Bismillâhirrahmanirrahim. Allaha hamdolsun ki Kelâm-ı Kadîmi ile Âdeme hitab etmiş. Ve beşeriyete o Kelamın nûrunu teblîğ eden Muhammed’e salat ü selam olsun: İşte o Kelam-ı Kadim’den bir ayet: “Haleka’l-insân; allemehu’l- beyan “: Hak yaratdı insanı; talim etdi beyanı.“ Bir başka âyetde diyor ki: Güzel kelime kökleri yeryüzünde dalları gökyüzünde büyüyen bir ağaca benzer.Bakara suresinde kelama dair bir ayet daha var: “Ve alleme Âdeme’l -esmâe küllehâ”: Ve Âdeme bütün isimleri öğretdi.“
Allah Âdeme bütün isimleri öğretdi… Yani insana düşünmeyi ve her şeyi ismi ile çağırarak teshîr etmeyi, büyüleyerek hükmetmeyi Allah öğretdi. Kelam Allah tarafından bahşedilmiş bir kabiliyet. Gerçi, “lisan insanların bazı ses sembolleri –kelimeler- kullanmak için kendi aralarında bir anlaşmaya varmaları ile mi meydana gelmiştir, yoksa ilahi menşeli midir?” meselesi hakkında, lisan felsefecileri arasında, Heraklit’ten beri devam eden bir takım münakaşalar vardır. Kuranı Kerimdeki başka bazı ayetlere dayanarak, dilin “tevkif” ile mi “tevatu” ile mi meydana geldiği; yani ilahi menşeli mi yoksa insan eseri mi olduğu hususunda, islam uleması arasında dahi bazı farklı görüşler serdedilmiştir. (Mehmed el-Antaki, el-Veciz fi Fıkhü’l-Lüga, Darü’ş-Şark Neşriyat, 1969, sh.55) İnsanların birbiri ile anlaşmak, ruhi temas kurmak, haberleşmek ve fikir alış verişi yapmak için kullandıkları asli vasıta lisandır: ister konuşmak ve yazmak, ister işaret dili veya başka semboller kullanma şeklinde olsun… Şüphesiz beşeri dillere göre sınırlı da olsa, hayvanların bile kendilerine mahsus bir dilleri var: Arılar, havadaki dans etme biçimleri ile, hemcinslerine bal toplanacak çiçeklerin bulunduğu yerleri tarif edebilirler. Maymunlara, sağır ve dilsizlerin kullandığı Amerikan İşaret Dili öğretildiği takdirde, bu vasıta ile konuşabiliyorlar; lakin, dili kullanma kabiliyetlerinin ancak 2-3 yaşındaki bebekler seviyesinde kaldığı müşahede edilmiştir. Balina ve Yunusların haberleşmek için kullandıkları dilin kelimelerini deşifre etmeye çalışanlar var.
Tabiatteki canlıların bu ve benzeri haberleşme biçimlerinden farklı olarak beşeri dillerin, yüksek seviyeli manevi ve mücerred meseleleri ifade edebilecek kadar gelişmiş bir kelime kadrosu vardır. Kullanılan dil işaretleri (kelimeler, semboller) ile bu işaretlerin delalet ettiği gerçek dünya arasında doğrudan doğruya bir münasebet yoktur. Mesela köpek kelimesinin Rusçası sabaka, İngilizcesi dog, Arapçası kelb olabiliyor. Demek oluyor ki, insan böyle farklı ve arızi dil sembolleri kullanmak sureti ile düşünebilen bir mahluktur. Kelime sembolik bir lisani işaret olduğuna göre, biraz geniş ma’nada düşünülürse, bütün kelimeler veya semboller bir çeşit “ism -i ma’na” sayılabilirler. Bir lisani ma’naya delalet eden, o ma’nayı çağırmak için kullanılan isimler. Onun içindir ki Kur’an ayetinde “Allah Âdeme bütün isimleri öğretdi” buyurulmuştur. İsimle murad edilen ma’na çağırılmaktadır. Medeniyetin meydana getirdiği gevşek ve suni kültür vasatında işlerin rengi daha değişik olabilir; ama, henüz bu ölçüde bozulmamış olan bütün şifahi kültür mensuplarının çok iyi hissedebildikleri gibi; bir şeyin gerçek ismini bilmek onu teshîr edebilmek, ona hükm edebilmek demektir. Nesneler hakiki isimleri ile, yani büyü ile çağrılmalıdırlar.
