine hızlıca ulaşması elbette bir neden. Yanı sıra bu enformasyona kulak verenin gündelik hayat örgüsü ve bu enfermasyona karşı aldığı tavır sosyolojik ve antropolojik açıdan izaha muhtaç görünmekte. Dijital bir dünyada yaşadığımız ve bu dünyanın gün geçtikçe hızlı teknolojik gelişmelere konu olduğu bir gerçek Fakat bir o kadar bu dijital dünyanın üzerine yerleştiği bir insanlık durumunun varlığı söz konusu. Kavramsal bir şekilde ifade edecek olursak bu durum, içinde yaşadığımız çağm gündelik hayatı ve rutini ile ilgili. Dolayısıyla pandeminin sosyo- psikolojik etki alanım günümüz insanlık durumunun ürettiği gündelik hayat örgüsünden bağımsız anlamak söz konusu değil. Co- vid-19 salgını bir felaket olarak yeni olmasa dahi küresel çapta organize olmuş, teknoloji ve enformasyon araçlarıyla şekillenmiş hayatı anlamlandırma biçimi açısından oldukça yeni. Post-truth söylemlerinin uçuştuğu bir çağda; medyanın her insana ulaşabildiği, şehir hayatı anksiyetelerinin doygunluğa ulaştığı, mekânın ve zamanın tamamıyla insanın kontrolünde olduğu hissinin yerleştiği bir durumda, oldukça yeni. Hatta insanın bütün hayatını konforlu bir şekilde sürdürmesi gerektiği paradigmasında, pan- demi insanlık tarihi açısından hiç görülmemiş bir olguyu temsil ediyor. Onun için de bir o kadar ürkütücü.
Yapay zekâ algoritmalarının Mozart’ın yarım kalan bestesini tamamlayabildiği, uzayda yeni kolonilerin kurulabildiği, 7D teknolojileri ile dinozorlara dokunulabildiği; yani insanın teknolojinin ve bilme biçimlerinin imkânlarıyla her şeyi yapabileceğine dair derin bir inanç duyduğu bir zeminde, pandemi hiç görülmemiş bir felakettir. Her birimizin, yaşanan teknolojik gelişmelerin üreticisi olmasak dahi müşahede edeni olarak teknoloji ve bilim sayesinde insanlığın başına gelebilecek her soruna çözüm bulunabileceğine inancı taşirken, bir pandeminin ortaya çıkışı olağanüstü bir durumu ifade eder. Uzun yıllardır dışarıya çıkarken telefonlarımızdaki hava tahminlerinin uyanlarına göre kıyafetlerin tercih edildiği ve bu noktada pek az yanılgıya düşüldüğü bir dünyada küresel bir pandemi, hayret verici ve etki düzeyi görülmemiş boyutta şekillenebiliyor. Tam olarak gündelik hayatın rutini içinde hayret etmenin unutulduğu, her sorunun insan aklı ile çözülebildiği bir zihin dünyasında pandemi, bugüne kadar görülmemiş bir hadiseyi temsil ediyor. Gündelik hayatın dijitallikle şekillenmiş bugünkü organizasyonu, insanlığın yeni bir durumuna atıf yaparken sosyal teorisyenlerin izahına muhtaç bir konu olarak masada bekliyor. Bu çalışma böyle bir kaygıya binaen günümüz insanın gündelik hayatının rutinini anlamayı ve pandemiyle bu rutinde nasıl karşılaşıldığını analiz etmeyi amaçlamaktadır.
Antropolojik perspektiften yararlanılarak yapılacak olan bu tartışma, bir insanlık durumuna atıf yapmakta ve fakat bu insanlık durumunun günümüze özgü koşullarına odaklanarak, pandemi- nin bu durumunda açığa çıkardıklarını rutin kavramı üzerinden ele almaktadır. Dolayısıyla bu çalışmanın konusu doğrudan Co- vid-19 pandemisi değildir. Pandeminin bize hatırlattıkları üzerinden gündelik hayatın ontolojisine ilişkin değimlerde bulunmaktır. Pandemi üzerinden bir değerlendirme yapılacak olsa dahi çıkarsamalar içinde yaşadığımız çağa ilişkin yorumlar barındıracaktır.
