(İslam Hukukunda) Haber

 84 (İslam Hukukunda) Haber

İslam bilgi anlayışına göre insan duyular, akıl ve haber olmak üzere üç bilgi kaynağına sahiptir. Haber doğru yahut yanlış olan bir bilgidir. İslam hukuk metodolojisi bakımından hukukun temel kaynaklarından sayılan Kur’ân ve sünnet, haber sayılır. Haberin doğasıyla ilgili bütün özellikler ve sorunlar, Kur’ân ve sünnet hakkında geçerli olacağından dolayı, gerek Kur’ân’ın güvenilir bir haber kaynağı olduğunun, gerekse Hz. Muhammed’den günümüze ulaşan söz ve uygulamaların güvenilirliği, yüzyıllar boyunda geniş incelemelere konu edilmiştir. Bu bölümde İslam hukukunun kaynakları, haber olmaları bakımından çeşitli başlıklar altında incelenmektedir.

 ———–

Akılcı Okulun Haber Teorisi: İsâ b. Ebân

Ebû Mûsâ İsâ b. Ebân (ö. 221/836), İran kökenli Hanefi fakihlerindendir. Irak’ın çeşitli bölgelerinde kadılık görevi yapmıştır. Mihne yıllarında görev yapmış bir devlet görevlisi olarak kendisinin de Kur’ân’ın yaratılmış olup olmadığı tartışmasına muhatap olanlardan birisi olduğu anlaşılmaktadır.

Haberler üç kısımdır: Bir kısım haberin doğruluğu ve içeriğinin gerçekliği kesin şekilde bilinir; bir kısım haberin içeriğinin yalan olduğu ve haberi verenin yalan söylediği kesin şekilde bilinir; diğer bir kısım haberin ise doğru veya yalan olma ihtimali bulunur. Birinci kısım, tevatür yoluyla geldiği ve nakledenlerin aralarında sözleşip anlaşarak uydurmaları mümkün olmadığı için içeriğinin kesin doğru olarak bilindiği haberdir. Mesela dünyada Mekke, Medine ve Horasan adındaki yerlerin varlığı, Hz. Peygamber’in insanları Allah’a çağırdığı, Kur’ân’ı getirdiği, onun Allah tarafından kendisine indirildiğini söylediği, onun bize namaz, zekât, Ramazan ayını oruçla geçirme ve Kâbe’yi haccetme gibi ibadetleri emrettiği konusunda (haber yoluyla edinilen) bilgimiz gibi.

Bu şeyler ve saydığımız emirler hakkındaki bilgimiz zorunlu ve kendini kabul ettiren türdendir. Bu emirleri reddeden sanki onları Hz. Peygamber’in ağzından işitip reddeden gibidir ve bu sebeple kâfir olup İslâm dininden çıkar; çünkü bu tür bilgi zorunlu bir bilgidir; bu tür bilgi duyu organlarıyla hissedilen ve gözle görünen şeyler hakkındaki bilgimiz, dünyada bizden önce insanların yaşadığı ve şimdi var olanların onların çocukları olduğu, biz doğmadan önce göğün var olduğu konusunda ve benzeri konulardaki bilgilerimiz gibidir. Bu tür kesin bilgiye ulaştıran haberlerde (haber verenlerin sayısı bakımından) bilinen bir sınır ve belirli bir rakam yoktur. Kimi zaman on veya yirmi kişi bile haberin tevatür derecesine ulaşmasını sağlamaz… Çünkü bu konuda dikkat edilmesi gereken şey o haberin bizi ulaştırdığı, şüpheye yer bırakmayan kesin bilgidir.

(Cassas şöyle der: İsa b. Eban bu kısımda Kur’ân’da gelecekte olacağı bildirilen ve haber verildiği şekilde gerçekleşen gaybla ilgili haberleri de zikretmiştir). Meselâ “Elif, Lam, Mim. Size yakın olan bir yerde Rumlar yenildi. Ama onlar yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir” (Kur’ân 30: 1-4); “Siz Allah dilerse kesinlikle Mescid-i Haram’a güven içinde gireceksiniz” (Kur’ân 48: 27); “Sizden iman edip iyi işler yapanları, onlardan öncekileri hâkim kıldığı gibi, Allah yeryüzünde kesinlikle hâkim kılacağını vadetmiştir” (Kur’ân 24: 55) ve benzeri âyetlerde verilen haberler Allah’ın bildirdiği şekilde gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber de buna benzer şekilde geleceğe yönelik pek çok haber vermiş ve bunlar dediği ve anlattığı şekilde meydana gelmiştir. Bunların bir kısmı onun hayatında gerçekleşmiş, bir kısmının da ondan sonra meydana geleceği bildirilmiş ve haber verdiği şekilde meydana gelmiştir.

