Hükümlerin Allah ve İnsan Hakları Şeklinde Sınıflandırılması
el-Pezdevî
Semerkandlı Fahrülislâm Ali b. Muhammed el-Pezdevî (ö. 482/1089), Hanefi mezhebine mensup hukuk ve metodoloji bilginlerindendir. Özellikle fıkıh usûlüne (İslam hukuk metodolojisine) dair eseri meşhur olmuş ve kendisinden sonra birçok kişi tarafından şerhedilmiştir. Bu eserle, Fergana/ Özkend’de yaşamış olan Şemsüleimme Muhammed b. Ahmed es-Serahsî’nin (ö. 483/1090) fıkıh usûlüne dair eseri arasında büyük benzerlik bulunmaktadır. Pezdevî’nin eseri Serahsî’nin eserinden daha kısa olmakla beraber birçok yerde iki eserin ifadeleri aynıdır. Abdülaziz b. Ahmed el-Buhârî’nin (ö. 730/1330) Pezdevî’nin eseri üzerine yazdığı ve kimisi günümüze kadar gelmemiş Hanefi usûl eserlerinden alıntılarla süslediği Keşfü’l-esrâr adındaki şerh meşhur olmuştur. Aşağıda daha açık olması sebebiyle Serahsî’nin ifadeleri tercümede esas alınmış, Abdülaziz el-Buhârî’nin şerhinin tercümesi ise italik biçimde verilmiştir:
————–
Hükümler dört kısma ayrılır:
1. Sırf Allah hakları
2. Sırf kul hakları
3. Allah hakkı ağırlıklı, ama kul hakkını da içeren haklar
4. Kul hakkı ağırlıklı, ama Allah hakkını da içeren haklar.
(Allah hakkı, bütün insanların genel faydasıyla ilgili olan haklardır. Bu tür haklar bir kişiye has değildir. Bu hakların Allah’a izafe edilmesi yüceltme sebebiyledir ya da zalim yöneticilerden birine has kılınmaması içindir… Mesela zinanın haram kılınması gibi; çünkü insanın temizliği ve kurtuluşu, neseplerin korunması ve zina yapanlar arasındaki anlaşmazlıklar sebebiyle ailelerin aralarındaki kavgaların ortadan kaldırılması gibi hususları içeren genele ait fayda buna bağlıdır. Bu tür hakların Allah’a izafe edilerek yüceltilmesinin anlamı şudur: Yüce Allah herhangi bir şeyden faydalanmaktan münezzehtir ve bir şeyin bu yönden onun hakkı sayılması mümkün değildir.
Bir şeyin yaratma yoluyla onun hakkı sayılması da mümkün değildir; çünkü her şey bu yönden aynı durumdadır. Bu sebeple, bu izafenin anlamı, bütün insanların faydalandığı büyük öneme sahip, yararı genel olan ve değeri yaygın olarak bilinen şeylerin yüceltme ve önemini belirtme amacıyla Allah’a izafe edilmesidir. Kul hakkı ise özel bir faydayla ilgili olan haktır. Mesela başkasının malının haramlığı gibi. Kulun malının korunmasının buna bağlı olması sebebiyle bu hak kul hakkı olmuştur. Bu sebeple, sahibinin izin vermesiyle başkasının malı mubah/helâl olur; ancak kadının izin vermesiyle ya da onun ailesinin izniyle zina mubah/helâl olmaz).
Allah hakları sekiz kısma ayrılır:
1. Sırf ibadetler
2. Sırf cezalar
3. Eksik cezalar
4. İbadet ve ceza yönleri bulunan haklar
5. Mali yükümlülük yönü bulunan ibadetler
6. İbadet yönü bulunan mali yükümlülükler
7. Ceza yönü bulunan mali yükümlülükler
8. Müstakil haklar.
Sırf ibadetlerin başı Yüce Allah’a imandır. Onun aslı da kalple inanmaktır. Bu sebeple, ikrah/zorlama veya başka bir özür nedeniyle kalple inanma vazifesi ortadan kalkmaz ve onu bir başka inançla değiştirmek her halükârda küfrü (dinden çıkmayı) gerektirir. Dille ikrar dünya ve ahiret hükümleri bakımından kalple inanmakla birlikte rükündür (temel öğedir) ve kimi durumlarda dille ikrar dünya hükümleri bakımından kalple inanç gibi asıl haline gelebilir…
İmandan sonra namaz en kuvvetli rükünlerden (esaslardan) biridir. Zira o dinin direğidir ve peygamberlerin hiçbirinin şeriatı namazsız değildir. Namaz bedenin dışı ve içiyle Allah’a kulluk etmeyi içerir…
Sonra iki nimet türünden biri olan mal yoluyla yerine getirilen zekat gelir. Zira dünyevi nimetler iki kısımdır: Beden nimeti ve mal nimeti. İbadetler dünyada bu nimetlere karşı şükrün gösterilmesi ve ahirette sevabın elde edilmesi için meşru kılınmıştır. Beden nimetinin şükrü bedenin tamamıyla yerine getirilen bir ibadet olan namazla olduğu gibi, mal nimetinin şükrü de o nimetin cinsinden olan bir şeyle yerine getirilen bir ibadetle olur…
Sonra beden nimetine şükretmek için meşru kılınan ibadetler cinsinden olan oruç gelir. Ancak o namazdan sonradır; çünkü o (namaz gibi) bedenin birçok uzvuna dağıtılmış hareketleri içermez; sadece bir rükünle yerine getirilir; o da iki şehvetin gereğini, yani karnın ve cinsel uzvun arzularını yerine getirmeyi bırakmaktır…
Sonra kutsal evi ziyaret etmek olan hac gelir…
Cihad da Allah’ın sözünü yüceltmek ve dini aziz kılmak yönünden bir ibadettir. Ayrıca cihad yoluyla müşrikleri zayıf düşürmek ve şerlerini Müslümanlardan uzak tutmak mümkün olur. Bu sebeple Hz. Peygamber onu dinin zirvesi olarak adlandırmış ve cihad, esası bakımından farz kılınmıştır; çünkü dini aziz kılmak farzdır. Ancak cihad farz-ı kifâye hükmündedir; çünkü amaç müşriklerin gücünü kırmaktır ve onların şerrini ve fitnesini defetmek Müslümanların bir kısmının yardımıyla mümkün olmaktadır. Dolayısıyla bir kısım Müslüman bunu yerine getirirse geri kalanların üzerinden bu farz kalkmış olur.
İtikâf ilâve bir ibadettir; çünkü onda, kutsal bir yer olan camide kalarak orayı yüceltme vardır ve şehvetlerin gereğini yerine getirmekten nefsi korumak, yani oruç tutmak itikâfın şartıdır. Bu ibadetin amacı ise çokça namaz kılmaktır; bu, ya hakikaten namaz kılarak ya da abdestli bir şekilde namaza hazır halde camide namazı bekleyerek, yani hükmen namaz kılarak gerçekleşir.
Fıtır sadakası (fitre) mali yükümlülük yönü bulunan bir ibadettir… (Şeriatın ona sadaka adını vermesi, onun oruçlunun boş veya edep dışı sözlerine kefaret olması, yerine getirilirken niyetin şart olması, sadakaların verildiği yerlere verilmesi… gibi hususlar fitrenin ibadet olduğunu gösterir. Başka bir insan için ödenmesi ve o insanın varlığının bu ibadetin vacip kılınmasına sebep olması ise fitrede nafaka gibi mali yükümlülük yönünün de bulunduğunu gösterir. Hz. Peygamber “Nafakasını sağladığınız insanlar için fitre verin” buyurmuş ve bu şekilde fitrenin malî yükümlülük yönüne işaret etmiştir. Ancak belirttiğimiz sebepler nedeniyle ibadet anlamı daha fazla olduğu için bu vacibin, içinde mali yükümlülük yönü bulunan bir ibadet olduğunu ifade ettik…).
Öşür ibadet yönü bulunan bir mali yükümlülüktür. (Çünkü öşrün sebebi ürün veren topraktır. Toprağa bağlı olması sebebiyle öşür bir mali yükümlülüktür; çünkü bir şeyle ilgili mali yükümlülük onun korunmasının sebebidir ve öşür toprağın korunmasının sebebidir. Zekâtta olduğu gibi ürüne –yani topraktan çıkana– bağlı olması ya da yine zekâtta olduğu gibi fakirlere verilmesi sebebiyle öşürde ibadet anlamı da vardır…).
