Başka Ülkelerde Doğan veya Farklı Dinlere Bağlı Olan İnsanların Durumu Ne Olacak?
Paylaş:

dunya-300x169 Başka Ülkelerde Doğan veya Farklı Dinlere Bağlı Olan İnsanların Durumu Ne Olacak?

I

Önce problemi açık bir şekilde ifade edelim: İnsanlar genel olarak doğdukları ye içinde yaşadıkları toplumların inanç­larını ve kültürel değerlerini benimserler. O halde Ortadoğu ülkelerinde dünyaya gelen insanların Müslüman, Avrupa’da doğanların Hıristiyan, Uzakdoğu’dakilerin Taoist veya Şin- toist, Hindistan’dakilerin ise Hindu dinine uymaları gayet doğaldır. Eğer insanlar doğdukları coğrafyaya bağlı olarak inanç sistemlerine tabi oluyorlarsa ve tanrı katında geçerli olan din sadece bir tane ise o zaman bu insanların durumu tanrı tarafından nasıl değerlendirilecektir?

Eğer tanrı tarafından kabul edilen din İslam ise, başka coğrafyalarda dünyaya gelen insanlar Müslüman olma şanslarını kaybetmiş olmuyor mu? Bu insanlar doğacakları yerleri seçme hakkına sahip olmadıklarına göre, Müslüman olmadıkları için ceza görmeleri adalete uygun olur mu?

II

Hemen başta belirtmek gerekiyor ki adaletle hükmetmeyen, sorumsuz, iyilik ve güzelliğe teşvik etmeyen ve merhamet­siz bir varlık tanrı olamaz. O halde tanrının bazı insanları gerçek mesaja” ulaşamayacakları bir coğrafyaya gönderip sonra da “maalesef yapacak bir şey yok! Hepiniz cehen­neme gideceksiniz!” demesi söz konusu olamaz. Tanrının böyle keyfi ve zalimce davranması beklenemez. Dolayısıyla problemin makul bir çözümünün olması gerekiyor.

Adaletin gereği şudur ki, kanunsuz suç ve kanunda ta­nımlanmamış keyfi ceza olamaz. Yukarıda belirtildiği gibi bu tür haksızlıklar tanrıya refere edilemez. Her insan an­cak bulunduğu şartlar altında geçerli olan kanunlardan ve bu kanunların emrettiği cezalardan sorumlu tutulabilir. O halde tanrının kanunlarının ve emrettiği fiillerin kendisine ulaşmadığı kişiler için herhangi bir sorgulama söz konusu değildir.

Ayrıca her bir ferdin kendisine sunulan imkânlar ölçü­sünde sorgulamaya tabi tutulacağı gözden kaçırılmamalıdır. Bacağı olmayan birine neden koşmadığı ya da fakir birisi­ne servetini nasıl harcadığını sormanın bir anlamı yoktur. Diğer taraftan, gücü kuvveti ve imkânları yeterli olan bi­risine “haksızlıklara niçin müdahale etmedin?” ya da zen­gin birine “neden fakirlere yardımcı olmadın?” diye elbette sorulacaktır.

Aklın, adaletin ve hikmetin gereği olarak herkes sahip olduğu imkânlar çerçevesinde sorumluluk yüklenmiş ol­maktadır. Burada önemli olan ölçü, şartlar ne olursa olsun kişinin iyilik, insanlık ve gerçeği arayış açısından ne derece istekli olduğu ile ilgilidir. Kısaca bu bağlamda şu prensibi ortaya koyabiliriz: son tahlilde kişinin tanrı katındaki duru­munu belirleyen temel etken insanın adalete mi haksızlığa mı, merhamete mi acımasızlığa mı, paylaşamaya mı bencil­liğe mi… taraftar olduğudur.

Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, bir insanın iyi olması ve tanrı tarafından kabul görmesi o kişinin zengin veya fakir, sağlıklı veya hasta, güçlü veya zayıf olmasına bağlı değil­dir. Önemli olan insanın verili şartlar altında irade ve insani özelliklerini ne derece haşarı ile uygulamaya koyabildigi- dir. Dolayısıyla herhangi bir kişi İslam ile ilgili mesajlara ulaşamamış olsa bile insan olmasından kaynaklanan değer­lere bağlılığı derecesinde başarılı bir dünya hayatı yaşamış olacaktır.

III

Daha önce dünya hayatının bir sınav olduğu belirtilmişti. İnsanın bu sınavı kaybetmesi ancak fıtratını, yani insan olma özelliğini kaybetmesi ile mümkündür. Üstün özellik­lere sahip olma kapasitesi ile yaratılan insan kasıtlı olarak kendini bozarsa tanrının onu cezalandırması kaçınılmaz olur. O halde, insanı zarara sokan şey İslam ülkelerinden birinde doğmaması değil, kendi tabii yapısını tahrip etmesi­dir. Burada zarara yol açan şeyin kişinin doğrudan kendisi olduğuna dikkat edilmelidir.

Tekrar ifade edilirse, insanı felakete sürükleyen asıl se­bep kişinin kendi özünü ve cevherini bozmasıdır. İnsan ge­çici olarak bazı hatalar yapabilir, fakat özü itibarı ile samimi olan kişi muhakkak doğru seçeneği bulacaktır. Çünkü altın çamura düşmekle değerini kaybetmez. Ayrıca tanrı iyi ol­mayı isteyen, yardımsever, fedakâr, cömert… insanları ba­şıboş ve sahipsiz bırakmaz, onlara hakikate giden yolu bir şekilde açar. Buradan anlaşılması gereken sonuç, olumsuz çevre şartlarına bağlı faktörlerin kişi üzerinde ancak geçici bir süre etkili olabileceği gerçeğidir.

İnceleyin:  Nuraniyet ve Kuantum Alemi

IV

Bu girişten sonra probleme biraz daha yakından bakabiliriz. Öncelikle kesin olan bir bilgiyi ortaya koymak gerekiyor: tanrının insanları belirli konularda sorgulaması için o insan­lara tanrının mesajlarının net olarak ulaşmış olması gere­kir. Mesajın çeşitli sebeplerle ulaşamaması halinde insanlar neyi yapacaklarını veya yapmayacaklarını bilemeyecekleri için sorumlu tutulmaları beklenemez. Örneğin, öğrencileri­nin başarılı olmasını ve ilerleme göstermesini isteyen iyi bir öğretmen yapacağı sınavlarda henüz anlatmadığı konularda soru sormaz. Böyle yapan bir öğretmenin iyi niyetli olma­dığı açıktır.

Ayrıca, anlatılmayan konulardan soruların sorulduğu bir sınavdan öğrencilere zayıf vermenin ve başarısız saymanın adaletle ilgisi yoktur. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Tan­rının adaletsiz ve kötü niyetli olması düşünülemeyeceğine göre, tanrının insanlara “mesajım ulaşmamış olsa da sizi so­rumlu tutuyorum ve hepinizi cehenneme atacağım!” deme­si söz konusu değildir.

Yukarıda tanrının mesajı ulaşmadıkça insanların sorum­lu tutulamayacağı belirtilmişti. Ancak burada temel ahlakî değerlerin bu kapsam dışında kaldığına dikkat etmek ge­rekir. Çünkü aklı başında her insan tanrıdan gelen mesajı duymamış olsa bile hırsızlığın, masum bir kişiyi öldürme­nin, yalan söylemenin kötü ve yanlış olduğunu bilir. Kısa­cası evrensel ahlaki değerden herkes sorumludur ve bunlar için tanrıdan mesaj gelmesini beklemeye gerek yoktur. O halde, hangi inanca sahip olursa olsun veya tanrının mesajı ulaşmış ya da ulaşmamış olsun her insanın temel ahlaki de­ğerlerden sorumlu tutulacağı açık ve kesindir.