Gündelik Hayat ve Rutin
Modern zamanlarda gündelik hayat rutin ile şekillenmiştir. Rutin, hayatın olağan akışıdır. Her şeyin tahmin edildiği üzere devam etmesidir. Dengelerin yerli yerine oturması, alışagelmiş olduklarımızın devam etmesidir. Bu sebeple rutin, yarın ne yapacağım sorusunu askıya alır. Çünkü bu soru öncesinde cevaplanmış ve otomatiğe bağlanmıştır. Cevaplanmaya ya da tekrar tekrar sorulmaya ihtiyaç duymadan yarın yapılacak olanların bilinmesi ve hatta bedene yapışık bir şekilde taşınması bu soruyu anlamsız- laştırmıştır. Bu sebeple birçoğumuz hiç düşünmeden sabahları kalktığımızda yüzünü yıkar ya da hafta içi işe gidip gitmemek gerektiğini sorgulamadan iş yoluna koyulur. Kendisini ve hatta uyanmış olduğunu yolda fark eder. Nitekim rutin, bir eylem üzerine düşünmeye gerek kalmaksızın o eylemi gerçekleştirmemizi sağlar. Eylem artık bir mekaniğin ve otomatiğin konusu haline gelir. Goffman’ın değimiyle rutin önceden belirlenmiş eylem kalıplandır (Goffman, 2020, s. 16-17). Küçük şehirler için abartılı görünen bu tasvir, modernliğin bütün iddialarını savunduğu metropol şehirlerinde özellikle kitleler halinde sanayilerde, el tezgahlarında, kamu kuramlarında hatta plazalarda çalışmaya gidenler için çok daha gerçekçi hale gelir.
Rutin, gündelik hayatta bizi neyin karşılayacağını söyler. Hayat belirli bir döngüye kavuşmuşsa ve belirli bir ritme sahip olmuşsa, yaşayacağımız her şey rutin gereği şekillenmiştir. Daha yalın bir ifadeyle, bir önceki yapıp etmelerimiz bir rutine kavuşmuş ise bir sonraki döngüde ne olacağım düşünmeye fırsat bırakmadan bedenimizin parçası haline gelmiştir. Çoğu zaman ev ve çalışma hayatına sıkışmışlık hissi ya da kendimizi ev ya da iş yolunda buluşumuz bu rutinin sonucudur.
Rutin belirli bir mekanikliği ön görmesi sebebiyle insanlar için oldukça güvenli bir hayatta yaşadığı hissini uyandırır. Fakat nihayetinde bir makine olmayan insan için oldukça insan dışı bir varlık gibi hareket etmeyi gerektirir. Bu sebeple bir taraftan bizi neleri karşılayacağını bilmenin güvenim, diğer taraftan her gün aynı şeyleri yapıyor olmanın sıradanlığını üretir. Esasında rutin bir tür monotonluktur. Tek düze bir yaşamdır.
Gündelik hayatın rutinim anlamaya imkân sağlayan ve bu rutini zemberekli bir saat gibi kuran ritimtir. Belirli bir ritmin korunması ve takip edilmesi hayatı rutin ile ilişkilendirir. Örneğin her sabah aynı saatte ve yerde otobüse binmek ya da aynı saatte ve yerde öğle yemeğine çıkmak hayatin ritmindedir. Bu ritmik tekrarlar bir müddet soma üzerine düşünmeyi gerektirmeksizin eylemeye neden olur. Bu sebeple gündelik hayat üzerine çalışmalarıyla bilinen Henri Lefebvre, modern hayati anlayabilmek için, modern hayatin en önemli kurucu unsuru olan ritmi kavramak gerektiğini önerir. Hatta bir adım daha ileri giderek ritim- terin yakalanmasını bir yöntem teklifi olarak sunar. Çünkü içinde yaşadığımız hayat rutinlerle örüntülüdür ve bu rutinlerin çekirdeğini ise ritimler oluşturur. Yaşarken fark etmediğimiz hayatın ritmi bize ne yapmamız gerektiğini hatırlama çabasına girmeden telkin eder. Ritimleri kavrayabilmek ve analiz edebilmek ise hayatin farkındalığı ile ilişkilidir. Bunun için ne bir kriz halini ifade eden ritmin sürekli bozulması ne de ritmin farkına varmaya mani olacak bir rutine tabi olmayı önerir. Ancak belli bir dışsallık hayatin ritmini kavramaya imkân verir (Lefebvre, 2017, s. 53).