İsimler, bir ma’naya alem olan kelimeler vasıtası ile her türlü ma’naya nüfuz ve hükm edilmektedir. Bulgaristandaki Türk, isim değiştirme operasyonuna karşı çıkmakta, bunu zulüm saymakta, haklı değil miydi? Kelimeleri bir şahs-ı manevinin ismi şeklinde anlarsanız, ki öyledirler; o zaman bir dilin kelimelerini dilin kendi tabii tekamülü dışında bir takım müdahelelerle değiştirmeye kalkışmanın tıpkı Bulgaristanda insanların isimlerini değiştirmek suretiyle şahsiyetini değiştirmeye kalkışanların yaptığı gibi, aynen o çapta, bir zulüm olduğunu da anlamış olursunuz. Bir cemiyetin dilini bozarak idrak kabiliyetini yok ederseniz, insanlar Kur’an-ı Kerimde söylendiği gibi (summun, bukmun, umyun) “sağır, dilsiz ve kör yaratıklar” haline gelebilir. Demek ki, Türkiye’de dile kastedenler aslında bu şahs-ı ma’neviye kastetmiş oldular: Dili bozdular, milletin kelamını değiştirerek üslubunu ve şahsiyetini yok ettiler. Böylece dilimizden geriye kalan şey de, bir ceset değilse bile, bir canlı cenaze oldu. Şimdi, buyurun cenaze namazına…
Ernst Cassirer İnsan Üstüne Deneme eserinde, insanoğlunun en mühim vasıflarından birinin semboller kullanmak ve esâtîr (mitoloji) meydana getirmek olduğunu söylemişti. İnsan semboller meydana getirerek düşünür. Bu sembollerin meydana getirdiği düşüncelerin uydurma bir takım ustûrelerden ibaret olduğu da vakidir. Hatta bana sorarsanız derim ki, çağdaş dünyada tarih/istoria denilen şeyin bile ustûreden ne farkı var sanki? Ustûre, yani efsâne, mitoloji… O da bir bahs-i diğer ya, neyse.
Lisani semboller, kelimeler, kelimeler… kelimeler bazen Cassirer’in dediği gibi aslı astarı olmayan ma’naların ismi olarak, nâ-mevcud esâtîre, asılsız mitolojilere alem (işaret, sembol) olmak suretiyle yanlış kullanılır veya kötü maksatlara âlet olurlar. Öyle zaman olur ki kelime, bizim zihnimizdeki şahs-ı ma’neviye alem olmak, bir ma’naya delâlet eden isim olmak yerine, asılsız türrehâta delalet ederler. Zamanımızda ideolojik muhtevâlı, kâzib şöhretli, câzib ve cerbezeli kelimeler, tıpkı böyle insanların da çok olması gibi, be-gâyet mebzul miktarda mevcutdur. Böyle kelimeler çoktur; amma ve lâkin bu kâzib isimlerin delâlet ettiği hakiki bir ma’na yoktur.
Mesela, zamanımızda herkes papağanlar gibi, “en iyi rejim demokrasidir, en iyi rejim demokrasidir!” diye tekrarlayıp duruyor. Ne çare ki, tedrisat ve matbuat ile beyni yıkanmış biçare insanoğlu bunun farkında olmayabilir ve alışkanlık ile çevresinden duyduğu şekilde bu sahte şöhretlere meclûb olur, bu kabilden uydurma ustûrelere itibar eder; aklınca ve dilinin döndüğünce bunları telaffuz eder. Bu kelimelerin yönlendirmesi ile düşünür ve hareket eder. Bilmez ki bu asılsız kelimelere sahib olması mümkün değildir: Ne dediğini bilmez; o kelama değil, kelam ona hükmeder.
Bu bana, Alice Harikalar Diyarında kitabındaki, Alice ile Yumurta Kafa Humpty Dumpty karakteri arasında geçen bir mükâlemeyi hatırlatır. Alice muhâtabının “glory” kelimesini kullanış biçimine itiraz ediyor: “-Ama bu kelime bu ma’naya gelmez ki!” diyor. Bunun üzerine Humpty Dumpty’nin verdiği şık cevaba bakın: “- Ben bir kelimeyi kullandığım zaman,” diyor. “o kelime tam benim istediğim ma’naya gelir; ne eksik ne de daha fazla!”