V

Şimdi biraz daha spesifik ve pratikte rastlanan durumları inceleyebiliriz. Burada karşılaşılan iki grup insandan söz edilebilir: Birincisi Hıristiyanlar, İkincisi tanrıdan herhangi bir mesajın hiç ulaşmadığı insanlar.

Hıristiyanların durumu: Tarih sürecinde çeşitli sebepler­le bir takım sapmalara uğramış olmakla beraber Hıristiyanlı­ğın tanrı tarafından gönderilmiş bir din olduğu Müslüman- lar tarafından zaten kabul edilen bir gerçektir. Burada sorun, tanrının gönderdiği son mesaj olması sebebiyle herkesin İslamiyet’e uyması gerekip gerekmediği meselesidir. Eğer herkes İslamiyet’e uymak zorunda ise o zaman tanrı tara­fından gönderilen Hıristiyanlık dinine uyanların durumu ne olacaktır? Önce tanrının mesajının ulaşmadığı kişiler o mesajın içeriği ile ilgili konulardan sorumlu tutulamazlar prensibini hatırlamak gerekiyor.

Bu noktada hemen akla “Hıristiyanların İslam diye bir din olduğundan haberleri yok mu ki?” sorusu gelecektir. Şurası açıktır ki, bir meseleden haberdar olmakla o konu hakkında gerçekten bilgi sahibi olmak arasında büyük fark vardır. Avrupa’nın ortasında (mesela Paris ya da Londra’nın merkezinde) yaşayan bir Hıristiyan düşünelim. Her türlü teknolojik imkâna sahip olan böyle bir kişinin İslam di­ninden haberdar olmadığı söylenemez. Peki, bu kişi aca­ba basın, medya ve internet üzerinden İslam dini hakkında ne tür bilgiler edinmiş olabilir? Sözü edilen kaynaklardan duyulacak şeylerin bir kısmını şöyle sıralayabiliriz: İslam’ın bir terör dini olduğu, Müslümanların dünyayı kana bula­dıkları, Ortadoğu’da sürekli patlayan bombalan ve bitme­yen savaşları, Müslüman coğrafyanın sefaletini, teknolojik geriliği ve cahilliği, insan haklarının yok sayıldığını, kadı­nın aşağılandığını…

İslam hakkında bu enformasyona maruz kalan birisine tanrının mesajının gerçekten ulaştığı söylenebilir mi? Bu tür haberlerle zihni her gün yıkanan bir insanın İslam dini­ni reddetmesi kaçınılmaz değil midir? Denilebilir ki “ileti­şim çağında yaşıyoruz, bu insanların İslamiyet’i doğru kay­naklardan ciddi bir şekilde araştırması gerekir!”

İnceleyin:  Heidegger'de Sanat-Hakikat İlişkisi: Sanat Eserinin Kökeni Üzerinden Bir Değerlendirme

Bu durumda iddia sahibine şu sorunun sorulması gere­kiyor: Hıristiyanlığa samimi bir şekilde bağlı olan ve dini hakkında herhangi bir şüphesi bulunmayan bir kişinin başka bir dini araştırmasını beklemek ne derece makul bir istektir? Mesela bir Müslüman ciddi bir şekilde (yani din değiştirme eğilimi ile) Hinduizmi ya da Taoizmi araştırıyor mu? Acaba İslamiyet mi yoksa Brahmanizm mi doğru diye bir sorgulamaya başlayıp sağlam kaynaklardan araştırmaya koyuluyorlar mı? İnsanlar basit alışkanlıklarını bile terk et­mekle zorluk çekerken elde yeterli doğru bilgi olmadığı ve balla yanlış bilgilerin dolaşımda olduğu bir durumda onlar­dan dinlerini değiştirmesini beklemek haksızlık olmaz mı?