Büyükşehirlerde rutin ve ritim daha da belirginleşmiştir. Başka bir değişle rutin oluşturabilmeyi becerebilmiş beldeler büyük şehre dönüşebilmiştir. Öngörülebilirlik, bir yeri yaşanılabilir kılmıştır. Çünkü farklılıklar rutin içinde erimiştir. Fark edilmez hale gelmiştir. Büyükşehirlerde yabancılar vardır ve fakat farkına varılamayacak kadar çok yabancının olması, yabancılığı anlamsız kılmıştır. Tam da bu sebeple büyük şehir yabancılarla karşılaştığımız ama ona bir yabancı gibi davranmadığımız yerlelerdir. Yabancılar da rutinin içinde erimiştir. Artık şaşırdığımız bir şey olmaktan çıkmıştır. Bu anlamda yabancılara şaşırmak taşralı bir zihni taşıyor olmayı gerektirir. Büyükşehirlerde beklemediğimiz alışık olmadığımız rutinin kotasına girmemiş unsur neredeyse hiç yoktur. Esasında vardır ama rutin onları farkına varmayı imkânsız kılacak şekilde işlediği için görünmez hale getirmiştir. Başka bir deyişle şehrin rutininde duyduğumuz fakat kulak vermeyi dahi akıl edemediğimiz unsurlardır. Bu sebeple boğazdaki martı sesleri, uğultulu bir kapalı çarşı, metroda bir birine karışmış topuk sesleri, komalar ve daha birçok ses rutinin parçasıdır. Dünyanın en güzel yerini her gün aynı ritimle ve rutin ile tecrübe ettiğinizde o artık sıradanlaşmıştır. Güzellikler sadece büyük şehirlere gezmek için gelenlerin ya da bir rutinin parçası olmayı reddedenlerin müşahedesindedir. Örneğin boğazdaki martı sesleri rutinin parçası olduğu anda sadece birer uğultudurlar, şaşırmaya, duyup dinlemeye konu olmaktan çıkmıştır. Çünkü büyük şehirlerde zaman ve mekân diğer yerleşim yerlerine nispeten çok daha tanımlıdır. Nitekim rutin, insanlar için tanımlanmış zaman ve mekânda yaşamaktır.
Rutin modern zaman ve mekân tasavvurunun bir sonucudur. Lefevbre’e (2016) göre özellikle kapitalist sistem ile birlikte çalışmanın merkezi bir konuma gelmesi ve bütün bir gündelik hayatı kurması, hatta istila etmesi, insanın bir rutine sürüklenmesine neden olmuştur. Bu perspektiften bakıldığında rutin içinde yaşamak esasında bir metalaşma halidir. Özellikle çalışma zamanının, mekânın ve koşularının modern anlamlandırmalara konu olması rutinin kaynağı olarak görülebilir. Gerçekten de modern olgular (kapitalizm, ulus devlet, ilerlemecilik, endüstrileşme, küreselleşme vb.) zaman ve mekânın algılanışında köklü değişimlerle sonuçlanmıştır.
Özellikle Giddens ve Harvey’in analizlerini temele aldığımızda, modernitenin zaman ve mekân kavrayışlarına üçlü bir etkisi olduğunu ifade edebiliriz: i) Zaman ve mekân yerel/tabii bağlanımdan koparılmış ve tekdüzeleştirilmiştir, ii) hem zamanın hem de mekânın içi boşaltılmış ve bu durum, zamanın bölümlenebilmesine ve mekânın da üzerine nesnelerin dilendiği gibi yerleştirilebileceği pasif bir yüzey olarak görünmesine sebep olmuştur, iii) zaman ve mekân birbirinden büsbütün koparılmıştır (Işık, 1994, s. 25). Bu üç unsurda zamanın ve mekânın tanımlanması ve bir rutinin şekillenmesi anlamına gelmektedir. Benzer şekilde birçok sosyal teorisyen modern zamanda mekânın ve zamanın rasyonalite tarafindan kurgulandığı ve bu sebeple tanımlanmış olduğu konusunda hem fikirdir.