Haraç ise ceza yönü bulunan bir mali yükümlülüktür…
Müstakil haklar ise savaş ganimetleri, madenler ve definelerden alınan beşte birlik hisselerdir; çünkü bu hakların ödenmesi baştan kimsenin üzerine vâcip değildir; savaş ganimetleri aslında Yüce Allah’ın “De ki: Ganimetler Allah’ındır” (Kur’ân 8: 1) buyurduğu gibi tamamen Allah’a aittir… Çünkü ganimetler Allah’ın sözünü yüceltme sebebiyle elde edilmiştir; ama Yüce Allah bir lütuf olarak ganimetlerin beşte dördünü o ganimeti elde edenlere vermiştir; bu sebeple geriye kalan beşte bir, kime ödenmesi emredildiyse onlara ödenmek üzere, aslında olduğu gibi, Allah’a ait olarak kalmıştır. Madenlerden alınan beşte birlik hisse de aynıdır; çünkü yerde var olan bu madenlerde aslında kimsenin hakkı yoktur; ancak şeriat onu bulana beşte dördünü vermiş ve beşte biri, kime ödenmesi emredildiyse onlara ödenmek üzere, Allah’a ait olarak kalmıştır… (Bu haklar namaz, zekât ve diğer Allah ve kul hakları gibi ibadet veya bir başka anlamda, kulun zimmetine bağlı olmayan veya yerine getirilmesi bir sebebe bağlanmadan kul üzerine vacip kılınan ve kendi başına sabit olan haklardır).
Sırf cezalar ise yasaklanmış olan sebeplerini işlemekten caydırmak için sadece Allah hakkı olarak meşru kılınan had cezalarıdır; mesela zina, hırsızlık ve içki içme suçlarının cezaları gibi.
Eksik ceza ise yasak olan insan öldürme fiilini işleme sebebiyle mirastan mahrum kalma cezasıdır. Bu bir ceza olmakla birlikte eksik bir cezadır; çünkü mirasçısı olduğu insanı hata yoluyla veya uyurken üzerine düşerek öldüren kimseye de bu ceza verilir; ama çocuk ve deliye verilmez…
İbadet ve ceza yönleri bulunan hakların örneği kefaretlerdir; çünkü kefaretler kulların meydana getirdiği bir takım sebep-fiillere karşı ceza olarak konulmuştur. Bu sebeple ’günahı örten’ anlamında “kefaret” adını almıştır. Bu yönden kefaret ceza sayılır; çünkü ceza günah kazanmaya sebep olan bir yasağın işlenmesini engellemek için konulan bir şeydir. Fetva yoluyla vacip olması (yargı hükmüne ihtiyaç duymaması) ve yapması gereken kişinin zorlanmadan kendi isteğiyle yerine getirmesinin emredilmesi yönüyle de kefaret ibadettir; çünkü şeriat hiç bir cezanın uygulanmasını suçlunun kendisine bırakmamıştır. Ayrıca kefaret sırf ibadet olan fiiller aracılığıyla yerine getirilebilmektedir (meselâ oruç gibi). Bu sebeplerle onun ibadet ve ceza yönleri bulunduğu anlaşılmaktadır…
Allah hakkı ağırlıklı, ama kul hakkını da içeren hakların örneği bize göre kazf (namusa iftira) suçunun cezasıdır…
Kul hakkı ağırlıklı, ama Allah hakkını da içeren hakların örneği kısas cezasıdır. Kısasta Allah hakkı bulunmaktadır; çünkü o en küçük şüpheyle düşmektedir; ayrıca o aslında öldürme fiilinin cezasıdır ve genellikle suçların cezaları Allah hakkı için konulmuştur. Ancak kısasın (suçlu ve mağdur arasında) eşitlik sağlamak üzere konulması onda kul hakkının daha ağırlıklı olduğunu göstermektedir… Bu yüzden onda kul haklarında olduğu gibi karşılığında bedel olarak mal almak (diyet almak) caiz olmuştur.
Sırf kul hakkı(nın örnekleri) sayılamayacak kadar çoktur; mesela diyetin, itlaf edilen malın bedelinin ve gaspedilen malın bedelinin tazmin edilmesi gibi”.
Serahsî 1984. Usûl (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgânî), İstanbul, Kahraman yayınları, II, 289–297; Pezdevî-Buharî 1414/1994. Keşfü’l-esrar an Usûli’l-Pezdevî (nşr. M. el-Mutasımbillah el-Bağdâdî), Beyrut, Dârü’l-Kitâbi’l-Arabî, IV, s. 230–270.
Çeviren: Mehmet Boynukalın
Bize Yön Veren Metinler,Cilt.2
Derleyen:Alev Alatlı
0 Yorumlar