“Onların kalbleri vardır, bunlarla idrâk etmezler; gözleri vardır, bunlarla görmezler; kulakları vardır, bunlarla işitmezler” (A’raf,179)buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki mesele vardır:
Birinci Mesele: Alimlerimiz, bu ayeti, kulların fiillerinin yaratılması meselesinde, görüşlerinin doğruluğuna delil getirerek şöyle demişlerdir: “Şüphesiz kâfirlerin, sayesinde dünya ile ilgili iyi şeyleri-hayırları anlayıp bildikleri kalbleri (akılları) vardır. Yine şüphesiz onların, görülebilecek şeyleri görebildikleri gözleri ve duyulacak şeyleri duyabildikleri kulakları vardır. Binâenaleyh bu ayette kastedilenlerin, “dinî hususlarda” diye kayıtlanması gerekir. Bunlar da onların, dinî meseleleri kalbleri (akılları) ile anlamamaları, görmemeleri ve duymamalarıdır.”
Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: “Onların kalbleri, gözleri ve kulakları, buna uygun olmadığı halde, Allah Teâlâ’nın onları, dini yaşamakla mükellef tutmuş olduğu sabit olur. Bu ise, birşeyi emrettiği halde, aynı zamanda o şeyden men etmek ve alıkoymak demektir ki elde edilmek istenen netice de budur.”
Mu’tezile şöyle demektedir: “Eğer bu böyle olsaydı, Allah Teâlâ’nın bu kimseleri mükellef tutması kabîh olurdu. Zira bir şeye gücü yetmeyen kimseyi, o şeyi yapmakla mükellef tutmak kabîh bir iştir ve Hakîm olan zata (Allah’a) uygun düşmez. Dolayısıyle bu ayeti şu manaya hamletmek gerekir: “Onlar, delillerden hep yüz çevirip, aldırış etmedikleri için, anlayan bir kalbi, gören gözü, işiten kulağı olmayan kimselere benzetilmişlerdir.”
Buna şu şekilde cevap verilir: İnsanın birşeye karşı aşırı nefreti olduğu zaman, onun kalbinde kök salan o aşırı nefret, nefret ettiği şeyin doğruluğunu gösteren sözü anlamaya ve onun güzelliklerini ve faziletlerini görmesine mâni olur. Bu, her akıllının kendi benliğinde bulacağı, kesin bir vicdan halidir. İşte bundan ötürü meşhur darb-ı meselde, “senin birşeye sevgin, seni o şeye karşı kör ve sağır eder (aşkın gözü kördür) ” denilmiştir.
Bu da bu şekilde sabit olunca biz deriz ki: “Bir kısım kâfirler, Hz. Peygamber (s.a.s)’e düşmanlık ve buğz, onun dinini kabule karşılık aşırı nefret ve onun peygamberliğini kabul etmeme hususunda işte bu noktaya, bundan daha ileriye varmışlardır. Kalbdeki sevgi ve kinin mevcudiyetinin, insanın ihtiyarı ile (kendi elinde olmayıp), ister istemez onların kalbte meydana geldiği hususu kesin olarak bilinir.
Bunun böyle olduğu sabit olunca, deriz ki: “Kalbte meydana gelen bu nefret ve düşmanlığın yer etmesi ile insanın bu şiddetli nefret ve düşmanlığın, kulun ihtiyarı ile (iradesi ile) olmadığı sabittir. Yine kalbte böyle şiddetli nefret ve düşmanlığına rağmen, o şeyi anlamasının ve bilmesinin imkansız olduğu sabittir.
Bunun da böyle olduğu sabit olunca, o zaman kendisinden kurtuluş olmayan bir “cebrin” söz konusu olduğunu söylemek gerekir. ‘ Mü’minlerin emîri Hz. Ali (r.a.)’nin bu hususu anlatmak için, bir hutbe irad ettiği nakledilmiştir.
Bu, son derece güzel bir hutbedir. Alim Ahmed el-Beyhakî, “Menâkıbu’ş-Şâfiî” isimli kitabında, Hz. Ali (r.a)’nin, insanlara bir hutbe îrad ederek şöyle dediğini rivayet etmiştir: “İnsanda bulunan en hayret verici şey, onun kalbidir. İnsanın kalbinde hem hikmet bulunur, hem de bunun zıddı olan şeyler… Bir taraftan ona ümit gelirse, öbür taraftan arzu onu şaşırtır, arzu onu harekete geçirince hırs onu imha eder. Ye’s onu tüketirse, esef onu öldürür. Ona öfke arız olunca, kini şiddetlenir. Rıza hali ile mutlu olurken, kızgınlıkla bedbaht olur. Korku ve endişe onu sarınca, onu hüzün tutar.
Musibet gelince, feryad etmekten nerdeyse ölür. Eğer o insan bir mal bulacak olsa, onu zenginlik azdırır. Onu bir ihtiyaç kuşatsa, kalbini bu belâ meşgul eder. Eğer onu açlık güç duruma düşerecek olursa, zayıflık, yerinde oturtturur. O halde her kusur ve günah kalbe zarar verir, her ifrat onu bozar.”
Ben derim ki, Bu, son derece kıymetli ve güzel bir izahtır. Bu parça, insanı, kaza ve kader meselesinin sırrına muttalî eder. Çünkü uzuvların işleri, kalbin hallerine bağlıdır. Kalbin her hali de, kendinden önce mevcud olan bir başka hale dayanmaktadır. İnsan bunu anlayınca, ister istemez, bir mecburiyet altında olduğunu itiraf eder.
Alim Gazzali (r.h), “İhya”smda, “Cebr inancını” anlatmak için bir bölüm açmıştır. Orada şöyle der: “Eğer, birşey yapmak istediğim zaman bakıyorum ki onu yapabiliyorum. Yapmamak istediğimde de, bakıyorum ki onu yapmıyorum.
Öyleyse fiillerim, başkası tarafından değil, kendi tarafımdan oluyor” diye soran olursa şöyle cevap verilir: Farzet ki sen kendini böyle buluyorsun. Fakat biz diyoruz ki: Sen kendini, birşeyi dilemek istediğinde, onu dileyebiliyor; dilememek istediğinde de dilemeyebiliyor bir kişi olarak bulabiliyor musun? Senin bunun böyle olduğunu söyleyebileceğini sanmıyorum. Aksi takdirde bu husustaki iş, sonsuza uzanır. Aksine -istesen de istemesen de- neticede o şeyi dilersin. O şeyi dileyince de -istesen de istemesen de- yaparsın. Şu halde senin onu dilemen, dilemenden sonra da onu gerçekleştirmen senin elinde olan bir şey değildir.
Demek ki insan, muhtar suretinde olan bir muztardır (yani özerk görünümünde olduğu halde aslında küllî iradeye tâbidir).”
Bilginin Yeri Kalbdir
Alimler ayetteki “Onların kalbleri vardır, bunlarla idrak edemezler” ifadesini, ilmin (bilmenin) mahallinin kalb olduğuna delil getirdiler. Çünkü, Allah Teâla burada, zemmetme (kınama) sadedinde, onların kalblerinde anlayış ve idrak olmadığını bildirmiştir. Bu zemm, ancak anlayış ve idrakin mahalli, kalb olduğu takdirde doğru olur. Allah en iyi bilendir. Cenâb-ı Hak “Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha sapıktırlar” buyurmuştur.
Bunun izahı şöyledir: İnsan ve diğer hayvanlar, tabiî bakımdan, gıda, üreme ve çoğalma bakımından aynıdırlar. Yine canlılar, bâtını ve zahirî beş duyunun sağladığı menfaatlar ile, hayal etme, tefekkür etme ve hatırlama bakamlarından da müşterektirler. İnsan ile diğer hayvanlar arasındaki fark, ancak zâtı gereği, hakkı ve kendisiyle amel etmek için, hayrı öğrenmeye sevkeden akıl ve fikir kuvveti bakımındandır.
Binâenaleyh kâfirler, akıl ile fikrin hallerini düşünmekten ve hakkı bilme ile hayrı yapmaktan yüz çevirince, âdeta hayvan gibi olmuşlardır. Daha sonra, Cenâb-ı Hak, “Hatta (onlar) daha sapıktırlar” buyurmuştur, çünkü hayvanların, fazilet elde etme kudreti yoktur. Halbuki insana, bunu elde etme kudreti verilmiştir. Dolayısiyle, faziletleri elde etmeye kudreti olduğu halde, bunları elde etmekten yüz çeviren, bunları elde etmekten âciz olduğu için, elde edemeyen hayvanlardan daha adi olmuş olur.
İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, ”Hatta (onlar) daha sapıktırlar ” buyurmuştur. Hakimü’ş Şuarâ da şöyle demiştir: Ruhun mebdei, başlangıcı, Arş’m ilahı olan Allah’ın katındadır; yeryüzü toprağı da, cismin ve bedenin aslıdır… Emir ve mükellefiyetleri yüklenmeye elverişli olsunlar diye, çok merhametli olan yüce Allah, onları birleştirmiştir.
Binâenaleyh ruh, gurbettedir; bedense kendi vatanında… Öyleyse sen, vatanından uzaklaşmış olan garibin hakkını tanı, bil!…” Ayetteki, “Hatta (onlar) daha sapıktırlar” buyruğunun tefsiri hususunda başka izahlar da yapılmış ve mesela şöyle denilmiştir: Çünkü hayvanlar Allah’a itaat ederler, kâfirler ise itaat etmezler. Mukâtil: “Kafirler, hayvanlardan daha yanlış yoldadırlar. Zira hayvanlar Rablerini bilir ve O’nu zikrederler. Halbuki kâfirler Rablerini ne tanır, ne de zikrederler” demiştir.
Zeccâc: “Kâfirler daha sapıktır. Çünkü hayvanlar, kendi menfaat ve zararlarını gözetir; menfaatlerini elde etmeye gayret sarfedip, kendilerine zararı olan şeyden sakınırlar. Kâfirler ile inatçıların çoğu ise, kendilerinin (bâtılda) direttiklerini bilirler.
Binâenaleyh küfürlerinde ısrar edip, böylece kendilerini cehenneme ve azaba atarlar” demiştir. Ayete şu mana da verilmiştir: “O hayvanlar, kendilerini devamlı gözeten ve bakan insanlara yönelirler. Kâfir ise Rabbınden, kendisine sınırsız nimetler veren ilahından kaçar” denilmiştir ki: O hayvanlar kendilerine yol göstereni (güdeni) olmadığı zaman, yollarını şaşırırlar. Ama bir yol gösterenleri olduğu takdirde, yollarını şaşırma nisbetleri çok azalır. O kâfirlere ise, peygamberler gelmiş ve o peygamberlere kitablar verilmiştir. Buna rağmen onlar sapıklıklarını alabildiğine artırmışlardır. Cenâb-ı Allah, ayeti, “Onlar, gaflete düşenlerin ta kendileridir” sona erdirmiştir. Atâ bu ifadeye, “Onlar, Allah’ın, dostları için hazırladığı at ile, düşmanları için hazırladığı ikabdan gafildirler” manasını vermiştir.
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/160-163
0 Yorumlar