Bu metnin sınırlarında modern zaman ve mekân kavrayışına ilişkin tartışmalara yer vermek mümkün görünmemektedir. Esasında buna ihtiyaçta yoktur. Fakat rutinin kaynağım tespit edebilmek açısından modern zihniyetin mekân ve zaman kurgusuna dikkat çekmek oldukça önemlidir. Saniyelerin dahi bir yere yetişmede hayati derecede kıymetli olduğu bir noktada ritim ve rutin tabii bir sonuçtur. Örneğin bir dakika ile otobüse gecikebilir ve gideceğiniz yere gidemeyebilir ya da işe başlama saatim kaçırabilir ve bir yığın sorun yaşayabilirsiniz. Benzer şekilde iki saniye geciken banka ödemenizin bedelini çok ağır ödeyebilirsiniz. Olmanız gereken yerde, olmanız gereken saatte bulunmak gerekmektedir. Bu anlamda modern öncesi dönemdeki zamanın esnek kullanımı, içinde yaşadığımız çağda bir imkân olarak mevcut değildir. Benzer bir durum mekân içinde geçerlidir. Özellikle hız, mekânın tecrübe edilen bir yer olmaktan ziyade tanımlanan bir şey olmasına neden olmuştur (bkz. Virillo, 2018). Ev, iş yeri, çarşı, mahalle bütüncül bir mekân olarak algılanmaktan çıkmış. Parçalı bir tasavvura sebebiyet vermiştir. Harvey’in (2010) veciz ifadesi ile modern insan dakikalarla ve konumlarla netleştirilmiş, tanımlanmış mekân ve zaman arasında sıkışmış bir insandır. Bu sıkışmışlık ise rutin gündelik hayatın akışında tek alternatif olarak görülmektedir.
Sonuç olarak rutin, Avrupa merkezli modernitenin gündelik hayat organizasyonudur. Modernleşme sürecinde bu durum, farklı çıktılarla Avrupa dışı toplumlara da yayılmıştır. Büyük şehirlerde ise çok daha belirgin hale gelmiştir. Rutin, zamanın ve mekânın rasyonel bir kurgu ile tanımlanması halidir. En basit ifadeyle otobüslerin küsuratlı vakitlerde duruklarda bulunması ve her gün aynı saatte, aynı dakikada aynı durağa gelmesi beklentisi bu rutinin sonucudur. Benzer bir şekilde haftanın hangi günü,neredeki mahallede, evde, hangi tür çöpün, hangi renkteki kutuya konacağı, hatta hangi gün kaç kilogram çöpün çıkarılacağının çok öncesinden belirlenmesi, basit bir rutinin kabul görmüş halidir.
Hayat, Hayret ve Rutin
Rutine ilişkin mülahazaları daha da uzatmak mümkün. Fakat derdimiz bu değil. Modern hayatın konforunu bize sunan rutini tanımlamak ve gündelik hayatımıza yerleşmiş bir rutinin karşısında yaşanan olağanüstü bir krizin ne tür anlamlandırmalara konu olacağım tartışmak istiyoruz. Dahası krizin bir neden olarak değil, ama bir sonuç olarak ne manaya geldiğinin tartışmasını yapabilmek toparlayarak ifade edecek olursak, modern insanın rutin oluşturma konusunda ortaya koyduğu çaba ve ısrar bitmek tükenmek bilmeyen bir arzu olarak karşımızda durmakta. Modern insan beklemediği bir şeyle karşılaşmak istemiyor.
Yaşayacaklarım tanımlamak sorunları öngörülebilir hale getirmek, bütün tedbirleri almak, hayrete, beklenmeyene yer bırakmamak için inanılmaz bir mücadele veriyor. En azından tıp ve mühendislik bilimlerindeki gayret bu minvalde şekilleniyor. Her çaba nedenleri belirlemeye, sonucu öngörmeye ve tedbir almaya dönük Belki bir insanlık durumu olan bu hal, içinde yaşadığımız çağın gereklilikleri ile birlikte akıl almaz bir hale dönüşüyor. Teknolojik gelişmeler bu dünyada yaşanabilecek olası krizler karşısında yeni yaşam alanları üretebilmenin temel aracı olarak gün geçtikçe ivme kazanıyor.
Modern insanın bilme ve tanımlama çabası yadsınacak ya da övgüye konu olacak bir çaba değil. Zamanın ruhu bu çabayı gerektiriyor. Fakat zamanın ruhu rutini gündelik hayatın temel belirleyeni olarak işaretlerken aynı zamanda insanlığımızdan bir şeyleri alıp götürüyor. Adeta insanın hizmetine sunulan her bilmeye ve teknolojiye ilişkin çaba, insanlığımızdan bazı unsurları eksiltiyor. Bizi insanlığımıza yabancılaştırıyor. Bu metnin özelinde ifade edecek olursak rutinin ve ritmin içinde şekillenmiş bir gündelik hayatta, belki de insan olmanın en önemli hasletlerinden biri olan hayret etme yetisi silikleşiyor. Tam bu noktada doğa; dünyayı saran bir pandemi vasıtasıyla, bütün teknoloji ve bilme biçimlerine rağmen, hayret edebileceklerimizi bize hatırlatıyor.