Bunlar gibi kesin bilgi ifade eden başka haberler de vardır: Mesela biz Cuma günü caminin yolundan gelen insanları görüp onlara nereden geldiklerini sorduğumuzda “Biz camiden geliyoruz ve namazı kıldık” derlerse, bu insanların bir kısmının kendisi hakkında yalan söylemiş olma ihtimali bulunsa da, onların hepsinin verdiği bu haberin doğru bir bilgi içerdiğini zorunlu olarak biliriz. Bunun gibi Mekke yolundan dönen hacı kafilesiyle karşılaşıp sorduğumuzda “Biz hacdan dönüyoruz ve Arafat’ta vakfe yaptık” derlerse, bu insanların bir kısmının kendisi hakkında verdiği haberin yalan olma ihtimali bulunsa da, onların hepsinin verdiği bu haberin doğru bir bilgi içerdiğini zorunlu olarak biliriz.

Yalan olduğu kesinlikle bilinen haber ise Müseyleme ve ona benzeyen yalancı peygamberlerin haberleri gibidir. Onlar gelecekle ilgili kimi şeyleri haber vermiş, ancak bunların yalan olduğu ortaya çıkmıştır. Ayrıca onlar uydurdukları peygamberlikleri hakkında delilleri bulunduğunu iddia etmiş, ancak bunların hiç birini getirememişlerdir. Böylece onların yalan söyledikleri ortaya çıkmış ve iddialarının boş olduğu açıkça görülmüştür. Bir insanın “ben bir anne-babadan olmayan, aniden yaratılmış adamlar gördüm” veya “Ben kimse tarafından yapılmamış bir ev gördüm” demesi ya da “ben Arife günü Arafat’ta insanların hepsinin öldürüldüğünü ve bunu haber verecek kimsenin kalmadığını gördüm” dedikten sonra Mekke’den gelen kimsenin onun verdiği haberi vermemesi de bunun gibi şüphesiz yalan olduğu anlaşılan haberlerdir.

Doğru ve yalan olma ihtimali bulunan haberler ise bir kişinin veya tevatür sayısına ulaşmayan ve aralarında anlaşmaları mümkün olan bir topluluğun verdiği haberlerdir. Böyle bir topluluğun verdiği haberin de (bir kişinin verdiği haber gibi) doğru veya yalan olma ihtimali bulunmaktadır. Dıştan bilindiği kadarıyla dindar, güvenilir (adl) ve yalan söylemeyen bir kişinin rivayet ettiği haber, sayacağımız kimi şartlarla ve kesin doğru olduğuna tanıklık etmemekle birlikte, hükümler konusunda delil kabul edilir. Dıştan bilindiği kadarıyla günahkâr (fâsık) ve yalancı olan bir kişinin haberi ise kabul edilmez…

İnsanların tanıyıp bildiği şekilde ve meşhur bir biçimde gelmeyen bir haber-i vâhidin, Kur’ân’ın açık bir ayetinin anlamını daraltması (tahsis etmesi) veya hükmünü kaldırması (neshetmesi) kabul edilemez. “Mirasçıya vasiyet yoktur” ve benzeri hadisler ise meşhurdur… Bu şekilde gelen hadisler kabul edilir; çünkü bunlarda yanılma olması mümkün değildir. Ancak Hz. Peygamber’den rivayet edilen bir haber-i vahidin görünen anlamı sünnet ve hükümleri açıklama yönündeyse veya bu haber icma edilmiş (görüş birliğiyle kabul edilmiş) bir sünneti reddediyor veya Kur’ân’ın görünen anlamına ters düşüyorsa bakılır: Eğer bu hadisin bunlara ters düşmeyen bir yön ve anlamı varsa onun anlamı en güzel yönde, sünnete en çok benzeyen şekilde ve Kur’ân’ın görünen anlamına en uygun tarzda anlaşılır; eğer bu şekilde anlaşılması mümkün değilse o hadis şazdır (kurala aykırıdır, hatalı rivayet edilmiştir). Âlimlerin hepsinin has (özel bir anlamı) olduğunu kabul ettiği bir Kur’ân ayetinin kimlerle ilgili olduğunun belirlenmesinde hadisler (açıklayıcı) kabul edilir.