Tanrının mesajı hakkında hiçbir bilginin kendilerine ulaşmadığı İnsanların durumu: kendilerine tanrı tarafından gönderilen hiçbir mesajın ulaşmadığı, kutsa kitap ve pey­gamberler hakkında herhangi bir bilgisi olmayan insanların durumu İslam dini açısından detaylı olarak ele alınmıştır. Yukarıda belirtilen durumda olan kişiler için “fetret ehli” terimi kullanılır. Bu şartlar altında yaşayan insanların İslam dininin emrettiği kurallara uyma bağlamında herhangi bir sorumlulukları yoktur ve kendileri için bu alanda sorgula­ma söz konusu değildir.

VI

Şimdi akla “peki tamam, fakat bu insanların durumu ne olacak?” sorusu gelecektir. Kendisine hiçbir mesaj ulaş­mayan kişiler dinin öngördüğü uygulamalardan mesul ol­mamakla beraber ahlakî değerler konusunda hesap vere­ceklerdir. Çünkü insanlar yaratılışları itibariyla en temel ahlaki değerleri fark edecek kapasiteye sahiptirler. Küçük bir çocuk bile vazoyu kırdığında ya da kardeşinin elinden çikolatasını aldığında yanlış bir iş yaptığının farkındadır ve bunu gizlemek için de genellikle yalana başvurur. Yukarıda anlatılan kapsama giren Hıristiyanlar ise, hem ahlaki de­ğerden hem de kendi dinlerinin şart koştuğu kurallardan mesul olurlar.

Bu arada doğru bilgilere sahip olduğu ve yönelttiği so­rulara makul cevaplar aldığı halde kasten reddetme yolu­nu seçen kişilerin tanrının cezasından kurtulamayacakla­rını belirtmek gerekiyor. Çünkü mesajı göz ardı etmek ve dikkate almamak aslında tanrıya karşı gelmek anlamı taşır.

Açıkça ifade edilirse, sınırsız merhamet sahibi ve affedici bir tanrının gazabına uğramanın tek yolu tanrının mesajını kasıtlı olarak inkâr etmektir.

VII

Bu açıklamalar dikkatle takip edildiğinde “İslam coğrafya­sının dışında kalan insanlara haksızlık yapılmış olmuyor mu?” ya da “bazı insanlar Afrika’da doğduğu için cehen­neme gidecekken sadece Müslüman bir ülkede doğmuş ol­mak sebebiyle cennete gidilmesi kabul edilemez!” şeklin­deki itirazların geçersiz olduğu görülecektir. Tanrı insanları İslam coğrafyasının dışında bir yerde doğdukları için değil (bu zaten kişinin elinde olan bir şey değildir), hidayeti, yani doğru yolu seçmeyi kabul etmemelerinden dolayıdır.

Ayrıca İslam topraklarında doğmuş olmak tanrının ki­taplarını ve peygamberlerini kabul edecek olmanın garanti­sini vermez. İslam topraklarında doğmuş olmasına rağmen dini kabul etmeyen pek çok insan olduğu bilinmektedir. Diğer taraftan, peygamberlerin zamanında yaşadıkları ve onları gördükleri halde inkarcı insanlar hep var olmuştur. Hatta bazı peygamberlerin kendi eş veya çocukları bile red­detme yolunu seçmişlerdir. Dolayısıyla İslam topraklarında doğmak bir yana, peygamber eşi veya çocuğu olmak bile kurtuluşa ermenin bir garantisini sunmamaktadır.

O halde, tanrının insanları adaletle değerlendireceği, samimiyetle ve menfaatsiz ilişkiler kuran, ahlaki değerlere uygun yaşayan insanları mutlaka gözeteceği hatırdan çıka­rılmamalıdır. Tanrı, yarattığı insanları cezalandırmak için değil, affetmek için bahane arar. Bu tür soruların gündeme gelmesinin asıl sebebi kişinin zihninde ve kalbinde doğru bir tanrı inancının yerleşmemiş olmasıdır. Tanrı, insanlara çelme takıp sudan bahanelerle cezalandırmaz…

Selçuk Kütük – Deizm,syf.171-177