Hayret ya da şaşkınlık hali insanın yapıp etmelerinin dışında bir şeylerin olduğuna gönderme yapar. Nitekim insan, kendi ürettiğine ya da şekillendirdiğine hayret etmez. Kendi sınırlarımızda gerçekleşenler hayrete konu olmaktan çıkar. Hayret için öncelikli olarak bizim dışımızda şekillenen, bizim tanımlayamadığı- mız, belirleyemediğimiz belki de en önemlisi ön göremediğimiz unsurların olmasını gerektirir. Onun için hayret bir rutinin içinde gerçekleşmez. Bir anda karşımızda duran şeyin nasıl olup da o şekilde var olabildiğinin şaşkınlık halidir. Bizim sınırlarımız ile sınırlarımızın dışında kalanların karşılaşma durumudur. Bu sebeple hayret varlıktaki bütünlüğü yakalama halidir. Başka bir deyişle tamlık hissidir. Bizim ön göremediklerimizle birlikte hayatımızın bir bütün olduğunu ve şekillendiğini fark etme halidir. Bir süre, ritim ya da rutin olarak değil; bir hal olarak vardır. Ne zaman ve nerede hayret edeceğimiz belli değildir. Hatta hayret beklenmedik anlarda gelmesi ile anlam kazanır. Dahası beklenebilen bir şey değildir. Belki de en önemlisi hayatın ve hayatımızın bizim elimizde olmayışının farkına varma durumudur. Tanımlananlar, belirlenenler, rutine dönüşenler esasında görüngüler dünyasında oyalanmak anlamına gelir. Hayretin olmadığı yerde hayat bir oyun ve oynaştan ibaret kalır.
Rutin ve ritim, tazelenmeye müsait değildir. İki günü bir bi- rine denk olma halidir. Bu sebeple hayrete alan açmaz. Fakat hayat, hayret ile birlikte vardır. Hiç beklemediğimiz bir anda ve yerde rutinin rasyonel bir kurgu olduğunu bize hatırlatrverir. Bu sebeple genellikle kapımızı hazırlıksız olduğumuz zamanlarda çalar. Her an bir hayrete hazır değilsek, rutinimiz parçalanıverir. Hayatin bir felaketler senaryosuna dönüşmesi tam olarak bu nokta da başlar.
Sürekli hayret etmek bir insanlık hali değildir! Ama sürekli hayret edebileceğimizin farkında olarak yaşamak, hayat üzere olduğumuz anlamına gelir. Bu bağlamda hayat, hayret ile rutinin kavuştuğu yerde başlar. Var olduğumuz böyle bir durumda anlaşılır. Bizim varlığımıza ve belirleme alanımıza göndermede bulunan rutin ile bizim dışımızda var olanları imleyen hayret buluştuğunda, yaşadığımızın farkına varırız. Tam bu noktada yaşıyor olmak başlı başına bir hayret konusu haline gelir. Çünkü yaşamak, o anda nefes almak, o yerde bulunmak deneyimlenen bir hal olarak hayretin konusudur. Bunu hayretin konusu yapan o anda ve o yerde olmaktan ziyade, belirli bir zaman sonrasında, bir daha hiçbir zaman o anda ve o yerde olamayacağımızda-. Tamda bu sebeple yaşamak hayret etmektir.
Pandemi modern kentlere, tam da hayretin yitirildiği rutine bağlanmış bir hayatin ortasına düştü. Onun felaket oluşu ortaya çıkardığı fiziksel etkiden ya da dünya coğrafyasının her yerinde duyuluyor olmasından ziyade, belirli bir rutinin üzerine gelmesinden kaynaklanıyor. Modern şehrin rutini ile birlikte pande- miyi karşılayan toplumların felaketi çok daha ağır oluyor. Gündelik hayatını mekanikleştirmemiş toplumlar için ise pandemi diğer hastalıklardan birisi olarak hayatin içinde bazen ölüm, bazen kronik bir rahatsızlık getiren bir hastalık olarak yer alıyor.