Âlimler bu konuda kendilerine ulaşan en güzel ve sünnete en çok benzeyen hadislere dayanarak fikir yürütebilirler. Mesela “Hırsız erkek ve kadın…” (Kur’ân 5: 38) ayeti âlimlerin hepsine göre has (özel) bir anlama sahiptir ve hırsızların bir kısmını içine alırken diğer bir kısmını içermez; işte bu ayetle kastedilenin kimler olduğunun tespitiyle ilgili hadisler (açıklayıcı) kabul edilir. Mesela “Eşlerini zina ile suçlayan ve kendilerinden başka şahitleri olmayanlar…” (Kur’ân 24: 6) ayeti bütün âlimlere göre has (özel) bir anlama sahiptir; çünkü temyiz yaşına gelmemiş küçükler hiç bir âlime göre bu ayetin kapsamına girmez. Bu hususta bütün âlimler icma (görüş birliği) etmiş olduğundan bununla kimlerin kastedildiğinin tespitiyle ilgili haber-i vahid rivayetler kabul edilir. Buna benzeyen ayetler de aynı durumdadır…

İnceleyin:  Haber-i Vahidin İtikatta Hüccet Değeri

Kur’ân’da açık bir şekilde bildirilen (mansus) herhangi bir konu hakkında, onu reddeden veya genel bir anlama sahipken anlamını daraltan (has kılan) bir hadis gelir ve bu hadisin anlamı açık olup farklı anlamlarda yorumlanma ihtimali bulunmazsa, eğer bu hadis insanların tanıyıp bildiği ve sadece içlerinden çok az sayıda insanın bilmediği, meşhur bir hadis değilse bu hadis terkedilir…

Birbirine zıt iki hadis rivayet edilir ve insanlar sadece bunlardan birini kabul ederse bu nâsih olan (önceki hükmü kaldıran) hadistir; eğer insanlar görüş ayrılığına düşmüşse bu hadisler hakkında ictihad etmek ve asıllara (bilinen âyet ve hadislere) en çok benzeyen hadise uymak gerekir. Eğer bu hadislerin tarihleri bilinirse ve uzlaştırılmaları da mümkün olmazsa sonraki öncekini nesheder (hükmünü kaldırır); eğer uzlaştırılması mümkünse bu yönde ictihad edilir; eğer insanlar önceki hadise göre hareket ediyor ve âlimlerin arasında bu hadis meşhur, diğeri sadece azınlık tarafından uygulanan garip bir hadis ise bakılır; önceki hadise uyanlar sonraki hadise uymayı caiz görüyorsa onun hakkında ictihad etmek caiz olur; ama onlar sonraki hadise uyanları ayıplıyorlarsa insanların (çoğunun) uyduğu hadise uymak gerekir; çünkü burada nesih gerçekleşmiş olsaydı onlar önceki hadisi bilmez ve birinci ihtimalde olduğu gibi bu hadisin neshedildiği onların arasında yaygın şekilde bilinir ve ancak çok az kişi bundan habersiz kalırdı. Senin de gördüğün gibi, kurban etleri(nin saklanması) hakkında hem yasaklama hem de serbestlik getiren hadisler aynı derecede meşhur olmuştur. Mezar ziyareti, içki kapları ve mut’a evliliğiyle ilgili hadisler de böyledir.

Cassas, el-Fusûl fi’l-usûl (nşr. Uceyl en-Neşmî), İstanbul, Mektebetü’l-İrşâd, ts., I, 156-158; II, 291; III, 35-37.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Az Sayıda Kişinin Rivayet Ettiği Hadislerin Durumu (Haber-i vahid): eş-Şeybânî

Bir veya az sayıda kişinin Hz. Peygamber’den rivayet ettiği hadise haber-i vahid denilmektedir. İlk dönemden itibaren bu nitelikteki rivayetlerin delil olarak kabul edilmesi tartışma konusu olmuştur. Şeybânî bildiğimiz kadarıyla bu konuya değinen ilk müelliflerden biridir. O, bu konuya daha çok fıkıh meseleleri bağlamında değinmekle birlikte ortaya koyduğu deliller onun konunun fıkıh usûlüyle ilgili boyutunu da bildiğini göstermektedir. Ancak Şeybânî (ö. 189/804) döneminde fıkıh usûlü henüz bağımsız bir ilim dalı haline gelmediği için onun ifadelerinde konunun usûl boyutu zımnen ele alınmış olmaktadır. Yine bu ifadelerde Şeybânî’nin ravilerde aranan şartlara değindiği görülmektedir. Şeybânî’ye öğrencilik yapmış olan Şâfiî’nin (ö. 204/820) er-Risâle’sinde konu fıkıh usûlü açısından ele alınmış, Şeybani’nin kullandığı delillerin bir kısmına yer verilmiş ve konu daha detaylı biçimde incelenmiştir.