Ne dersiniz, şimdilerde bizim millet durup duraksamadan, “keyfe ma yeşa” konuşarak, biraz Humpty Dumpty gibi davranmıyor mu? Geçenlerde bir gazetede okudum. Bir emekli korgeneral büyük bir gazetenin yaşlı-başlı-kerli-ferli muharririne anlatıyor. Kanuni devrinde bir “ehl-i hıref” cemiyeti varmış. General, yani, “herifler derneği” demek diye, guya “hıref” kelimesini tercüme ediyor. Pek muhterem ve dahi yaşlı-başlı-kerli-ferli muharrir bunu aynen naklediyor. Ne General, ne muharrir “ehl-i hıref” tabirindeki “hıref” kelimesinin, hırfet kelimesinin cemi (çoğul) şekli olduğunu, bunun sanatkarlar, hırfet erbabı ma’nasına geldiğini anlamıyor. Lügate bakmak adet olmamış; “herifler” diye atıyorlar. Tutarsa… Kanuni devrinde bir “herifler derneği” varmış(!) O ne menem şeyse? Şimdi, “bu ülkenin insanları Humpty Dumpty gibi; bir kelimeyi kullandıkları zaman, o kelime tam tamına bunların canı ne istiyorsa o ma’naya, geliyor galiba?” diye düşünüyorum.
Aslına bakılırsa, her nevi tenkid sonunda döner, dolaşır; bir nevi dil tenkidine dönüşür. Ben zaten daha önce de bazı kitaplarımda lisana dair birkaç makale yazmıştım. Mesela, şiir meraklıları Varlığın Ma’na ve Mazmunu kitabımın Ma’na ve Mazmun(sembolik ma’na) bahsine bakabilirler. “Şahin Uçar’ın biraz özenerek yazdığı bir yazı var mı acaba?” diye düşünenler varsa; onlar da kendi Divanım hakkında yazdığım konuşma metnine baksınlar. Bu dergide felsefi mütalaat ile pek muhterem “kariler”imin kafasını daha fazla karıştırmaya ne lüzum var? Şimdi “kariler” sözünün Osmanlıca’da okuyucular ma’nasına geldiğini söyleyeyim de; bazıları bundan geveze kocakarılar derneği filan gibi bir şey anlamasın. Tolstoy’un Atzur Kabilesi hakkında söylediklerini bizim halimize adapte ederek söylersek; “diyorlar ki bütün Osmanlılar ölüp gitmiş; Karakeçili aşiretinde bir papağan varmış; birkaç Osmanlıca kelimeyi ezbere biliyormuş.” Yakında bunun da meraklısı çıkar; Türkçe’yi Türkçe papağanlarından öğrenmeye çalışırsa, hiç şaşmam…
Şüphe ve Hakikat ve Kelimeler…
Pekala; ama ihtar edeyim ki, düşünce yazıları zor anlaşılır bir sorgulama biçimidir ve insanı tenvir etmekten ve hakikate götürmekten ziyade şüpheye sevk eder. Kelimeler, kelimeler… Aşksız ve inançsız, ma’nasını anlamadan ve inanmadan telaffuz edilen kuru lafızlar gerçeği ne kadar anlatabilirler ki?
Kurandaki ayetin dediği gibi, “Allah Ademe her şeyin ismini öğretti.” Elbette kelam sihirdir: Bir şeyin hakiki ismini bilirseniz; onun üzerinde tasarruf gücünüz olur. Lisaniyatçılara göre, kelime semantik bir anlam sembolüdür. Sözün sihir gibi bir tesiri olması için kelimeyi telaffuz etmek yetmez: onun sembolize ettiği hakikati bihakkın bilmek, anlamak ve hatta o hakikate iman etmek gerekir. Peygamber efendimiz bile, “biz senin hakikatini hakkıyla bilemedik” diyordu. Halbuki, Tevrat’ta söylendiği gibi: “her söz eksiktir ve insan söz söylemeye muktedir değildir.” Yani, herhangi bir bahsi bütün yönleriyle ele alıp, ona dair söylenebilecek her sözü söyleyip, işi her yönüyle tamamlamak mümkün değildir; ne söyleseniz bir şeyler yine eksik kalır. Semantikçi Hayakawa diyor ki “kelimeler bir araziyi tarif eden haritalara benzerler”; yani araziyi yalnızca kullanılan ölçek nispetinde tarif ederler. Harita arazinin yalnızca sembolüdür; bir haritada arazinin ihtiva ettiği her şeyi tarif etmek nasıl mümkün olabilir? Bir harita araziye ne ölçüde delalet ederse, kelimeler de gerçek ma’nayı ancak o ölçüde tarif edebilir. Demek ki, lisanın büyüsü, sözün sihri, söylediğiniz ismin gerçeğe delaleti kadardır.