Bu sebeple Suriye de savaştan kaçanların pandemiyi karşılaması ile İsveç teki bir İsveçlinin pandemiyi karşılaması aynı olmuyor. Ya da dünyanın farklı coğrafyalarında her gün açlık ile burun buruna yaşayan insanlar ile online sağlık hizmeti alabilenler pandemiyi aynı düzlemde karşılamıyor. Her gün yokluk ve yoksunluk içinde yaşayanlar için pandemi rutin bozan ve hayret veren bir şey olmaktan ziyade, gündelik hayatın getirdiği rutin sorunlardan birisi oluveriyor. Her an ölümle burun buruna yaşayanlar için pandemi bir felaket olmaktan ziyade, felaketlerden birisi olarak belki de nispeten daha adili olarak gündelik hayatı yeniden düzenliyor.
Antropolojiye Kulak Vermek
Gelinen noktada pandemi, hayretle ve hatta dehşetle karşılanıyor. Dünyanın eskisi gibi olmayacağına dair söylevler üretiliyor. Şüphesiz pandemi birçok şeyi değiştirdi. Belki de en önemlisi birçoğumuz için rutinin bozulması anlamına geldi. Hayretle karşıladık Esasında hayata nasıl bir şey olduğunu anlama imkânım yakaladık Hayat rutini ve hayreti ile birlikte bize nasıl bir varlık olduğumuzu hatırlamaya davet ediyor. Gündelik hayatta gerçekliğinde hayret ve rutinin iç içe geçtiğini her fırsatta söylüyor. Kriz gündelik hayata sınırında vuku bulur; varoluş hallerimiz açısından berisi rutin ötesi hayrete kapı açar.
Pandemi sürecinde yeni rutinlerimiz çoktan oluşmuş durumda. Hayretin ve rutinin karşılaştığı noktada gündelik hayat pratiklerinin antropolojik anlamı ayrıca önem arz ediyor. Bir insanlık durumu var! Ve bu durum, inşam her daim rutine çeken bir eğilime sahip. Kriz esnasında dahi insanoğlu rutin arayışına giriyor. Tabii olarak her canlı organizma gibi mevcut koşullara uyum sağlamayı ve mevcut koşullarla birlikte yaşamayı arzuluyor. Ve fakat hiç beklemediğimiz ve kontrol edemediğimiz bir zamanda ve yerde bu rutinler bozuluveriyor. Belki de ilk başta büyük bir şaşkınlıkla karşıladığımız hadiseler belirli bir zaman diliminde sıradanlaşıyor ve rutine dönüşüveriyor. Rutin, her şeyi kontrol edebileceğimiz ve aklımızla artık her şeyi tanımlayabile- ceğimiz inancını üretmeden, yeni bir hayrete kavuşabiliyoruz. Hayatin bu döngüsü, insanı farkındalığa ve bu hayatta bizim dışımızda ve ötemizde bir şeylerin olduğunun bilincine çağırıyor. Modern dünyanın rutininde pandemi tam olarak böyle bir dön- güselliğin ve farkındalık davetinin tekerrürü olarak karşımızda duruyor.
Pandemi süreci insanoğlu için bir dizi değişikliği ifade ediyor. Fakat köklü değişimlerin olması, yeni rutinlere kavuşulması zannettiğimiz kadar yeni bir şey değil. Toplamların tarihi bu duruma verilebilecek örneklerle dolu. Her unsuru yeni olarak sunma becerisini haiz bir çağda pandemi bizim için hiç görülmemiş bir felaket olarak görülebilir. Tam da bu noktada Antropolojinin insanlığın tecrübesine bakmaya dönük çağrışina kulak vermek gerekebilir. Belki de sorunu bir pandemiden ziyade insanın dünyaya ve hayata yüklediği anlamla ilişkilendirmek daha doğru olabilir. Nitekim kitlesel manada yaşanan krizler tarihin her devrinde vardı. Fakat krizlere yaklaşımımızı belirleyen hayati anlamlandırma biçimimiz, dönemlere göre değişebilmektedir. Levi- Strauss (2014) korona pandemisinden yıllar önce yazdığı Modern Dünyanın Sorunları Karşısında Antropoloji adlı eserinde veciz bir şekilde durumu; “Bilim ve teknik fiziksel ve biyolojik dünyaya dair bilgimizi muazzam ölçüde arttırmıştır. Hiç kimsenin şüphesi yok, daha yüz yıl önce bunlar doğa karşısında güç kazandırmıştı bize. Bununla beraber, bu gücü kazanmak için ödemek zorunda kaldığımız bedelin büyüklüğünü yeni anlıyoruz” şeklinde tespit ediyor. Devamında ise ‘ilkel’ olarak yaftaladığımız geçmiş top- lumların ve günümüzde farklı coğrafyadaki toplumların kadim bilgilerine kulak verme gerekliliğini ortaya koyuyor.