Yolcu bir adam gelip namaz kılmak istediğinde sadece bir kapta bulunan bir su bulur ve bir adam ona bu suyun pis olduğunu haber verir veya ona bir çocuğun idrarını yaptığını veya içine kan veya dışkı düştüğünü veya onu necis (pis) kılan başka bir şey düştüğünü söylerse, yolcunun kendisine haber veren adamın durumuna bakması gerekir: Eğer onu tanıyorsa ve bu adam ona göre dürüst, Müslüman ve iyi bilinen bir kişiyse o suyla abdest almaz, teyemmüm yapar ve namazını kılar. Bu adam köleyse veya haber veren kişi hür ve Müslüman bir kadınsa veya bir cariyeyse, söylediği şey hakkında dürüst ve güvenilir bir kişi olduktan sonra, durum aynıdır. Eğer o kişi güvenilir değilse veya haber veren kişinin güvenilir olup olmadığını bilmiyorsa bakar: Düşünce ve zannına göre bu kişinin doğru söylemiş olma ihtimali daha yüksekse yine teyemmüm yapar ve o suyla abdest almaz. O suyu döküp sonra teyemmüm yaparak ihtiyatlı davranırsa bu daha iyi olur.

Kendisine haber verenin yalancı olma ihtimalini daha yüksek görüyorsa o suyla abdest alır ve onun sözüne bakmaz, namazını kılar ve namazı geçerli olur; teyemmüm yapması da gerekmez. Sen de biliyorsun ki; Hz. Ömer bir kabileye ait bir havuza geldiğinde Amr b. As bu kabileden bir adama: “Yırtıcı hayvanlar bu suya geliyor mu?” diye sormuş, Hz. Ömer de “Bize bir şey söyleme” demişti. Gördüğün gibi Hz. Ömer adamın ona böyle bir haber vermesini istememiştir. Eğer o, adamın sözünün haber değerinde olduğunu kabul etmeseydi onun haber vermesine engel olmazdı.

Eğer kaptaki suyun necis/ pis olduğunu haber veren kişi zimmî (gayr-i müslim) bir adamsa onun sözüne inanılmaz; ama kendisine haber verilen kişinin kalbi onun doğru söylediğine meylediyorsa bence en iyisi o suyu döküp sonra teyemmüm yapması ve namazını kılmasıdır; suyu dökmeden abdest alırsa bu da geçerli olur; ama kalbi onun doğru söylediğine meylediyorsa bununla birlikte teyemmüm yapıp namaz kılması bence daha iyidir. Eğer onun yalancı olma ihtimalini daha yüksek görüyorsa o suyla abdest alır ve onun sözüne bakmaz. Her iki durumda da abdest alıp namazını kılar ve teyemmüm yapmazsa bu onun için yeterli olur; çünkü bu dinî bir konudur ve bu konularda hüccet sadece Müslümanın haberidir. Ne dediğini bilen büluğa ermemiş çocuk ve ne dediğini bilen ama akıl zayıflığı bulunan bir insanın verdiği haber de böyle değerlendirilir.

Bir adam yemek yiyen ve içecek içen bir grup Müslümanın yanına gelse ve onlar onu yemeğe davet etse, bunun üzerine Müslüman ve güvenilir olduğunu bildiği bir adam ona: “Bu yedikleri et Mecusi (Zerdüşt dinine mensup, ateşe tapan) bir kişinin kestiği bir hayvanın etidir veya bu ete domuz eti karışmıştır veya bu içtikleri içeceğe şarap karışmıştır” dese, onu yemeğe davet edenlerse: “Durum onun dediği gibi değil” deyip yediklerinin helâl olduğunu haber verip doğru bir şekilde konuyu açıklar ve durumun anlattıkları gibi olduğunu söylerlerse, onların haline bakar: Eğer bu insanlar dürüst ve güvenilir olduklarını bildiği kişilerse o tek adamın sözüne bakmaz ve onların sözüne uyar; eğer bu insanlar ona göre dürüst olmayıp töhmet altındaysa o tek adamın sözüne uyar ve bu şeylerden yemesi caiz olmaz. Dürüst ve güvenilir bir Müslüman adam(ın haberi) bu konuda hüccettir; hür kadın, cariye ve köle de (bu konuda) onun gibidir.