Filozoflar edebiyatçı değildirler: kelimelerle oyun oynamazlar ve kelimelerin estetik güzellikleri ile ilgilenmezler: kelimeleri kavramlar olarak (birbirleri ile ve gerçekle münasebetleri açısından) incelerler. İlim adamlarına gelince, onlar için bizzat kelimeler değil, kelimelerle ifade etmeye çalıştığımız nesneler dünyasının hakikati (realiteye mütekabiliyet) mühimdir. Onun içindir ki ilim adamları, mümkün olduğu ölçüde, tabii dilin müphem (arazinin hususiyetlerini tam bir sadakatle aks ettiremeyen) kelimeleri yerine, çok daha mücerret fakat açık-seçik ve kesin semboller kullanan “matematik dili”ni tercih ederler.
Fisagor “sayılar”a, Eflatun “idea”lara, Aristo “mantık”a inanırdı. Mistik bir filozof olan Fisagor, alemin hakikatini “sayılar”da arardı. Sayılarla uğraşırken Fisagor teoremi ile bulduğu “kıyas kabul etmeyen”(incommensurable) ve irrasyonel (sayı sayma temeline dayanmayan, akıl dışı) “kök 2” sayısı ve esrarengiz Pi sayısı yüzünden sayılara inancı epeyce sarsılmıştı. Hatta, Fisagorcular bu keşfi gizlemeye çalışmışlardı: milletin sayılara inancı sarsılmasın diye… Çok büyük bir şair olan Eflatun, Fisagor’un sayıların harmonisine dayanan matematik asıllı kozmos’undan ilham alarak; “idealar alemi”nin (ayan-ı sabite) asıl hakikat, içinde hapsedilmiş olarak yaşadığımız bu görüntüler dünyasının (mağaranın) ise hakikatin gölgesi mesabesinde -sembolik- bir rü’yet-i kâzibeden ibaret olduğunu sezmişti. Eflâtunu anlamak zordur; çünkü sözlerinin ne zaman şiir ne zaman felsefe olduğunu bilmek zordur. Burada semboller tersine dönüyor ve hakikat “ma’nevî idealar dünyası”, maddî dünyâ ise onun bir sembolü bir “şâhid-i mazmûn” haline geliyor.
Eflatun’un büyük talebesi Aristo ise, asıl itibarı ile mantık ve ilim adamıdır (biyolog). Mantıktan o esrarengiz illiyet (sebeplilik) prensibini çıkarırsanız geriye yalnızca sağduyumuzun ve lisani alışkanlıklarımızın telkin ettiği tezadın (çelişkinin) reddi ve kategorizasyon kalır: Bir kategoriye sokmakla, nesneleri tasnif etmek suretiyle, belli bir sınıfa dahil olan nesnelerin tabii olarak o sınıfın özelliklerini taşıdığı farzedilir.
Nesneleri sınıflandırmak suretiyle, “bir sınıfa dahil olan nesnelerin ait olduğu bu sınıfın özelliklerini taşıması” dahi, nesneler arasında bir çeşit basit “kategorik illiyet münasebeti” kurulması ma’nasına gelir. İnsanların ölümlü olduğu bilindiği için, insan sınıfına dahil olan herkes de ölümlüdür; o halde (bu sebeple), bir insan olan (kategorizasyonda insan sınıfına giren ve bu sınıfın özelliklerini taşıyan) Sokrat da ölümlüdür. David Hume’un sebeplilik prensibi hakkındaki tenkidine “kategorik illiyet münasebeti” dediğim bu tenkidi de eklersek, formel mantığın normal kıyasları da şüpheli hale gelecek demektir. Mesela, bildiğimiz bütün kuğular beyaz olsa ve kuğu beyaz renkli bir kuş olarak tarif edilse bile, Avustralya’da siyah kuğular da keşfedilmiştir. Halbuki, farkında olmasak bile konuşurken dil kendiliğinden nesneleri tasnif etmekte, ve bazen de yanlış tasnif etmektedir. Bu yüzden, mantık yürütürken istenmeyen çelişkiler(paradokslar) ortaya çıkarsa; “herhalde nesnelerin sınıflandırılmasında bir yanlış var” diyebiliriz.