“Uzun zamandır bel bağlanan, asla sekteye uğramayacak bir maddi ve manevi ilerlemeye duyulan inanç en büyük krizini yaşıyor. Batı tipi uygarlık, vaktiyle kendi kendisi için geliştirdiği modeli yitirdi ve bu modeli diğer uygarlıklara sunamıyor. Öyleyse gözlerimizi başka yöne çevirip, insanlık durumu hakkındaki tefekkürlerimizin hapsolduğu geleneksel çerçeveleri genişletmemizin zamanı gelmedi mi? Uzun zamandır içine sıkışıp kaldığımız dar ufka ait toplumsal deneyimlerden daha çeşitli ve farklı deneyimleri bu tefekkürlere dâhil etmemiz gerekmiyor mu? (s. 14-15).
Levi-Strauss’un bahsettiği anlamda başka toplumların ve kadim geleneklerin öğreticiliğine sığınmak ve hayatı anlamlandırma düzeyine ilişkin farklı tasavvurları göz önüne almak, esasında düşünümsel bir antropoloji üretme çabasını gerektirir. Daha yalın bir ifade ile insanlığın hafızasına kulak vermeyi gerektirir. Bu bir taraftan yaşanılan krizin insanlık için yeni olamadığını keşfetmek diğer taraftan tek bir merkezli üretilmiş olan ve bu günün sorunlarım aşmada yetersiz kaldığı gün geçtikçe aşikâr hale gelen Avrupa merkezli günümüz bakış açısının dar anlamlılığına mahkûm olmamak anlamına gelecektir. Antropoloji kendi zincirlerini kılabildiğinde bunun imkânını üretecek ve insanlık durumunu kavramaya imkân sağlayacak bir perspektifi üretebilir.
İnsanlığın hafızasına kulak vermek en basit haliyle benzer krizlerin önceden yaşanmış ve bir şekilde aşılmış olduğunu kavramayı mümkün kılar. Belki daha da önemlisi hayatın ne olduğuna ve krizin hayatı anlamlandırma biçimlerine ilişkin nasıl bir işlev üstlendiğine kapı aralayabilir. Çünkü hayat anlam kazanabilen bir alandır. Bu anlam, bizim hayata kattığımız bir şeydir. Hayatın bize hazır bir tepside sunduğu bir şey değildir (Eagle- ton, 2017, s. 45). Hayat, hayret ve rutin ile birlikte şekillenirken esasında bir insanlık durumuna atıf yapar. Hastalıklar, savaşlar, pandemiler bir insanlık durumlarından birisi olarak karşımıza çıkar. Yani pandemi de bir insanlık durumudur. Eskilerin deyimine sığınarak belirtecek olursak “her şey insan içindir”.
Sonuç: Hafızada Cephe Açmak
Pandemi sürecinde bir insanlık durumu ile karşı karşıya olduğumuz metnin hemen her satırının arasında hissedilecek bir tema olarak belirginleştirilmiştir. Bu insanlık durumunun beraberinde getirdiğimiz toplumsal hafızamız söz konusudur. Toplumsal hafıza kabaca toplumların ortak düşünce, duyuş, istek, heyecan ve tavırlarını ifade eder. Bu ise geçmişte ortaklaşa yaşadığımız ve paylaştığımız tecrübelerle şekillenir. Hafıza durağan bir yapıda değildir. Sadece geçmişe de ait görülemez. Biz bugün hafızamızı geçmişe başvurarak inşa ederiz. Aynı zamanda her canlı organizmada olduğu gibi geleceğe taşımaya çalışırız. İçinde bulunduğumuz durum açısından ifade edecek olursak; kriz dönemlerindeki ortak tecrübelerimiz ve yaşanmışlıklarımız bugün başvurduğumuz hafızamızı oluşturur. Bunları bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde hatırlayarak belirli davranış ve duyuş kalıpları geliştiririz. Bununla birlikte yine krize dair ortak paylaşımlarımızı, tecrübelerimizi, travmalarımızı, mücadele stratejilerimizi gelecekte hatırlamak üzere devrederiz. Dolayısıyla yaşadığımız süreç sadece krizle nasıl mücadele ettiğimizi değil aynı zamanda gelecekte kriz karşısında hatırlayacaklarımızı inşa etmekte ve hatta şekillendirmektedir. Örneğin sokağa çıkma yasağının duyulduğu anda kolektif bir davranışa başvurmamız, fırınlara, marketlere akın etmemiz,geçmişteki travmalarımız ile ilgilidir. Bunlar doğrudan şahit olduğumuz ya da devraldığımız travmalardır.