İnceleyin:  Fayda (İstislah) Prensibi Üzerine Tartışma

Eğer içlerinden iki adam hariç bu insanlar güvenilir değilse, bu iki güvenilir adam tek adamın verdiği habere aykırı şekilde haber veren kişilerin arasındaysa, bu iki adamın sözüne uyar ve tek adamın sözünü bırakır. Eğer bu grubun içinde sadece bir adam güvenilir durumdaysa, birbirine aykırı iki haber veren bu iki adamın haberlerine bakar: Eğer yiyeceğin haram olduğunu iddia edenin doğru söylemiş olma ihtimalini daha yüksek görüyorsa onun sözüne uyar. Eğer bir kanaate ulaşamadıysa ve iki durum da ona göre eşitse o yiyecekten yemesi ve içecekten içmesinde bir sakınca olmaz. İki adam birbirine ters düştüğünde, sana anlattığım her türlü ihtimalde abdest de bu mesele gibidir.

Yiyeceğin helal olduğunu haber verenler iki güvenilir adam olmakla birlikte bunlar köleyse, yiyeceğin haram olduğunu iddia eden ise sadece bir hür adamsa o yiyeceği yemekte bir sakınca yoktur. O yiyeceğin haram olduğunu iddia eden iki güvenilir erkek köle, helal olduğunu iddia eden bir güvenilir hür adamsa o yiyeceği yememesi gerekir. Bunun gibi, iki şeyden birini haber veren güvenilir bir köle, diğerini haber veren hür bir adamsa bu konuda kendi kanaatine göre en güçlü ihtimale bakıp ona uyar ve başkasına bakmaz. İki şeyden birini kendisine haber veren iki güvenilir hür adam, diğerini haber veren iki güvenilir erkek köleyse iki hür adamın sözüne uyar ve iki kölenin sözünü bırakır; çünkü hürler hüccet bakımından kölelerle aynı derecededir; ayrıca onların şahitliği yargıda kesin delil sayılır; bu sebeple hür olmaları durumunda onların şahitliği kabul edilmeye diğerlerinden daha lâyıktır.

Sen de biliyorsun ki; Hz. Ebû Bekir es-Sıddık’ın (13/634) yanında Muğîre b. Şu’be (50/670) Hz. Peygamber’in nineye mirastan altıda bir hisse verdiği yönünde şahitlik ettiğinde Hz. Ebû Bekir ona: “Başka bir şahit daha getir” dedi; o da Muhammed b. Mesleme’yi (43/663) getirdi ve o aynı şekilde şahitlik yaptı. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir nineye altıda bir hisseyi verdi. Bu dinî bir konudur. Hz. Ömer’in (23/644) yanında Ebû Musa elEş’arî (44/665) Hz. Peygamber’in: “Biriniz üç defa izin ister ve kendisine izin verilmezse geri dönsün” dediği yönünde şahitlik ettiğinde Hz. Ömer: “Seninle birlikte buna şahitlik edecek birini daha getir” dedi. Bu ihtiyat bakımından daha iyidir; ama bir kişi de yeterlidir.

Sen de biliyorsun ki; Hz. Ömer bunu ona sadece ihtiyatlı davranmak için söyledi. Eğer o başka bir şahit getirmeseydi onun şahitliğini yine kabul ederdi; çünkü Hz. Ömer, Abdurrahman b. Avf’ın (32/652) şahitliğini buna benzer bir meselede kabul etmiştir; Abdurrahman b. Avf Hz. Ömer’in yanında tek başına, Hz. Peygamber’in yanında Mecusîlerin anıldığı ve Hz. Peygamber’in haraç alma konusunda: “Onlara kitap ehliyle ilgili hükümleri uygulayın” dediği yönünde şahitlik yapmış ve Hz. Ömer tek başına onun sözünü geçerli saymıştır.