İşte, Aristo’nun kurduğu ve insanlığı 2000 yıl boyunca büyüleyen mantık, böyle basit bir “tutarlılık teorisi”nden (coherent theory of truth) ibaretti. Halbuki, bu felsefedeki dört hakikat teorisinden biri yalnızca; felsefeciler bundan başka üç hakikat kriterinden daha bahsederler: pragmatik (yani faydacı) gerçek teorisi; correspondent (yani realiteye mütekabiliyet) gerçek teorisi ve performative gerçek teorisi (yani semantik ma’nada anlatılan işle ilgili anlam bakımından fonksiyonel olma). Ne var ki, bence bir söz, hatta bu dört kriterin dördü bakımından da tatminkar olsa bile, hakikat olmayabilir. Bu da bir bahs-i diğer ki sözün tamamlanması için ayrıca yazılması gerekir…
Halbuki, “Varlığın Ma’nâ ve Mazmûnu” isimli eserimde, bu istenmeyen çelişkilerin Fizikteki Kuantum Mekaniği Teorisinde ve hatta, kullandığımız tabii diller bir yana, insanoğlunun en kesin düşünce dili olan matematikteki sayılar arasında bile, Cantor’un setler teorisinde ve Gödel teoremine göre tabii sayılar arasında dahi, mevcut olduğunu gösterdim. Fisagor çağındaki gibi yalnızca irrational (sayı sayma temeline dayanmayan) sayılarda değil, Gödel teoreminden sonra (1931) tabii sayılar arasında dahi paradokslar bulundu. Biz de bu bilgilerden hareketle, Aristo mantığına karşı paradoks mantığını savunan ve mekanı değil zamanı esas referans çerçevesi olarak alan bir varlık teorisi”bir kainat görüşü, geliştirdik. Anlaşılmak maksadıyla ve tabii bir dille yazıldığı halde, kolay anlaşılır gibi görünmekle beraber, zor anlaşılır bir kitap oldu. Bu tarz yazı isteyenler veya benim şiirlerimi anlamayanlar o kitabıma bakabilirler (!)
Şimdi bu zor anlaşılır meseleyi, kolay anlaşılabilsin diye, bir benzetme ile anlatmaya çalışacağım (zaten benzetme de ma’na kolay anlaşılsın diye yapılır; şairlerimizin kulağı çınlasın: süs olsun diye anlaşılmaz benzetmeler yapmakta o kadar ileri gittiler ki güzel ve tesirli kelam yerine çirkin ve saçma şiirler ortaya çıktı ve milleti şiirden nefret ettirdiler. Bir de şikayet ediyorlar, millet şiir okumuyor diye).
Kelimeler eksiktir; çünkü, kelimenin –ism-i ma’nanın- bir ma’nayı tarif etmesi, haritanın araziyi tarif etmesi gibidir demiştik. Haritadan çok daha kesin bir misal vereceğim: Mimari Plan. Adana’daki Sabancı Camiinin değerli mimarı Necip Dinç benim dayımdır; bu eserin istisnai bir biçimde teferrüatlı, betonarme tekniğini ve çapraz mukarnas ve kemer kesitlerini, hatta taş kaplamaları da gösteren, planlarını beraber inceledik. Bu teknikleri şimdiki mimari talebeleri de öğrensin diye basılmalarını arzu ediyormuş. Bu kadar teferrüatlı ve uygulamayı birebir gösteren planlara rağmen, 10 sene boyunca başında durarak eserin inşaatını kontrol ettiğini ve yanlış anlamadan doğan uygulama hatalarını yıktırıp tadil ettiğini veya yeniden yaptırdığını anlatıyordu. Demek oluyor ki, planını, maketini yapmak yetmiyor, eser zaman içinde tekevvün ediyor.
Ben de bu yazıya başlarken ne yazacağımı -aklımca- düşünüp planladım; ama, bu yazıyı yazmadan önce, “ne söyleyeceğimi nereden bilebilirdim, daha söylememiştim ki”(!) Mesela, dayımın mimari planlarından bahsedeceğimi doğrusu hiç bilmiyordum… Yazarken, zaman içinde misal vermek isteyince, kendiliğinden bu misal çıkıp geldi işte. Demek ki, elinizde en teferrüatlı mimari planlar varken bile, mimar kontrol etmezse, camii aslına sadık ve mücessem bir realite halinde gerçekleştirmek mümkün olmuyor… Şimdiye kadar inşa edilen hali malum; ama, bitmiş halini henüz görmedik. Her ne kadar mimarı, eseri kendi planladığı için, bitmiş halini önceden zihninde tasavvur edebilirse de, tamamlanmış halini o da tam bilemez: zira tasavvur -zihindeki suret- zayıf bir imajdır; görmek başkadır.
Goethe, “Görmek bilmektir” dermiş. Kim bilebilir ki kainatın mimarı, Sâni’-i alem, Hallak-ı daim (kainatı her an yeniden yaratarak bir istikrar üzere tutan ve yok olmasını önleyen Kayyum Allah) kainatın geleceği hakkında ne planlamıştır? Kelimeler bizzat nesne yahut ma’na değildirler; yalnızca ma’nanın sembolüdürler. Bu da her sözün eksik ve şüpheli olması demektir.
Derler ki, “şeytan detaylarda gizlidir”: bir detay planı kadar keskin kavramlar kullanmak mümkün mü? Matematik dilinde –bu dille ifade edilmeye müsait meselelerde- mümkün. Elbette, ilahi kelam ve tasavvur, beşeri tasavvur gibi değildir: Böyle “tasavvur” kelimesiyle bahsetmek caizse, “ilahi tasavvur” zamanı bütün halinde baştan sona görmektir (önceden bilmek, kader). İlahi Kelam, “olmak”tır: “Ol! der ve olur.” Kainat İlahi Kelamdan ibarettir.
Acaba kelimeler mi bize hükm ediyor, yoksa biz canımızın istediği gibi kullanabilir miyiz onları? Bir Rus şairi demiş ki:
“Ne diyeceğimi ben kendim de bilmiyorum
Tek bildiğim söylerken türkümün oluştuğu…”
“Konuş ki seni görebileyim” derler. Semiolog Roland Barthes ise diyor ki: “Lisan kanun yapmak demektir” konuşmak ise onun mecellesi (kodifikasyonu). Konuşmanın gücünü anlamıyoruz; çünkü bütün konuşmaların bir kategorizasyon, bir tasnif etme ameliyesi olduğunu ve her tasnifin de zihnimiz üzerinde zorbaca baskı uygulayan bir şey olduğunu unutuyoruz. Sentaksın ve kelime kadrosunun bizi sınırlayan ezici bir gücü vardır; bizi bunlar yönetir. Biz dili kullandığımızı zannederiz; halbuki dil bizi konuşturur: Kelimeleri kullanırken düşünen varlık biz olmaktan ziyade kullandığımız dildir: dilin tarih boyunca biriktirdiği ma’na hazinesi… Meşhur sözdür, “söyleyene bakma, söyletene bak” derler. Güney Afrikalı Ndebele bir konuşmasında, memleketinin yaşadığı problemler sebebiyle İngilizce’yi suçlu saymış; Ndebele’ye göre, “cemiyetin problemleri ayni zamanda o cemiyetde hakim olan dilin de problemiydi.” Octavio Paz da demiş ki; “insan düşündüğü için konuşmaz; konuştuğu için düşünür.”
Şahid-i ma’nâ biziz… lakin, kimdir asıl söz sahibi?
İşte yine kar yağdı: tabiatin güzelliğini, yahut bahçedeki ağaçların karlı dallarını kelimelerle, hatta fotoğrafla anlatmak mümkün mü? Gönül isterdi ki, bütün medeniyetimizin, İstanbul’un ve Süleymaniye, Yeni Cami gibi eserlerin “holografi”si (üç boyutu ile nesnelerin bütün teferrüatını gösteren tasviri) yapılsın. Kim bilir, belki de bir gün, bütün dünyanın holografik bir ansiklopedisi yapılır; böylece her çeşit bilgiye erişip, incelememiz mümkün olabilir…
Tekrar edeyim ki, “elbette kelam sihirdir”: Bir şeyin hakiki ismini bilirseniz; onun üzerinde tasarruf gücünüz olur. Lisaniyatçılara göre kelime, semantik bir “anlam sembolü”dür. “Sözün sihir gibi bir tesiri olması için kelimeyi telaffuz etmek yetmez: onun sembolize ettiği hakikati bihakkın bilmek, anlamak ve hatta o hakikate iman etmek gerekir” diyorduk. Demiştik ki; “kelimeler, ma’nayı sembolize eden haritalara benzerler; bir harita araziyi ne ölçüde aks ettirebilirse, kelimeler de gerçek ma’nayı ancak o ölçüde tarif edebilir.”
Benzetmeye devam edersek, diyebiliriz ki “ilim dili” bir “mimari plan” gibidir. “Matematik dili”ne gelince, elbette bu dil ile formüle edilmeye müsait meseleleri -sınırları ve anlamı çok kesin ve net olarak belirlenmiş semboller kullanarak ifade etmesi bakımından- “mimari detay planı”na benzetebiliriz. Yapılması gereken işi bir “mimari detay planı”ndan daha iyi tarif eden bir “dil” olabilir mi?
-Evet var, çağımızda bir “holografi”(bütünü çizme, 3 boyutlu çizim) tekniği var. Holografi tekniğinin bir uygulamasını görmek için, visa kartlarının güvercin resmine farklı açılardan bakabilirsiniz. Sembolik olarak anlatılmak istenen ma’nayı aks ettiren her türlü işaretler sistemi bir dildir. İnsan zekasının erişebildiği en kesin dil elbette matematiktir; ancak her bahse uygun olmadığı gibi, matematikte dahi kaçınamayacağımız bazı paradokslar var. Göze hitap eden maddi dünyanın, yine gözün dili ile, tasviri için en tatminkar yol holografi tekniğidir. Holografik resimleri de “dil” sayıyorum; zira nesnenin aslı yerine onu anlatan bir sembolün (temsilin, istiarenin, işaretin, resmin vs) geçmesi demek, her hal ü kârda bir temsîlî “dil” kullanmak demektir. Gözün ve kulağın dilleri o kadar fa rklıdır ki; birbirine tercüme edilemez. Hatta, İngilizce’den Türkçe’ye bile kusursuz tercüme yapılamaz. Bırakın onu, kendi anadilinizdeki düşünceleri bile tam olarak yazıya aktaramazsınız. Ben, “Keşke düşünebildiğim her şeyi yazabilseydim” derim. Benzetmek caizse, ancak ilahi kelam, hakikati bir holografi resmi gibi 3 boyutu ile, eksiksiz tarif edebilir; beşeri kelam ile bu mümkün değil…
Daha önce Eflatun’un meşhur mağara istiaresine telmih yaparken demişim ki; “Eflatun, “idealar alemi”nin asıl hakikat, içinde hapsedilmiş olarak yaşadığımız bu görüntüler dünyasının (mağaranın) ise hakikatin gölgesi mesabesinde (sembolik) bir rüyet-i kazibeden ibaret olduğunu sezmişti… Burada semboller tersine dönüyor ve hakikat “ma’nevi idealar dünyası”, maddi dünya ise onun sembolü haline geliyor.” Derler ki, Eflatun Akademi’sinin kapısında “geometri bilmeyen giremez” yazarmış. Geometrik kesin gerçeklik idealine nispetle, maddi realitenin kesinliği nedir ki? Göz gördüğünü bilir; ama gördüğümüz şeylerin kesin gerçek olduğuna ne kadar güvenebiliriz ki?
İdealist filozoflara göre, geometri, “idea”, maddi varlıktan daha kesin bir gerçeklik taşır. Kant dahi, “a priori” (şimdi bunu izah etmek çok söz gerektirir; tercümesini vermiyorum!…) gerçeklerden bahsediyordu ve “fenomen” (gördüğümüz biçimiyle gerçeklik) başka, “neumenon” (asıl hakikat) başka diyordu. Aslında, bir bakıma bilebildiğimiz bütün fenomenler tarih olmuş, geçmişte kalmış ve usture olmuştur, bihakkın bilinemezler. İdea, yahut kelam, maddi varlıktan daha gerçek olabilir mi?
İlahi Kelam, “Ayn-ı Hakikat”dir; çünkü zamanı ve mekanı aşar ve zamana hükmeder. Maddi dünya ise “ruzigar” ile tegayyür ve tebeddül eder; Eflatun’un benzetmesinde olduğu gibi dünya hakikatin gölgesinden ibaretdir; o ancak hakikate delalet eden bir “âyet”tir. İlahi Kelam “levh-i mahfuz”da (Allah indinde), Kur’an ayetlerinde, Kainatın ayetlerinde ve İnsan kalbinde meknûzdur: “Dört Kitabın ma’nası bellidir bir elifte!” Kelam-ı kadim, insanların vicdanında şuur ve akıldan çok daha fazla müessirdir: Tarihi aşan, tarih boyunca yaşayan, ezberlenen ve mucibince amel olunan, bir kelamdır. Fuzuli’nin buyurduğu gibi: “Alem içre mu’ciz-i bâki yeter Kur’an sana.”
Arifler ve ilham sahipleri bu kainatın değişen ayetlerini çeşm-i ibretle temaşa eder ve değişmeyen hakikate ulaşmak isterler. Mevlana’nın buyurduğu gibi, “gölge güneşin varlığına delil değil mi?” Beşeriyet, maddi dünyayı temsil etmek için kullanabileceği bir dil olarak, nihayet holografi seviyesine -yani eşyanın hakikatini ayniyet derecesinde bir benzerlikle aks ettiren bir temsil derecesine- kadar erişti.
İnsan sözü nihayet, “ayn-ı keramet” olabilir; halbuki, İlahi Kelam “ayn-ı hakikat”tir. Kainat, o hakikate delalet eden bir kelâm-ı hafî, bir “âyet”tir ve İlahi Kelamın “Kün!” emrinden ibarettir.
Dilin kelimeleri ve şairlerin sözleri: insan kalbinin haritası…
İlim dilini, mimari planların kesin ve gerçekçi tariflerine; matematiği, mimari detay planına benzettik. Elbette, İlahi Kelam bir “holografi” kadar basit değil; çünkü o varlığın temsîli değil, bizatihi kendi ve varoluş sebebidir. Realiteyi her yönüyle ve bütünüyle aks ettirebilen “holografi”, düşüncenin ulaşabileceği en kesin dil olan matematikten de kesindir; ancak holografi göze hitap eder; düşünce dili değildir. Düşünceyi ve maneviyatı ifade eden beşeri kelamın tarif kabiliyeti, göze hitap eden holografi seviyesine ulaşmaktan çok uzaktır. Göze hitap eden maddi dünyanın fotoğraftan, sinemadan nihayet holografi seviyesine gelmesine mukabil, kullandığımız tabii dillerin maneviyatı ifade etmekte küçük ölçekli haritalar kadar yetersiz olması çağımızın acı bir gerçeği…
Türkçe ise o hale geldi ki, bu dille düşünce dünyasının -haritasını çıkarmak bir yana- krokisi bile zor çizilir. Halbuki, eski şairlerimiz kelimelere öyle bir kesinlikle tasarruf ediyorlar ki, sözlerindeki “lisan matematiği”ne, “lisan fıkhı”na, ister istemez vâlih ü hayrân oluyoruz. Mesela, Nefi diyor ki:
“Bir güherdir kim nazîrin görmemiştir rûzigâr
Rûzigârâ âlem-i gayb armağânıdır sözüm”
Yani, “Öyle bir mücevherdir ki zaman onun benzerini görmemiştir/ Benim sözüm zamana gayb aleminden gelen bir armağandır” diyor.
“-Ne yani,” diyeceksiniz, “zamane şairlerinin şiirleri de matematik formüllerine benziyor: Bunları anlamak beşinci derece matematik denklemlerini çözmekten daha zor”(!) “-Ben ne diyeyim şimdi? O halde, siz de bu kadar duygusuz ve ma’nasız sözlerde ma’na aramayın!” Fermat Denklemi gibi bazı matematik denklemleri de vardır ki, onların hiç bir çözümü yoktur. Gerçi bir zamanlar bu denklemi çözmek için ben de çok uğraşmıştım; şimdilerde güya çözümü bulunmuş!…
Nefi’nin dediği gibi, “Ehl olan kadrin bilir ben cevherim medh eylemem”; amma ne de olsa, ben de bir sâhib-divanım: Fermat Denklemi gibi çözümsüz, bir beyit de ben söylemiştim!…
“Nihân ettim kelâmım gerçi ma’nâ âşikâr oldu
Söz oldu perde-î hüsnün; o perde vasf-ı yâr oldu.”
Şiirin tercümesi olmaz; meali budur ki, “kelâmımı gizledim, gerçi ma’nâ âşikâr oldu; söz, senin güzelliğine perde oldu; ve o perde sevgilinin vasfı oldu” gibi bir söz… Söz sanki sinema perdesi(!) Lisan felsefesi açısından bir hayli şerh gerektiren bir beyit. Elbette kelâm ma’nâyı izhâr etmek içindir; lakin sözün hakikati açıklamak yerine perdeleyerek gizlemesi de mümkündür.
Zamâne şairleri için de, bir Yunus Emre beyti zikr edeyim;
“Sen sende iken menzil alınmaz
Bahrî olmadan cevher bulunmaz.”
Kelimenin zâhiri savt ü huruf, bâtını ma’nâdır. Arifler de her kes gibi zahire bakarlar; amma perdelere, gölgelere, aldanmazlar; kelamın bâtınî (derûnünde gizli olan) ma’nasını ararlar. “Ma’nî -i kelam şâhid-i mazmûn-i Hudâdır/Gönlüm sadefinden olur azrâ gibi peydâ”: (kelâmın ma’nâsı Allâh’ın şâhid-mazmûnudur ki o ma’nâ bakir bir inci gibi gönlüm sedefinden peydâ olur)
Zahire bakan için bu kainat kitabı ma’nası anlaşılamayan, yazıldığı dil bilinmediği için okunamayan, bir kitaba benzer. Söz bu vadiye gelince, aklıma Abdülkadir-i Belhi’den bir beyit geldi; hazret buyuruyor ki:
“An ki ayni est hakîkat şüd nazar
V’an ki kırtasiyst kırtas der nazar”
(Gözü olan hakîkate bakar, hakîkati görür; kırtasiye ehli –ulemâ!- da kağıda bakar, kağıdı görür)
Velhasılı kelam, bu lisan bahsinin dibâcesi yoktur, nihayeti hiç olmaz; o halde hatm-i kelam edelim, vesselam. İpse dixit magistra…
Şahin Uçar – Dil ve Felsefe,syf:68-81
0 Yorumlar