Hafızamızda var olan kıtlık korkusunun, zor zamanların belirsizliğinin anksiyete- sidir. Bu noktada önceki sokağa çıkma yasaklarının hafızamızdaki yerini yok sayamaz ve toplumun cahil olduğu iddiası ile süreci anlayamayız. Zira kriz esnasında heybemizde ne varsa onu tüketmek durumundayız. Onun için bugün kolektif hafızamıza başvururken aynı zamanda kolektif hafızalarımıza neler ektiğimizin farkında olmak durumundayız. Belki de bu kriz dönemlerinde yöneticilerin, sosyal bilimcilerin, kanaat önderlerinin en önemli mesuliyeti budur.
Bugün asıl sorulması gereken soru, insanlığın heybesinde nelerin olduğudur. En az bunun kadar önemli olan heybenin neresine kadar elimizin uzanabildiğidir. Kriz dönemlerinde, hayatı yeniden anlamlandırma girişimlerimizde, hafızamız bizim heybemiz ve elimizdir. Ona erişebilmek rutin ve hayret arasında şekillenmiş hayatı anlamlandırmamıza yardımcı olacaktır. Bu gün dünya hayatı anlamlandırmanın yeni bir eşiğindedir. Bu eşikte insanlık durumuna ve hafızasına kulak vermek oldukça önemlidir. İnsanlık hafızasına ve durumuna baktığımızda ise karşımıza çıkacak en önemli mefhum ölümdür.
Ötelediğimiz, şehirlerin dışına ittiğimiz, bizim kapımızı çalmaz dediğimiz ölüm yanı başımızda hatta hayatın içinde bizi gözlemekte. İnsanlığın unutmaya hatta tecrit etmeye mahkûm ettiği bu gerçeklik artık kabına razı değil. Bilim ve teknolojideki gelişmeler, hayatın gerçekliğini bastırmaya kâfi gelmiyor. Ancak zaman zaman bireysel olarak hatırladığımızı şimdi toplumsal hatta bütün insanoğlu olarak hatırlamak durumundayız. Ölüm vardır ve hayatın içindedir. Bu gerçekliği hiç unutmamış ve bir paradigma olarak muhafaza edebilen toplumlar bu krizin sosyo-psikolojik etkilerini en aza indirgeyecektir. Zira her ne kadar ağızlarımızın tadını kaçıran ölümü günlük hayatta hatırlamak istemesek ve rutinin içinde eritsek de hayat ölümle birlikte vardır.
Rutin ve Hayret (Bir İmkan ve İmtihan Olarak Pandemi) – Kollektif,syf:49-67
♦ Doç. Dr., Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü, kararslanf@ gmail.com
Kaynakça
Eagleton T. (2017) Hayatın anlamı (çev. Kutlu Hınca) İstanbul: Ayrıntı Yayınlan.
Goffman E. (2020). Gündelik yaşamda benliğin sunumu (çev. B. Cezar). İstanbul: Metis Yayınlan.
Harvey, D. (2010). Postmodernliğin durumu (çev. S. Savran). İstanbul: Metis Yayınlan.
Işık O. (1994). Değişen toplum mekân kavrayıştan: Mekânın politikleşmesi, politikanın mekanlaşması Toplum ve Bilim Dergisi, 64-65, ss. 7-38.
Lefebvre H. (2016). Modern dünyada gündelik hayat (çev. I. Gürbüz). İstanbul: Metis Yayınlan.
Lefebvre H. (2017). Ritimanaliz: Mekân, zaman ve gündelik hayat (çev. A L. Batur). İstanbul: Sel Yayınlan.
Levi-Strauss C. (2014). Modern dünyanın sorunları karşısında antropoloji (çev. S. Kılıç). İstanbul: Metis Yayınlan.
Virilho P. (2018) Hız ve politika (çev. M. Cansever). İstanbul: Metis Yayınlan.
0 Yorumlar