Yine Hz. Ömer veba salgını varken Şam’a gitmek istediğinde Abdurrahman b. Avf’ın vebayla ilgili sözünü geçerli saymıştır. Hz. Ömer Şam’a gitme hususunda insanlara danıştığında kimi Muhacirler ona gitmesi yönünde görüş bildirmiş, Ebû Ubeyde b. Cerrah (18/639): “Ey müminlerin emiri! Allah’ın kaderinden mi kaçıyoruz?” demişti. Mekkeli bir grup ise ona “Gitme” dedi. Bu sırada Abdurrahman b. Avf geldi ve: “Ben Hz. Peygamber’in: ’Bu kötü hastalık bir yerde yayılırsa oraya gitmeyin, sizin olduğunuz bir yerde yayılırsa oradan çıkıp kaçmayın’ dediğini işittim” dedi. Hz. Ömer de onun sözüne uydu. Başka bir hadis şöyledir: Hz. Ömer, bir kadının, öldürülen kocasının diyetine mirasçı olmaması yönünde hüküm vermeye niyetlenmişti ki; Dahhak b. Süfyan Hz. Ömer’e gelerek, Eşyem ed-Dibâbî’nin karısını onun diyetine mirasçı kılması için, Hz. Peygamber’in kendisine bir mektup yazdığı yönünde şahitlik yaptı ve Hz. Ömer onun sözüne uydu. Hz. Peygamber Bizans kralı Kayser’e tek başına Dihye el-Kelbî’yle (50/670) bir mektup göndererek onu İslam’a çağırdı ve bu, Kayser’e İslam’ı ulaştırma konusunda yeterli (hüccet) görüldü. Hz. Ali (40/661): “Ben bir şeyi Hz. Peygamber’den işitmeyip başkasından dinlediğim zaman o kişiye söyledikleri üzerine yemin ettirirdim; ama bunu bana Ebû Bekir es-Sıddık anlattı ve o doğru söyledi…” demiştir.

Bütün bu rivayetlerde bir Müslüman adamın şahitliği kabul edilmiştir. Bize ulaşan bir rivayete göre içlerinde Ebû Talha’nın (34/654) da bulunduğu bir grup sahabi fadîh (hurmadan yapılan bir içki) içiyorlarken onlara bir kişi geldi ve şarabın haram kılındığını haber verdi. Bunun üzerine Ebû Talha: “Enes! Kalk ve şu çömlekleri kır” dedi. (Enes (93/711)): “Ben de kalkıp onları kırdım ve içlerindeki içki döküldü” (dedi). Bu konuda delil çoktur.

… Hz. Peygamber Ramazan ayının hilalini görme konusunda bir bedevinin şahitliğini kabul etti. Bu kişi Medine’ye gelip hilali gördüğünü onlara haber verdi ve Hz. Peygamber onun şahitliğine dayanarak Müslümanların oruç tutmasını emretti. …

Bir bedevi Hz. Peygamber’in yanında hilali görme konusunda şahitlik yaptı. Hz. Peygamber ona: “Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim onun elçisi olduğuma şahitlik eder misin?” diye sordu. O da: “Evet” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber’in verdiği emirle insanlar oruç tuttular.

Bu, dinî konularda bir kişinin şahitliğinin geçerli olduğunu gösterir. Bayram hilali hakkında iki hür erkek veya bir erkek ve iki kadın şahitten az sayıda kişinin şahitliği kabul edilmez; çünkü bu dinî bir konu olsa da oruç tutmayı bırakmaları ve orucu bozmaları sebebiyle bayram hilalini görmede insanların bir tür menfaati vardır; bu sebeple bu konu yargı hükmü gibi ele alınır ve bu konuda sadece yargı hükümlerinde kabul edilen şahitlik türleri kabul edilir. Eğer şahitlikleri geçerli olmayan ve töhmet altında olan kişilerdense, Ramazan ayının hilali konusunda bir veya iki Müslümanın şahitliği kabul edilmez.

Güvenilir Müslüman bir erkek köle veya ister hür ister cariye olsun güvenilir Müslüman bir kadın veya kazif suçundan dolayı cezalandırılmış olsa da güvenilir Müslüman bir erkeğin bu konuda şahitliği ise geçerlidir. Bu konuda şahitlik yapan şehir içindeyse ve gökyüzünde (hilali) görmeyi engelleyici bir durum yoksa onun bu konudaki şahitliği kabul edilmez; çünkü bu şahitliğin batıl/yanlış olduğu anlaşılmaktadır. Ancak gökyüzünde bulut gibi bir engel varsa ve güvenilir olan bu kişi hilali bulutların arasından gördüğünü haber verir veya başka bir yerden gelerek haber verirse Müslümanların onun şahitliğiyle oruç tutmaları gerekir.

Şeybânî 1433/2012. el-Asl, nşr. Mehmet Boynukalın, Beyrut, Dar İbn Hazm, II, 243–249.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir